15 Ekim 2019 târihinde, Azerbaycan’ın başşehri Bakü’de toplanan “Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (Türk Konseyi/Keneşi) Devlet Başkanları 7. Zirvesi”ne, ev sahibi olarak Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, Kırgızistan Cumhurbaşkanı Sooronbay Ceenbekov, Özbekistan Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev, Türk Konseyi gözlemci üyesi Macaristan Başbakanı Viktor Orban, Türkmenistan Başbakan Yardımcısı Pürli Agamuradov katıldılar.
Toplantıda bir konuşma yapan ve kendisine “Türk Konseyi Ömür Boyu Onursal Başkanı” (Doğrusu: “Türk Keneşi Ömür Boyu Şeref(*) Başkanı”) unvanı verilen Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, “Türk Dilli devletler demeyelim, Türk Devletleri diyelim” teklifiyle, bu hususta, yeni bir çığır, yeni bir ufuk açmıştır.
31 Ağustos 1991’de Kırgızistan; 01 Eylül 1991’de Özbekistan; 18 Ekim 1991’de Azerbaycan; 27 Ekim 1991’de Türkmenistan ve 16 Aralık 1991’de de Kazakistan’ın bağımsızlığını ilân etmesinden sonra, “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Vakfı (TÜDEV)’in düzenlemesiyle, “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı’nın ilki, 21-23 Mart 1993 târihinde Antalya’da toplanmış ve toplantıya, Türkiye, Azebaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Özbekistan ve Türkmenistan katılmıştı.
O günlerde, “Türk’le ilgili” veya “Türk’e âit” mânalarında, “Türkî Devletler” veya “Türkî Cumhuriyetler” tâbirlerinin kullanılması çok yaygındı. Bu; daha sonra, “Türk Dili Konuşan Ülkeler” veya “Türk Dilli Devletler” şekline dönüştü. Böyle olmasına rağmen, SSCB dağıldıktan sonra yapılan bâzı kurultaylarda, Azerbaycan hâriç, diğer Türk Cumhuriyetleri temsilcileri, konuşmalarını Rusça yapmışlardır.
Bu tür toplantılarda, Türk birliği üyesi olan hiçbir temsilcinin, Türkçe’den başka bir dil ile hitap etmesi düşünülemez/düşünülmemelidir. Hattâ; yukarda geçen “konsey” kelimesinin bile müşterek bir anlayışla, ya ‘keneş’ yahut da ‘kurul, kurultay” gibi kelimelerle karşılanması şarttır.
Bu durumda, meselâ, cumhurbaşanları için yapılan toplantının takdimi, “Türk Devletleri Cumhurbaşkanları 7. Yüksek İstişâre Zirvesi” olabilir. Böylece; cumhurbaşkanları seviyesinde yapılan toplantı için, “keneş, kurul veya kurultay” gibi kelimeler kullanılmaz.
“Türk Devletleri” denmesi mutlaka gereklidir. Bu tâbir, henüz devlet olmayan Türk topluluklarını da birlik yolunda teşvik edici olacak, gözleri, bugünlerden, târihe çevirecektir.
Elbette ki, tarihe bakıldığı zaman görülecek olan şey, daha da kuvvet aşılayıcı ve güven verici olacaktır. Zîrâ; tarih boyunca, Türkler kadar devlet kuran/yıkan başka bir millet mevcut olmamıştır.
