Muhâcir; göç eden, hicret eden yâni göçmendir. Târih boyunca, insanoğlunun birbirine karşı hazımsızlığı, tahammülsüzlüğü, hoşgörüsüzlüğü, hased ve kini, göçlerin başlıca sebebi olmuştur.
Peygamber Efendimiz'le Mekke'den Medîne'ye göç eden sahâbe, bunun en şanlı numûnesidir. Mâsûm, mazlum ve mağdurlar, her dönemde olmuştur ve insanlığın bugünkü gidişatıyla da çok daha vahimleri olacak görünmektedir.
Peygamber Efendimiz'le hicret eden sahâbeye yardımcı olanlara ise, ensâr denmiştir.
"Muhâcir" ve "Ensâr" kelimeleri, azîz Türk milleti için çok önemli görüldüğünden, ilgililer, bilhassa Irak ve Suriye'den gelen muhâcir/mülteci/göçmen/sığınmacı kişiler için "muhâcir"i, onları karşılayıp yardımcı olmaya çalışanlar için de "ensâr" kelimesini kullanmayı tercih etmişlerdir.
Bir defa şunu peşinen ifade etmeliyim ki, bu iki kelimenin, bugün, bu bahsi geçenler için kullanılması gayet yanlıştır, içi boşaltılmış ifadelerdir. Dîğer taraftan da, bu 'benzetme ile',O Mübârek Kişiler'in rûhları incitilmektedir.
Vatanlarını korumaktan âciz kaçak kişilerin Türkiye'ye ve bâzılarının da Türkiye'yi beğenmeyerek başka ülkelere gitmek isteyişlerinde hangi "muhâcir"lik anlayışını kabûl edebiliriz?
Peki; altında son model yabancı markalı arabalarla dolaşıp, "ensâr" edebiyâtı yaparak câmi cemaatinden para toplamasının da hangi "ensâr" anlayışıyla bağdaştığını bilmek hakkımızdır.
Mağdur, mazlum, mâsûm, mahlûl çocuklar ve bu çocukların anneleri, elbette ki himâye görmelidirler. Fakat, görünen/gördüğüm/ şâhit olduğum odur ki, câmi avluları, sokak başları, ana caddeler, hiç de böyle söylememektedir.
"Muhâcir" ve "Ensâr" !.. Ne âlâ esrarlı iki kelime!!!
Hani sınırlarımızda murakabe, hani komşularımızla iştişâre, hani Devlet'i devlet yapan ana hukuk ve adâlet sisteminin müessiriyeti!..Kuş uçurtulmaması gereken sınırlarımız 'yolgeçen hanına döndü' denildiği zaman niçin hiçbir şey yapılmadı da, bugün bu fecî vaziyetle karşı karşıyayız?!..
Resmî olarak Devlet eliyle yapılan masraf, 20 Eylül 2016 târihi îtibâriyle, Cumhurbaşkanı tarafından Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda şöyle açıklanmıştı: " Türkiye mülteciler için şu ana kadar 25 milyar dolar harcadı." (Bknz. memurlar.net, 20 Eylül 2016, 21.55)
Yardımsever Türk milletinin yaptığı dîğer yardımlar da işin cabası değil mi?!..
Ki, bu milletin hazînesinden, "Tecâvüz Adası"olarak anılan, yüzlerce Müslüman Türk kadın ve kızının intiharına sebep olan adada bulunan Akdamar Kilise'sinin tamiratı/restorasyonunu için yapılan harcama da, o dönemin Başbakanı olan Erdoğan tarafından, 13 Nisan 2013'te Avrupa Parlamentosu'nda şu ifadelerle dile getirilmişti:
"Dediler ki “ Sümela Manastırı’nda ayin yapmak istiyoruz. “ Hay hay” dedim. Geçen yıl Sümela Manastırı’na gittiler Sayın Patrik, tüm heyetiyle beraber, yaklaşık 3 bin kişi filân orada ayinlerini yaptılar. Aynı şekilde Tarsus’ta Alman dostlarımız bizden ricada bulundular. “ Her yıl burada ayinlerinizi yapabilirsiniz” dedik. Onların bu şekilde önünü açtık, onlar orada ayinlerini yapıyorlar. Aynı şekilde Van’da Ermeni Ortodoks Kilisesi yıkılmak üzereydi. O kiliseyi kendi kasamızdan restorasyonunu yaptırmak suretiyle orayı da ibadete açtık. Daha başka örnek vereyim mi? Ülkemizde bulunan ne kadar farklı dinî azınlık varsa hepsinin ibadetini yapma noktasında garantisi benim, sigortası benim. Hepsi ibadetini rahatlıkla yapar. “ (Bknz: Basın)
"Kendi kasamızdan" denilen rakam ise, sâdece Akdamar Kilisesi için 1.5 milyon dolardı(r).
