Çok kimse, artık, şu “ekol”, bu “vezin” demiyor, önlerine çıkan dergide, varsa gazetede, feysbukta çalakalem yazıp, neredeyse her hafta, çeşitli kuruluşlar tarafından düzenlenen “şiir toplantıları”nda, bu alelacele yazdıklarını şiir diye okuyorlar.
Aslında, fena da değil, gibime geliyor. Çünkü; her kişinin, en azından kendisini p(i)sikolojik bakımdan tatmin etmesi de bir nev’i “terapi” yerine geçiyor.
Bunların, şiiri aradığını sanmıyorum. Ekserisi, şiiri aramış olsalar, biraz temele inerler ve kitap çıkarmaktan ziyâde, hakîkî şiirin özüne ulaşmak isterler, maksadını ve icrâcılarını tanımak zahmetine katlanırlar.
Okullarımızda -üniversiteler dâhil- bir estetik anlayışın bulunmaması, edebî zevkin bir hayat tarzı hâline getirilememesi ve bunun yanında, sâdece resim-mûsıkî gibi bâzı san’at dalları üzerinden yürütülmesi, toplumdaki bu çelişkinin de tabiî netîcesi olmaktadır.
Senelerdir, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne gireceklerin mutlaka bir “kompozisyon” imtihanından geçirilmesini teklif ettim ve savundum fakat her nedense Türk dilcilerden kimse buna yanaşmadı. Sebebini hâlâ da anlayabilmiş değilim!..
“Ben yazdım, oldu” anlayışıyla, şiir değil, hiçbir zanaat meydana gelmez.
Zaman zaman şiir toplantılarına gidiyorum. Oralarda diyorum ki; “Arkadaşlar, herkes yazdığı şiirleri burada okuyor. Gayet güzel. Hepsini de şöyle veya böyle alkışlıyoruz. O da, güzel!..Alkış nedir? Takdirdir. Başarıdır. Âferindir!..Mükemmelliği kabûldür. Doğru mu bu? Doğru! Peki, vicdânen rahat mıyız? Cevap yok!..” Çünkü; yaptığımızdan emin değiliz!..Velhâsılı, kendimizi kandırıyoruz, o kadar!..
Şiir okumaya çıkıp mikrofonu eline alanlar, önce, şu cümlelerle konuşmaya başlıyorlar: “Bu şiiri, akşam yatmadan önce yazdım”; “Ben, sabah kalkınca, güneşin doğuşunu seyrederken birden bir ilhâm geldi. Hanıma-çoçuklara, sessiz olmalarını söyledim..Çünkü, hemen yazmam gerekiyordu...Taksi durağının yanından geçerken bir gariban gördüm içim sızladı, kenara çekilip şu mısraları döşendim!..Falan-filân!..”
Olmaz mı/olamaz mı? Elbette ki, olur! Niçin olmasın!..
Dikkat buyurunuz; 48 sayfalık üç farklı sanat edebiyat dergisinin birinde otuz; diğerinde 32 ve üçüncüsünde ise 64 şiir saydım. En az’ı otuz!..Bu durumun sevindirici mi yoksa düşündürücü mü olduğunun îzahı gerekmez mi?
Peyami Safa, 1942’de Yeni Mecmua’da yayınladığı “Şiire Dair Bir Konuşma” başlıklı yazısına şöyle başlıyor:
“Konuşuyorduk.
Sordu:
-Ya şiir? Bizde çok şâir ve az şiir var.
-Bu şâir bolluğu ve şiir kıtlığı nereden geliyor?
-Şiiri az anlayanların çokluğundan.
-Okuyanlar arasında mı, yazanlar arasında mı?
- İkisi birbirine bağlı. Şiirimizin hem edâsı, hem de muhtevası kısırlaşıyor. Tersinden bakalım: Edâ ne kadar fakir! Dasdaracık bir folklor kalıbı ve daha beteri âhenk, vezin, kafiye gibi şekil disiplinlerine dilini çıkaran bir şımarık çocuk serkeşliği...”
Yazı uzayıp gidiyor. Yalnız, “Şiir büyük bir kültür ister mi?” sorusu üzerine, Peyami Safa yazısını şöyle bağlıyor:
“-Kültür, seziş, düşünce, görgü, deneme, ruhu şişiren, büyüten, harekete ve varlıkla temasa getiren her şey, ruha ait her faaliyet çeşidi...Şiir bunların topuna birden muhtaç...”(1)
Demek ki, geçen zaman içersinde fazla bir şey değişmemiş!..Sabahtan akşama veya akşamdan sabaha yazılıp, salonları inleten şiir hârikalarıyla (!) buluşuyoruz. Kimse, kimseye, “Bu, nasıl şiirdir?” demiyor/diyemiyor. Bir alkış, bir takdir, bir âferin, bir işte bu, bir alım-çalım ki sormayın!..