Şâir-Yazar Yavuz Bülent Bâkiler, 06 Ağustos 2011 târihli Türkiye Gazetesi’nde yayınlanan “Hangi 17 Türk Devleti Beyefendiler?” başlıklı yazısında şöyle diyor:
“Tarih boyunca biz, Türk milleti olarak, 17 devlet kurmadık. Önce bizim 32 beyliğimiz var ki, bu beyliklerin bir çoğu, dünkü ve bugünkü bazı devletlerden daha büyük, daha renkli, daha önemlidirler. Şurası unutulmamalıdır ki, dünya tarihi, Türk soyu ile zenginleşmiş, Türk tarihi ile ihtişam kazanmıştır. Dünyada bizim kadar devlet kuran ikinci bir millet yoktur. Uyuyanlar uyanmalıdırlar; bilmeyenler bilmeli, öğrenmelidirler: Bizim, dünden bugüne 32 beyliğimiz, 38 devletimiz, 15 imparatorluğumuz, 34 hanlığımız, 4 atabeyliğimiz, 10 cumhuriyetimiz var. Özellikleri bakımından beylikler başka, devletler başka, imparatorluklar başka, atabeylikler başka, hanlıklar ve Cumhuriyetler başkadır. ABD Bayrağında 48 yıldız var. Her yıldız bir eyâleti veya devleti temsil ediyor. Peki; bizim devlet forsumuzda neden bir güneşle 16 yıldız karşımıza çıkıyor? Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında kuruldu. Bizim Cumhuriyetimizden önce kurulan Cumhuriyetlerimiz de var. Azerbaycan Cumhuriyeti 1918 yılında, Batı Trakya Cumhuriyeti 1913 / 1915 / 1920 yıllarında, Hatay Cumhuriyeti 1938 yılında kuruldu. 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, 1991 yılında ise Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan Türk Cumhuriyetleri kuruldular. Türkiye Cumhuriyeti ne kadar bizimse, diğer Türk Cumhuriyetleri de aynı ölçüler içinde o kadar bizimdirler. Neden sadece Türkiye Cumhuriyeti ele alınmıştır da, diğer cumhuriyetler dikkate alınmamıştır? Cumhurbaşkanlığı forsunda Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliler ve Harzemşahlar devletleri için birer yıldız vardır da, diğer Türk devletleri için neden yoktur? Bu devletler yanında şu devletler niçin düşünülmemiştir? İşte bizim diğer Türk devletlerimiz:
1- Kuzey Hun Devleti 2- Güney Hun Devleti 3- 1.Cho Hun Devleti 4- 2.Cho Hun Devleti 5- Hsia Hun Devleti 6- Kuzey Liang Hun Devleti 7- Lolan Hun Devleti 8- Tobgaç Devleti 9- Doğu Tabgaç Devleti 10- Batı Tabgaç Devleti 11- Leang Şa-To Türk Devleti 12- Tang Şato Türk Devleti 13- Tisin Şato Türk Devleti 14- Kan çou Uygur Devleti 15- Türges Devleti 16- Karluk Devleti 17- Kırgız Devleti 18- Sabar Devleti 19- Onogur Devleti 19- Tugurkur Devleti 20- Uturgur Devleti 21- Basaraba Devleti 22- Karahanlılar Devleti 23- Doğu Karahanlı Devleti 24- Batı Karahanlı Devleti 25- Oğuz Yabgu Devleti 26- Suriye Selçuklu Devleti 27- Kirman Selçuklu Devleti 28- Anadolu Selçuklu Devleti 29- Irak Selçuklu Devleti 30- Eyyubi Devleti 31- Hindistan Türk Devleti 32- Mısır Türk Devleti 33- Karakoyunlu Türk Devleti 34- Akkoyunlu Türk Devleti 35- Timurlular Devleti”..
Herkesin bildiği bir hakîkat vardır ki, Mustafa Kemal Atatürk, 1933’te, tarihî bir şuûraltı sezgisinin ortaya koyduğu akılla şöyle der:
“Bugün Sovyetler Birliği, dostumuzdur; komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bu günden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir… Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inanci bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Mânevî köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür… Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (yâni Anadolu hâricindeki Türkler’in) bize yaklaşmasını beklememeliyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir…”
Mes’ele budur ve bu işin beklemeye gelen tarafının olmamasını da bugün yaşamaktayız. Şâyet, o günlerden îtibâren, “Türkiye ne yapacağını “bilseydi ve “hazır” olsaydı, bugün, muazzam bir siyâsî, iktisâdî ve kültürel güç olarak dünya sahnesinde bulunur, birbirimizi daha yeni tanıyormuşuz gibi sun’i görünümlü tavırlar içersinde bulunmazdık. Kaldı ki...
Atatürk’ten 58 sene sonra, bu duruma dikkat çeken ikinci bir tespit daha yapılmış ve âcilen, bunun önemine işâret edilmiştir. Bu işâreti yapan, daha sonraları siyaset sahnesine çıkacak olan Alparslan Türkeş’tir.