Türkiye'miz , doğudan ve batıdan ve şimdilerde de güneyden bir göçmen kitleyle muhatap olmuş ve olmaktadır. Dünya, bu dünya olduktan sonra, olacaktır da!..Fakat, tedbir!!!
Târihî hâdiselerden edindiğimiz tecrübelerle sâbittir ki, göçler, iktisâdî, kültürel, siyâsî, içtimâî ve askerî sebeplerle vuku bulmuş ve hâlen de çağımızda vahşet derecesine varan korkunç netÎceler meydana getirmektedirler.
Irak'tan, en büyük göç dalgası 1988 yılında Kuzey Irak'ta ki Halepçe katliamı sonrasında 51.542 kişinin göçüyle meydana gelmiştir.
Ardından; 1991 yılında Körfez Savaşı'nın sebep olduğu göçle 467.489 kişi kaçarak Türkiye'ye sığınmıştı.
Tabiî ki; 1992-1998 yılları arasında Bosna’dan 20 bin kişi; 1999'da da Kosova’daki hâdiseler sonrasında 17.746 kişi ve hemen ardından, 2001 yılında da Makedonya’dan 10.500 kişi Türkiye'ye sığınmıştır.
Dikkat edilirse, bunların, şimdikine nazaran çok az sayıda oldukları görülecektir.
Demek ki, bunların hiçbiri, bize, bir tecrübe, bir ibret vermedi ki, sınır boylarımızı tesadüflerin eline bıraktık. Ve tabiî ki, şimdilerde vahlanıyoruz!..
Nisan 2011 başlayıp hâlen de devam eden katliamlar sebebiyle, Suriye’den ve Irak'tan, Türkiye'ye kaçıp gelenlerin sayısını ise, Başbakan Yardımcısı Akdoğan şöyle açıkladı: "Bugün itibarıyla Türkiye'deki göçmen sayısı 2 milyon 733 bin 784 kişidir." (Hürriyet, 10 Mart 2016, 16.41)
Bu sayı, neredeyse bir yıl evvelki sayıdır ve kayıt altına alınmış olanlar mıdır bilmiyoruz. Kanaatimizce, bu sayı, üç milyonun çok çok üzerinde bulunmaktadır.
Şimdilerde ise, -son birkaç aydır- bu göçmenlere/mültecilere veya bâzılarına "vatandaşlık hakkı verilmesi düşüncesi ileri sürülmektedir.
Şunu hemen ifade edeyim ki, vatandaşlarımız hayli tedirgindir. Irak'tan ve Suriye'den gelen insanların içinde çok sayıda mağdur elbette ki vardır. Ancak; büyük bir ekseriyeti vatanlarındaki savaştan kaçarak buralara gelip âdeta keyif sürmektedirler. Eğer, bu bahsettiklerimin içlerinde, biraz olsun, "Vatan sevgisi îmândandır" mübârek hadîslerinin şuûru var ise,-en azından- Mehmedciğin, onların vatanlarında verdikleri mücâdeleye katılırlar ve az da olsa gayret sarfederlerdi.
Böyle bir gayretlerine şâhit olan varsa, lütfen söylesin!..
Dîğer taraftan, Birleşmiş milletler Mülteciler Zirvesi'nde konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle diyor: "Sığınmacıların çalışmalarına izin veriyoruz ve vatandaşlık sürecini de başlatmış vaziyetteyiz" ( EN SON HABER/ 21 EYLÜL 2016)
Buraya kadar "muhâcir" denilen bu kişiler, artık, (belki de Batı'ya karşı, bilemem), "mülteci, göçmen ve sığınmacı" kelimeleriyle ifade edilmektedirler. Yâni; mes'ele dönüp dolaşıp, "muhâcir-ensâr" muhabbetinden, "mülteci/göçmen/sığınmacı vatandaşlığı"na getirilip dayandırılmıştır.
Ve yine; Erdoğan, bunları kastederek: Bunların içinde çok iyi yetişmiş insanlar var, mühendisler var, avukatlar var, doktorlar var, vesaire, vesaire. Bunlardan istifade edelim. Sağda solda kaçak olarak çalışmaktansa, vatandaşımız olarak, bu milletin evlâdı olarak çalışsınlar." ( Sputnik Türkiye, 21:26, 06.01.2017)
"Bu milletin evlâdı olarak çalışsınlar" ifadesine biraz takıldım. Benim dedelerimin biri -annemin babası Derviş Reis oğlu Mustafa Hindistan, (1298?/1882?-1968) senelerce Yemen'de askerlik yaptı.
Dönüp memleketine geldi. Dönüp geldiği zamanlar bile Anadolu bir yangın yeriydi. Toprağı eşeledi. Didindi, gayret etti. Kuru toprağı, elleriyle, kazma kürekle, eledi, suladı, dikti, terini döktü, vatan yaptı. Yokluk, sıkıntı çekti, canı pahasına vatan yaptığı yerde yaşadı. Çoluk çocuk yetiştirdi. Rahmeti rahmana kavuştu.