-2-
Şiir yazıp da, yaşları otuzlarda kırklarda olanlar, hattâ biraz daha öncesi, bilmiyorum, Ahmet Yesevî’yi, Hazret-i Mevlâna’yı, Yûnus Emre’yi değil, Yahya Kemal’i, Mehmet Âkif’i, Ârif Nihat’ı, Necip Fâzıl’ı, Peyami Safa’yı, Faruk Nafiz’i, Orhan Seyfi Orhon’u, Basri Gocul’u, Orhan Şaik Gökyay’ı da değil, Mehmet Çınarlı’yı, Feyzi Halıcı’yı, Nihat Sami Banarlı’yı, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu ne kadar tanıyor ve hatırlıyorlar!..Ya şimdikilerden hangisini?!
Elbette, kimsede suç aramıyorum...Benim yetiştiğim zamanlarda bile, bunların önemi, bize anlatılmıyor, yaşayan-yaşamayan edib, şâir ve fikir adamları hakkında yeterince bilgi verilmiyordu.
Fakat, ben, şahsen, yirmili yaşlarımda kitapçılarda dergi arıyordum.
Fakat, mes’eleye bir başka açıdan bakınca da, şimdiki gençlerde, o kadar sıkıntılar görüyorum ki, akıl alacak gibi değil!..İmkânları, ne yazık ki, onlara imkânsızlık olarak dönüyor.Aynen böyle!..
Bilgisayar mı dediniz, var!..Telefon mu dediniz, en âlâsından!..Gezip-tozma mı dediniz, her yer çoğunun ayaklarına serili!..Hatta, son model arabalılar bile az değil!..
Peki, sıkıntı ne?!
Sıkıntının büyüğü ve en önemlisi, sıkıntıyı yaşamamak!..Bâzı şeylerin kendilerine gösterilmemesi, yaşatılmaması, hissettirilmemesi...Benden yaşlılar da bahsederdi, efendim, yalın ayak gezdiğimiz günler, derlerdi ki, ben de gezdim. Efendim, okula gitmek için saatlerce yürür-dönerdik...Ve daha niceleri!..Hepsi doğru...Ya şimdi..
Şimdi, bunların, usûlünce söylenememesi, hiçbir zeminde, onlara tattırılmaması, muhatap ettirilmemesi...Hepsinin, onlara, sâdece bir hayâlden ibâretmiş gibi gösterilmesi..Yâni, öndekilerin, usûl ve üslûp bilememesi..
Mevlâna’yı Mevlâna, Yûnus’u Yûnus yapan îmân, fikir, gayret, azim, hedef, his ve idrâk ne idi?
Okumanın, yazmanın, bütün maddî fırsat ve imkânların en kıt olduğu zamanlarda, bir insan, 25.618 beyitlik Mesnevî’yi, 40.380 beyitlik Dîvân-ı Kebîr’i, Fîhi Mâ-Fîh’i, Mecâlis-i Seba’yi ve devrinin mühim şahsiyetlerine 147 mektubu nasıl yazabilmiştir?
Bir şâir namzeti, bunları bilecektir!..
Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî için: “Mevlâna Hüdâvendgâr bize nazar kılalı/Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır” diyen Yûnus Emre, dünya şiirinin bediî zirvesine hangi mânevî idrâkin cehdiyle çıkabilmiştir?
“Benim için şiir nedir ki, ben ondan bahsedeyim? Benim diğer şairlerin sanatlarından, hünerlerinden başka sanatım, hünerim vardır. Ben, Hakk âşığıyım” diyen Hazret-i Mevlâna, bütün yazdıklarını şiir olarak olarak yazdığı hâlde, “Hakk âşık”lığını her şeyin üstünde tutmaktadır. Niçin?
Bugünün şiir furyasının bundan alacağı hiç mi bir hisse yoktur? “Cümle şâir dost bağçesi bülbüli/Yûnus Emre arada dürraclana” diyerek, sâdece Türk şiirine değil, dünya şiirine de numûne teşkil eden şâirin şu mısrâlarını tahlilde niçin bunca zaman geciktik?
