Zaman üzerine tarih boyunca yürütülen tartışmalarla biraz ilgilenirseniz, saat tik-taklarının bu muazzam meselede sadece bir alt başlık teşkil ettiğini hemen anlarsınız. Diğerlerini fark etmek için ise daha yakından bakmalısınız. Örneğin merceğinizi uygun bir açıya ayarladığınızda, gök cisimlerinin hareketlerini esas alan aralıklara göre belirlenmiş “objektif” zamanın, özel takvimlerle nasıl anlam kazandığını görürsünüz. Ard arda dizilen ânların soğuk akışını, bireysel ve toplumsal takvimlerimiz sayesinde insani bir renge boyarız. Doğumlar, ölümler, evlilikler, mezuniyetler… Çok uzatabileceğimiz bir “özel” günler listesi, kişisel hafızamızın koordinatlarını belirler. Benzer bir biçimde toplum olarak paylaştığımız takvimimiz de zamanı, kültüre/medeniyet çevresine tercüme ederek yerelleştirir. Yazımızda bu hayli girift ve uzun konunun derinliklerine dalmak niyetinde değiliz. Kısa girizgâhımızın sebebi, âdet olduğu üzere her yılbaşında yapılan “muhasebeler” hakkında düşünmeyi kolaylaştıracak bir bakış açısı sunmak. Şimdiye kadar söylediklerimiz, astronomik zamanın bireysel/toplumsal/kültürel bağlamlarla ilişkisine işaret ediyor. Biz de geride bıraktığımız seneyi zorunlu olarak belirli referanslar etrafında değerlendireceğiz. Bir yıllık zaman dilimini hangi kriterle gözden geçireceğimiz sorusunun cevabı ise, yazının başlığına taşıdığımız “hatırlama” fiilinde gizli. Bugün yaşadıklarımızın tamamı, yarın bizim için “geçmiş”e dönüşür. Geçmişle tarih arasındaki önemli çizgiyi de hatırlayarak çizeriz. Düne ait şeylerden hatırlamaya değer bulduklarımız tarihleşir, diğerleri ise geçmişte kalır. Öyleyse yılbaşında asıl merak ettiğimiz şey, 2011’de yaşananlardan hangilerinin gelecekte tarih kabul edileceği. Bu merakı layıkıyla tatmin edebilmek için tarihin gelecekten bakan gözlerine ihtiyacımız var. Yani neredeyse imkansızı istiyoruz. Ancak pes etmemeliyiz. Çünkü, kesin cevap arayışlarından vazgeçer, sesimizi hata yapmayı kabul eden bir tevazu tonuna ayarlarsak zorluklara rağmen yine de bir şeyler söyleyebiliriz. Öncelikle, 2011’de şahit olduğumuz tek tek olaylar arasından zamana dirençli dinamiklerin tezahürü niteliğindekileri belirlemeliyiz. Bu gözle baktığımızda dikkatimizi hemen batıdan doğuya doğru gerçekleşen güç kayması çekiyor. Etkilerini tüm boyutlarıyla hissettiren hegemonik geçiş süreci, dünya sisteminin önümüzdeki yıllara damgasını vuracak en temel dinamiği. Öyleyse, "tarihî" sıfatını hakedecek hadiseleri seçerken bu sürece odaklanmalıyız. Peki hangi olayları bu dinamikle ilişkilendirebiliriz? Daha önceki geçiş dönemlerinin tecrübelerini veri kabul edersek, özellikle Avrupa ve ABD’den gelen finans krizi haberlerini listenin ilk sırasına yazmalıyız. Elbette krize eşlik eden önemli jeopolitik değişimleri de unutmamalıyız. Ekonomik krizler, küresel politik ekonomide kartların yeniden dağıtılması için uygun zemini sağlar. Ancak bu alanın oyuncuları yalnızca devletler değildir. Değişim yaşanırken eski hegemonik düzenin üzerinde yükseldiği toplumsal yapılar da sarsıntı geçirir. Sistemin coğrafi kalbinde ciddi protestolarla açığa çıkan bir istikrarsızlık dönemi başlar. Örneğin ABD’deki yalnızca Wall Street’i işgal et eylemleri değil, sağ popülizmin unsurlarını bünyesinde barındıran Çay Partisi hareketi de bu dalganın yansımaları olarak okunmalı. Ayrıca krizden daha ciddi biçimde etkilenen Avrupa’da da taşlar yerinden oynamış vaziyette. İstikrarsızlık dalgası AB üyesi devletler arasındaki ilişkileri vurduğu gibi, siyasi yelpazeyi de temelden dönüştürüyor. Yabancı düşmanlığı ve İslamofobia, önümüzdeki dönemde Avrupa’dan söz edildiğinde malesef daha sık gündeme gelecek. Çünkü ekonomik kriz ırkçı partilerin yükselişini hızlandırıyor. Bu partilere seçmen kaptırmak istemeyen merkez partiler aşırı sağın programlarını adapte ediyor. Önümüzdeki yıl, başta ABD olmak üzere birçok önemli ülkede seçimler zamanı. Ekonomik krizin yarattığı yeni siyasî dalganın sonuçları en somut biçimde bu seçimlerde ortaya çıkacak. Yüzümüzü değişimin estirdiği “jeopolitik” rüzgarlara çevirdiğimizde ise geçen seneden 2012’ye bu alanda kalan mirasın da ciddi çatışma potansiyeli taşıdığını görüyoruz. ABD’nin Ortadoğu’daki askeri varlığını küçülterek Pasifik’e yığınak yapma kararı, yeni dünya dengelerini çok güzel özetliyor. Arap Baharı’nın içine girdiği belirsizlik sarmalı ve bölgede Amerika sonrası döneme geçerken beliren çatışma riskleri 2012’deki tartışmalara da damgasını vuracak. Mısır’daki sürecin nasıl ilerleyeceği, Şam rejiminin ne zaman havlu atacağı, Irak’ta mezhep eksenli çatışmaların engellenip engellenemeyeceği cevabını arayacağımız temel sorular. Elbette İran’ın nükleer tesislerini hedef alan bir askeri müdahale de 2012’deki “tarihî” risk haritamızın parçası. Geçiş dönemi, bir isyan çağı aynı zamanda. Hegemonya çözülürken, yerine eskisine benzer bir yenisinin kurulacağı varsayımını da zayıflatan dinamikler bu çağı önceki tarihsel evrelerden ayırıyor. Yalnızca Batı’da ve Ortadoğu’da değil Rusya’da ve Çin’de de sokakların hareketleneceği bir geleceğe ilerliyoruz. Doğu ve Batı’daki strateji çevrelerinde tüm gözler, bu bilinmezlik yumağını çözebilecek ipuçlarını arıyor. “Tarih’in Sonu” çoktan geçmişin karanlıklarına terk edildi. Dünya 2012’ye “Tarihin Geleceği”ni konuşarak giriyor.