Devlet yönetiminde, ‘halk/vatandaş/millet” veya yargı, ordu, sendikalar, üniversiteler...idâreye ne kadar karışırsa veya müdâhale ederse değil, ne kadar ‘destek olur katılırsa’, o devlet, iç murakabesini yapar ve “halka/vatandaşa/millete” daha adâletli olur, huzuru ve güveni sağlamada başarılı olur.
Bu bakımdan; demokrasilerde, “partiler” önemli yer tutar. Muhakkak ki; her parti, bir diğerinin/başkasının/ötekinin görüşünü değil, kendininkini esas alan ilkelerle, Devlet’i idâreye tâlip olur.
Bu tâlip olmada, hepsinin de uyacağı bir asgarî müşterek vardır ki, o da, o Devlet’in anayasası’dır.
Demek ki, anayasayı hiçe sayan ‘parti’, hâliyle kanunları da, milleti de hiçe saymış olur ve kendi başına buyruk bir idâre sergiler. Bu parti, şâyet iktidarda olursa, iş, daha da vahamet arzeder.
Bugün, dünya, bir bulanıklık/karmaşa/kaos içindedir. Denilebilir ki, dünyanın böyle olmadığı bir zamanı söyleyebilir misiniz? Elbette ki, hayır!..Fakat..
En azından, daha huzurlu olmaya giden yolları açmanın da faydasına inanır ve bu hususta gayret harcarım. Tabiî ki, önce, kendi Devlet’im ve mensubu bulunmakla iftihar ettiğim milletim için!..
Mes’ele; kişinin kendisine ve yakın çevresine saygıyla başlar ve ‘demokrasi’ kavramıyla da, devlet’te yerini alır. Bu alış, bir “oy” ile olup, bâzılarınca çok küçük gibi görünse de, millî irâdenin tecellisi bakımından çok makbûl ve mukaddestir. Onda, yalana ve hîleye asla yer olmamalı ve yer verilmemelidir. Çünkü, “millî mutabakatı” sağlayan yegâne çözüm unsuru budur.
Türkiye, yüzelli seneye yakın zamandır, -bir takım aksamalara rağmen- “parlamenter sistem’le idâre edilen bir devlettir. Bu sistemden vazgeçerek, yine halk oyu ile, bugün, “partili cumhurbaşkanlığı sistemi”ne geçmiştir. Yâni; aynı kişi, aynı zamanda, hem bir partinin başkanı ve hem de, “millî mutabakatı” sağlayıcı en mühim unsur olan “cumhurun/halkın/milletin” başkanı’dır.
Demokrasilerde, bir partinin, diğerinden/başkasından/ötekinden farklı yapıda oluşu, idârede en üst makan olan Başkan’ın, “millî mutabakatı”, ’tarafsız bir şekilde’ sağlayabilmesine mâni teşkil eder. Zâten, etmemesi de, insan tabiatına aykırıdır.
İşte bu noktadadır ki, en hassas mevzûlarda bile arzu edilen “itimat/güven” mes’elesi sekteye uğrar. Daha açıkçası, güvensizlik başlar. Parti ön p(i)lâna çıkınca da, bu durum daha da gerginleşir ve “millî mutabakat” büyük yara alır.
“Müşâvere” olmayacağı gibi, ”tartışma” bile olamayacak, “çekişme-çatışma”, dilim varmıyor ammâ ‘kavga’ safhasına geçilecektir. Tehlike buradadır. En çok dikkat edilmesi gereken husus, budur!
Bu; ne yazık ki, Devlet’in birleştirici vasfı ve vazîfesi yerine, ayrıştırıcılığı körükler. Bu bakımdan, parlamentonun/millî meclisin hâkim olacağı, adâlet sisteminin siyâsî irâdeden etkilenmeyeceği sistemler, vatandaşın birbirine yakınlaşmasını sağlayıcı bir tarza dönüşür.
Herkes, verdiği oyun temsilini/temcilcisini gördükçe ve adâletin müstakil olarak hüküm verdiğine şâhit oldukça, hakkının zâyi olmayacağını düşünür ve böylece, kişiler arasındaki itimat, hoşgörü, saygı ve sevgi yaygınlaşır.
Bu durum, hem sosyolojik bakımdan ve hem de iktisâdî bakımdan önemlidir. Çünkü, birbirine güvenen toplumlardaki her türlü üretim daha fazladır. Gerek üniversitelerindeki ilmî çalışma azmi, gerek fabrikalarındaki iş hacmi ve gerekse ziraatteki verim de yükselir.
Bu bakımdan, şunu söleyebilirim ki, Türkiye’de, bundan on sene önce kişi başına düşen millî gelir onbin doları aşmışken, bugün, bu rakam, ancak sekizbin dolar civarındadır. Bu da gösteriyor ki, son birkaç yıldır yapılan sistem değişikliği tartışmalarının bizi getirdiği uzlaşmazlık ve gerginleşme, bu duruma gelmemize sebep teşkil etmiştir.
“Demokrasi İttifakı” başlıklı yazısında, Prof. Dr. Esfender Korkmaz’ın ilgi çekici bir tespiti vardır. Diyor ki: “Dünyada 42 ülke tam başkanlık sistemi ile yönetiliyor. Demokratik denetim mekanizmasına sahip oldukları için ABD ve Güney Kore’yi çıkarırsak geriye 40 ülke kalıyor. Bu kırk ülkenin ortalaması olarak, fert başına millî gelir 5.000 doların altındadır. 40 ülke içinde yalnızca 8 ülkede fert başına gelir 10.000 dolar veya biraz üstündedir. 15 ülkesinde fert başına gelir 2.000 doların altındadır. Yani bu 40 ülke içinde gelişmiş ülke yoktur. Tamamı orta ve düşük gelir gurubu içindedir.” (Bknz. Esfender Korkmaz, Demokrasi İttifakı, Yeniçağ Gazetesi, 02 Ekim 2019, Sf. 7)
Prof. Dr. Korkmaz; Freedonm House 2016 raporuna göre de, bu 42 ülkeden sadece 13’ünün insan hakları ve demokratik hürriyetlere sahip ülkeler safında bulunduğunu da ifade etmektedir.
Ben, şahsen, bütün bu ifadeleri, “partiler ittifakı” veya çok güzel bir ifade olan “demokrasi ittifakı” olarak değil de, ‘millî mutabakat’ açısından düşünmek ve değerlendirmek istiyorum. Millet yoksa devlet; devlet yoksa millet, sâhipsiz demektir. Mutabakat, çok geniş hacimli, kucaklayıcı ve millî menfaatlerden asla tâviz vermeyici olmalıdır.
Çünkü, “millî mutabakat”; bir “oy”a saygıyla başlayıp, bünyesine girmek isteyen bütün düşman unsurlarla mücâdeleyi esas alan bir ittifaktır.