“Yûnus sözi şiirden ammâ aslı (dur) kitabdan
Hadis ile dinene kay (bilgil) sâdık olmak gerek”
Beytiyle, söz’ün asıl özünde neyin müessir olduğunu da şöyle ifade eder:
“İy sözlerün aslın bilen gel di bu söz kandan gelür
Söz aslını anlamayan sanur bu söz benden gelür”
Bir şâir namzeti bunları bilecektir!..
Her devrinkilere olduğu gibi, günümüzün şâirlerine de istikamet çizecek olan bu mısrâların özüne nüfûz edebilenler kazanacaktır. Sathî, sâdece kalıba/kabuğa itinâ göstermek, şiirdeki cevherin yakalanmasına ve ifşâsına müsaade etmez.
Hikâye, roman, masal, d(ı)rama, bu bahsin içinde yaşayamaz. Onlar, tıpkı p(ı)lâstik/maddî san’atların yapısında ve kişi veya cemiyet iç-dış gerçekliklerini anlatmakla meşgûldürler. Bu bakımdan; şiirdeki inşâ, sâdece kalıba/dış cephe süsüne değil, iç muhtevâ derinliğine ve zenginliğine de tâbidir.
Akşamdan sabaha veya sabahtan akşama, filânca kişiye veya manzaraya bakıp bu sözleri kâğıda döktüm, işte şiir demenin de bir müdafaası yoktur. Doğrudur, bir anda, öyle bir mısrâ, beyit veya kıt’a düşer ki, yepyeni bir hareketin başlangıcı da olabilir. O, ayrı!..
Yoksa; “Uyanmak Zamanı” adlı şiir kitabımdaki, “Ses” başlıklı şiirimde sunduğum :
“Kalble beyin arası
Med ve cezir diyârı”
Mısrâlarımın hiç mi hiç, bir hükmü olmaz. Şiirde; seçilecek kelimelere, âhenge ve “kalb ve beyin arası”ndaki “inişli-çıkışlı-dolambaçlı” her inceliğe dikkat etmek ve bu noktada, “kalbden/gönülden” gelen sesi, “beyinle/akılla” muhakeme etmesini bilebilmek mecbûriyeti vardır.
Çünkü, şiir, her şeyden önce, bir cihetiyle de, az ile, çoğu ifade edebilme san’atıdır. Bu “furya”dan kurtulmamızın başka çaresi asla mümkün değildir!..Kat’iyyen!..
-3-
Sıkıntı eski!..Büyük ve devam ediyor!..
Necip Fazıl Kısakürek, Ergun Göze’nin kendisiyle yaptığı bir mülâkatın bir yerinde şöyle diyor: “Edebiyatımızın münhal memuriyeti benim nazarımda şâirlikten önce münekkitliktir.” (2)
Ne demektir bu?
Şu demektir ki, tenkit, aynı zamanda bir istişâre’dir. Bir muhakeme imkânıdır. Bir murakabedir. Bir zihin disipliinidir. Bu istişârede bulunmayan şâirin güzel’e ulaşması zordur.
Çok duyulmuş ve bilinen bir husustur: Büyük şâirimiz Yahya Kemal Beyatlı, Ok şiiri hâriç bütün şiirlerini arûz vezniyle yazmıştır. Ok şiiri, hece vezniyledir.
O’nun; Rindlerin Ölümü başlıklı bir şiiri vardır. Bu şiirinin bir mısrâsı, başlangıçta “Karanlık serviler altında kalan kabrinde” şeklindeydi. Şâir, bu mısrâdan çok rahatsızdı ve “bir yıl sonra”, “Karanlık serviler” yerine, vezin, mânâ ve âhenge uygun bir kelime bulabilmiş ve mısrâyı “Ve serin serviler altında kalan kabrinde” olarak değiştirmiştir.
Bir şâirin, titizliği ve şiire gösterdiği hürmet yanında, kendini aşması da budur!..
Peyami Safa, 1958’de Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan “Üslûp Çalışmaları” adlı makalesinde (3) nesir yazıları hakkında da, Batılı romancılardan örnekler sunar. Bunlardan sâdece birini arzediyorum:
“Dünya edebiyatında “üslûb tiryakileri, üslûb meraklıları, üslûb delileri, üslûb manyakları” diyebileceğimiz büyük muharrirler vardır. Bunlar, yazının ifade tarzına ve plâstik değerine, mânaları kadar ehemmiyet verirler. Geçen asırda Fransız edibi Chateaubriant ve Gustave Flaubert bunlardandı.