"Bu milletin evlâdı olmak" öyle kolay mı? "Bu milletin evlâdı", asırlardır bu topraklarda ter döktü, kan akıttı, can verdi. Hâlâ da, döküyor, akıtıyor, veriyor!..
Peki; adam, mühendis, avukat, doktor...fizikî gücü yetmiyorsa, vatanının kurtulması için başka türlü bir hizmet arzusu yok mu?!.. Bizim, birçoğu asgarî ücrete bile râzı nice meslek okulu mezunlarımız, öğretmen adaylarımız, v.s. ...bomboş geziyorlar!..
Ve peki, Türkiye'den dönüm dönüm arsa ve kat kat bina satın alanlar kimin milleti ve onların, tam da bu sıralarda Türkiye'yi tercih sebebleri nedendir acaba? Bu dilenenler, sürülenler, aç ve susuz kalanlar, onların vatandaşı, hısım akrabası değil midir? Hiç mi, insanî düşünceleri, "dîn kardeşlikleri", "kan kardeşlikleri" yoktur?!..
Meselâ; Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bunlar için şöyle bir hüküm koyamaz mı? "Arkadaş; sen, şu kadar arsa, bağ-bahçe ve şu kadar bina, at-kat-yat vesaire alıyorsun. Öyleyse, Türkiye'de dilenen kendi vatandaşın için, bu aldıklarının yüzde şu kadarını da vergi vereceksin!.. Olmaz mı?
Bizim hazır paramızdan niçin yesinler? Bizim, kasamızdan -ki, bunda fert fert herbirimizin hakkı vardır- niçin onlara harcansın? Bilinmelidir ki, bu, yardım etmek değildir!..
Ne "Ensârlık" , böyle olur, ne de "Muhâcir"lik!..Bu vasıfları kazanmak, bu kadar ucuz değildir ve zâten herkesin de harcı olamaz!..Bilinmelidir ki; yukarıda da belirttiğim gibi, bu iki vasıf, O Mübârek Zâtlara mahsustur!
Peki; bunların içinde, ne kadar casus, ne kadar Türk İslâm düşmanı, ne kadar Türkiye muhalifi , ne kadar bölücü unsur, ne kadar câni, hırsız, yankesici vardır, tâkîbi ve hesabı yapıldı mı?
Yine peki; -şimdi ve zaman içinde, bunların eğitimi, iş ve mesken sâhibi olmaları, sağlık hizmetleri, aşayişleri vs. nasıl sağlanacaktır? Bugün bile, sosyolojik olarak dengeleri sarsan bu hâlin, birkaç sonrasındaki tehlikeleri istişâre edilmiş midir?
Şüphesiz ki, vatandaşlığa kabûlün siyâsî ve hukukî ilkeleri, şartları vardır. Bunlar, elbette ki, ilgililerin düşünmesi gereken hususlardır.
Ancak; kültürel, iktisâdî ve sosyolojik şartlar iyi hesap edilmelidir. Bence, yeterince edilmemiştir, edilmemekte ve geçiştirilmektedir.
Benim çocuklarımın ve torunlarımın hakkını her kim ve her kime bonkörce dağıtıyorsa ve ayrıca, fert olarak bana da zarar veriyorsa, bunun hiçbir zerresini kabûl etmiyorum ve asla ve kat'iyyen, bu bedavadan ikrâm edilen/dağıtılan paralardaki hakkımı da helâl etmiyorum!...
Bilinmelidir ki; şu anda yaşanan huzursuzluğun, çok değil beş-altı, bilemedin on yıl sonraki sınırı, Türkiye'nin sosyo- ekonomik ve sosyo-kültürel yapısı bakımından hiç de iyi olmayacağı kanaatimi söylemeyi de zarûrî görüyorum.
Yaşadığımız ân îtibâriyle, Türk toplumuyla uyumsuz üç milyonu aşkın "mültecinin/ göçmenin/ sığınmacının" on yıl sonraki nüfusu, menfî olarak birçok şey değiştirmesi ve daha ağır şartları da beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Bunu idrâk etmek için de, öyle zeki falan olmaya da gerek yoktur.
"Görünen köy, kılavuz istemez!"
Târihî hakikatlere ve bu hakikatlerin sosyolojik tahribatlarına bakmak kâfidir.
Şu da bir gerçek ki, bu mültecilerle kültürel, dînî ve sosyolojik müşterekliklerimizin de çok fazla olduğunu söyleyemem. Bu da, sâdece bir tahmindir ve hislerim, bana böyle söylüyor, o kadar!..
Prof. Dr. Mehmet Kaplan diyor ki: "Bizim geri kalışımızın gizli sebepleri yok. Bütün sebepler ortada. Hatayı bile bile yapar, sonra şikâyet ederiz."
Vesselâm!..