Bu defa, yıl 1944’tür. Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu, TBMM’de bir konuşma yapar ve, “Ben Türkçü bir başbakanım... Türkçülük bizim için kültür meselesi olduğu kadar bir kan meselesidir.” der. Saraçoğlu’nun bu konuşmasının ardından, Hüseyin Nihâl Atsız’ın mektuplarıyla başlayan hâdiseler, 3 Mayıs 1944 tarihinde milliyetçilerin yaptığı gösterilerle sona erer.
Bunun üzerine, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, “19 Mayıs Nutku” diye anılan konuşmasında, hâdiseleri çok farklı bir mecrâya taşıyarak, mes’eleyi, “Turancılık Dâvâsı”na dönüştürür ve Türkçülük/Türk milliyetçiliği/Turancılık, bâzı şahısların nezdinde mahkeme huzuruna çıkarılır.
3 Mayıs 1944 tarihinde, Hüseyin Nihâl Atsız’ın öncülüğünde başlayan bu harekete katıldıktan sonra tutuklanıp mahkemeye çıkarılanlar(**) arasında üsteğmen rutbeli genç bir subay olan Alparlan Türkeş de vardır.
20 Ekim 1944 târihinde hâkim karşısına çıkarılan Türkeş, dâvâsının haklılığını, “Diğer sanıklar gibi bana da vatan hâinliği isnat edilmiştir. Bunu şiddetle reddederim. Ben yeryüzünde her şeyden çok milletimi ve vatanımı severim. Kelimenin tam mânâsıyla milletsever bir Türk subayıyım.” cümleleriyle özetlemiş; Nihâl Atsız’a yazmış olduğu mektuplar, dâvâ sürecinde karşısına çıkarılmış ve sorguya çekilmiştir.
Tıpkı diğerler arkadaşları gibi, hükûmeti devirmeye teşebbüsle suçlanan genç Türkeş, suçlamaları reddederek şöyle demiştir: “Biz, milliyetçiyiz. Biz bütün Türkler’in, dünyada yaşayan Türkler’in mutlu olmasını istiyoruz, esâretten kurtulmasını istiyoruz. Yâni bu fikir, eğer Turancılıksa; bu fikri taşıyoruz. Biz komünizme karşıyız. Komünizm ideolojisi, beğenmediğimiz bir siyasî ve iktisadî görüştür. Biz milliyetçi yazılar yazmayı, memlekete hizmet kabul ettik. Onun için, Orkun Dergisi’ne yazı gönderdim. Nihâl Atsız Bey’le zaman zaman memleket meseleleri üzerine mektuplaştık.”
Mahkemede, Türkeş ile mahkeme başkanı arasında cereyan eden “Türk Birliği/Turancılık” hakkındaki tartışma, bugün, geldiğimiz merhalede çok mühimdir. Hâkimin, Türk Birliği/Turancılık hakkındaki fikirlerini sorması üzerine genç Türkeş şunları söyler:
“Benim fikrime göre her şeyden mühim olan vesâir sahada en ileri dereceye ulaşması için çalışmak lâzımdır... Turan, yâni Türk Birliği yalnız Asya’dakiler değil, bütün Türklerdir. Yâni ilmî mânâsından başka olarak Türkiye’dir. Memleketimizin ilim, irfan, sanayi, iktisadı bütün yeryüzündeki Türkler’dir. Yâni Türk Birliği yalnız Asya’dakilerle değil, Bulgaristan’daki, Yunanistan’daki vesair yerlerdeki Türkleri de içine alan bir mefhûmdur.”
Üsteğmen Türkeş, müdafaasında, âdeta, SSCB’nin yakın bir zamanda dağılabileceğini işâretle şöyle der:
“Efendim, meselâ 1917 de olduğu gibi 1965’te veya 1999’da Rusya’da bir ihtilâl zuhur edebilir. O zamana kadar Türkiye harp endüstrisi bakımından da ilim ve irfan bakımından da ilerlemiş bulunur ve Türkiye’nin müzahereti ile bu birliğe doğru yürünebilir. İşte fırsat budur.”
Demek ki, Nursultan Nazarbayev’in ifade buyurduğu gibi, “TÜRK DEVLETLERİ” demek çok isâbetlidir ve şarttır. Yalnız, ilk ve baş şartı Türkçe’dir.
İLK VE BAŞ ŞART: TÜRKÇE...