Chateaubriant meşhur Atala’sının ölüm parçasını M. de Fontane’a okumuş ve şu cevabı almış:
“ -Olmaz! Olmaz! Bir daha yazınız!”
Muharrir diyor ki:
“Daha iyisini yazacağımı sanmıyordum. Hepsini ateşe atmak istiyordum. Sabahın sekizinden akşamın onbirine kadar masamın önünde kaldım. Başımı ellerime dayadım. Yazamıyordum. O kadar ümitsizdim.”
Fakat gece yarısına doğru ilham gelmiş ve edebiyat kitaplarına geçen örnek parça yazılmış.
(...) Hâtıralarında diyor ki:
“Aynı sahifeyi yüz defadan fazla yazdım, bozdum, yeniden yazdım. Bütün eserlerim arasında dili en kusursuz olanı budur.”
Söz romandan açılmışken, bir hâtıramı da paylaşmak isterim. 16 Aralık 2012 tarihinde, Türk Ocağı’nda bir konferans vermek üzere Samsun’a gelen millî romancımız Emine Işınsu ve eşi Prof. Dr. İskender Öksüz ile, korferans sonrası kısa bir sohbetimiz oldu. Orada, Emine Işınsu Hanımefendi’nin, bu hususa örnek olabilecek çok değerli bir cümlesini not etmişim. O cümlesi şudur: “Ben, bir romanımı iki defa yazıyorum”.
Demek ki, bizim de, hakîkî mânâda, üslûb kahramanlarımız bulunmaktadır. “Bir romanı iki defa yazmak”, hangi irâdenin, hangi azmin, hangi emelin ve hangi zamanın eseri olabilir!..
Son örneğim, Necip Fâzıl’dan... Prof. Dr. M. Orhan Okay, Necip Fazıl Kısakürek (4) adlı eserinde, Necip Fâzıl’ın Çile başlıklı şiiri hakkında şöyle diyor: ”Bu devrenin, aynı tema ile ilgili en dikkate şayan şiiri Senfonya adıyla 1939’da Yeni Mecmua’da çıkar. Doğrudan doğruya dînî bir tema üzerinde kurulmadığı muhakkak olan bu şiir, gerçekte mistik ve metafizik bir çilenin ifadesi olması bakımından değer taşır...
(...) Daha sonraki bütün kitaplarında Çile adıyla çıkan bu şiir ilk şekliyle bir batı müziği formunun adını taşır: Senfonya. Yine herbiri bir batı müziği terimi olan dört bölümün adı da (Allegro-Adagio-Antande-Finale) daha sonraki basımlarında kaldırılmış, aralıklar sâdece noktalarla gösterilmiştir”.
Bu hususta, bizzat Necip Fâzıl, Abdülhakim Arvasî Hazretleri’ne okuduğu bu şiiri hakkında şu bilgiyi verir:
“Çile şiirimi de derin derin dinlediler.
Ve sükût..Hattâ memnuniyetsiz bir sükût...
Sonradan ben de derin derin düşündüm; ve bu memnuniyetsiz sükûtu, şiirin kendilerine okunan ilk şeklindeki bazı edeb hatalarına yordum. Gerçekten, şiirde, onun ilk yazılış şeklinde, mukaddes ölçüleri taşırır gibi edalar vardı. Vefatlarından sonra bunları düzelttim. Ne yapayım; yavaş yavaş adam oluyorum. Okyanuslar gibi dalgalanan çamur nefsimi yüksük yüksük süzmeye memurdum.” (5)
Mes’ele, budur!..
Yâni; ”Okyanuslar gibi dalgalanan çamur nefsi...yüksük yüksük süzebilme”ye “memur” olabilmek!..
Şiirde olsun, dîğer güzel san’at dallarında olsun, bu irâdeyi göstermek, bu yola koyulan herkese lâzım olan tavsiyeler ve nasihatlerdir!..
KAYNAK
Peyami Safa, Sanat Edebiyat Tenkit, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1976, Sf. 253-256
Ergun Göze, İçimizden 30 Kişi, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1975, Sf. 172
Peyami Safa, Sanat Edebiyat Tenkit, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1976, Sf. 175-180
M. Orhan Okay, Necip Fazıl Kısakürek, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987, Sf. 49
Necip Fazıl, O ve Ben, b. D. Yayınları, İstanbul 1998, Sf. 137
EDEBİCE DERGİSİ, SAYI: 20, SONBAHAR/2019, SF.73-76