Bugün; bağımsızlıklarını elde ettikten 28 yıl sonra, geldiğimiz noktada, 1933 ve 1944’teki fikirlere ulaşmayı tartışıyoruz. Ne kadar geciktiğimizin farkında bile değiliz. Ancak; bunu tartışacak zamanda da değiliz. Hattâ; diyebilirim ki, İsmail Gaspıralı Bey (21 Mart 1851-24 Eylül 1914) ‘in, “Dilde Fikirde İşde Birlik” düşüncesine ancak yaklaşabildik...Belki de, onu, hakîkî mânâda ancak hatırlayabildik!..
Tabiî ki; bu hususta atılacak ilk adımın ‘Türkçe’ olduğunu, tekraren söylemeliyim.
16-18 Ekim 2019 târihleri arasında Samsun’da düzenlenen, konusu Türkçe olan, “XI. Uluslararası Dünya Dili Türkçe Sempozyumu” sonuç bildirisinin bir maddesi şöyledir: “Türkiye Türkçesi bugün için bütün Türk soylular için ortak bir iletişim dili olma yolundadır.” (HABER TÜRK-18 Ekim 2019).”
Bir defa; Romen/Roma rakamı “XI” ile başlayan ve F(ı)ransızca “sempozyum” la biten bu faaliyetin, “Dünya Dili Türkçe”yle uyuşmadığını da ifade etmeliyim. Bütün dünyanın ve bizim de kabul ettiğimiz (1, 2, 3, 4...) rakamlarını kullanmak varken ölü dil hâline gelmiş rakamların, burada kullanılmaması gerekirdi. “Sempozyum” için ise, denilebilir ki, herkes bunu kullanıyor. Varsın kullansın!..Meselâ, “şölen” diyemez misiniz?
“Dünya Dili Türkçe” denilen yerde, buna riâyet edilmelidir. Kaldı ki, Orhun Kitâbeleri’nde, sâdece bir yerde geçen ve “halk” karşılığında kullanılan “ulus” kelimesi de niçin bu kadar cezbedici olmuştur ve bütün Türk dünyasında kullanılan “millet” kelimesinin yerine geçmiştir, anlamam mümkün olmamıştır.
“Dünya Dili Türkçe”, çok güzel, gurur verici ve sevimli bir ifadedir. Bu dil/Türkçe, dünya dili olmadan önce, birçok yazımda da kayda geçirdiğim ve bilhassa “Dünya Dili Olarak Muhteşem Türkçe” (Bknz. M. Halistin Kukul, Yeni Türkiye Dergisi, Türkçe Özel Sayısı, Yıl: 9, Sayı: 55, Kasım-Aralık 2013, Sf. 1452-1462) başlıklı makalemde de belirttiğim gibi, “Türk Dünyası Türkçesi” nde karar kılmalıdır.
Bu hususlara dikkat göstermezsek, Türkçe, her geçen gün birer birer dökülmeye başlar.
Bir defa, yukarıya aldığım sonuç bildirisinin bu maddesindeki Türkçe, kendi içinde çelişkilidir. Bu kısacık cümlede bile iki defa “için” kelimesi geçmesi bir yana:
“Türkiye Türkçesi” olarak, meselâ, bütün Türk Dünyasında kullanılanlardan, kişi/zat/şahıs/fert mi diyeceksiniz yoksa ucûbe “birey” mi? Peki, kaç tane Türkiye Türkçesi var? Gaye mi, gaaye mi, gâye mi diyeceksiniz? Trabzon mu, Tırabzon mu diyeceksiniz? Bütün Türk dünyasında kullanılan eser mi diyeceksiniz, yapıt mı? Yine, bütün Türk dünyasında kullanılan “kelime” kelimesi yerine “sözcük” kelimesini mi tercih edeceksiniz? Hür mü, tabiat mı yoksa uydurma özgür mü, doğa mı diyeceksiniz? Hangi Türkiye Türkçesi?
Bu cümlede geçen “iletişim” kelimesi, hangi kökten gelmiştir? Türkçe’de “iletişmek” diye bir fiil var mı ki, bunu , Türkiye Türkçesi adına “Türk Dünyası’nın ortak” malı yapacaksınız? Varsa, lütfen söyleyiniz, bilelim!..
Esâs alınması gereken, henüz kendi kaidelerini hâlâ yerleştirememiş Türkiye Türkçesi değil, müşterek heyetlerin bir araya gelip tespit edecekleri “Türk Dünyası Türkçesi” hedefi olmalıdır.
Yapılması gerekenlerin üstleri örtülerek geçiştirilmesi hiçbir ilmî ölçüyle bağdaşmayacağı gibi, hiçbir fayda da sağlamaz, nitekim sağlamıyor da...
Üstü örtülmeye çalışılan her yanlış, bizi, sâdece yeni tartışmalara değil, yeni çıkmazlara sokar.
Türk Dünyası’nın büyük şâiri ve ilim adamı Bahtiyar Vahabzâde’den aldığım 26. 09. 2001 tarihli mektupta şöyle diyordu:
“Türkçe'nin geleceği konusundaki makalenizi büyük memnuniyetle okudum. Benim Azerbaycan'daki 50 yıllık mücadelemin esasını Ana Dili ve onun korunması teşkil ediyor. Siz doğru yazıyorsunuz, haklısınız ki, Türkiye'de dil kurumunun yarattığı uyduruk sözler (eser-yapıt, milli-ulusal, hikaye-öykü gibi) siz Türkiye Türkleri'ni Türk Dünyası halklarının dilinden koparıyor. Siz bir yandan ortak dile gelelim diyorsunuz, öte yandan Türk Dünyası ile ortak kelimelerimizi dilinizden çıkarıyorsunuz. Sizin bu konudaki düşüncelerinize katılıyorum. Bu bakımdan sizin "Öğrenci Seçme Sınavı" adlı makaleniz benim kalbimi fazlasıyla rahatlattı. Bu konularla ilgili olarak sizinle karşı karşıya konuşmak arzusundayım. İnşallah Allah nasip ederse dertlerimizi, fikirlerimizi karşılıklı olarak konuşuruz. Türk Dili'nin tahrip edilmesi konusundaki duygularını paylaşan Ahmet Turan Alkan çok doğru söylemiş: "Biz Türkler ana dilimizi, birbirimizi anlamak için değil, birbirimize muhalefet etmek için suistimal ettik." (Bknz. M. Halistin Kukul, Bahtiyar Vahabzâde’den Mektuplar, Toşayad Kümbet Dergisi, Yıl: 11, Sayı: 44, Nisan-Mayıs-Haziran 2017, Sf. 4-10)
AÇIKLAMALAR
(*) 1. Onur, F(ı)ransızca, (honneur/onör)’den dilimize geçmiş bir kelime olup, “haysiyet, şeref, izzetinefis, fahrî, namus, şan, itibar, iffet” mânalarına gelmektedir.
2. Yine F(ı)ransızca, “honoraire/onorer”, sıfat olarak, “şerefe ait, şerefle ilgili, fahrî” demek olduğuna göre, aslında yâni (honneur)de bulunmayan, yine F(ı)ransızca olan (-s-al) takısını, bu kelimeye nasıl ekleyebilir ve “şeref” kelimesine emsâl yapabiliriz? Kaldı ki...
3. “Parole d’honneur/parol donör”, belirsiz isim tamlaması olarak “şeref sözü” ve “légion d’honneur/lejyon donör” ise “şeref nişanı/şeref madalyası” mânasına geldiğine göre, “onursal başkan” nasıl denilebilir?
(**) Bu mahkemelerde, tabutluklarda işkence görerek yargılananlar şunlardır: Dr. Yüzbaşı Hasan Ferit Cansever, Dr. Üsteğmen Fethi Tevetoğlu, P. Üsteğmen Alparslan Türkeş, P. Tğm. Nurullah Barıman, Top. Atğm. Zeki Özgür (Sofuoğlu), Top. Atğm. Fazıl Hisarcıklı, Nihal Atsız, Hüseyin Namık Orkun, Nejdet Sancar, Saim Bayrak, İsmet Rasin Tümtürk, Cihat Savaşfer, Muzaffer Eriş, Fehiman Altan, Yusuf Kadıgil, Cebbar Şenel, Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Şâir Orhan Şaik Gökyay, Hikmet Tanyu, Reha Oğuz Türkkan, Hamza Sadi Özbek, Cemal Oğuz Öcal, Said Bilgiç, Mehmet Külahlı ve Osman Yüksel Serdengeçti.