Yûnus Emre’nin vefâtının 700. Yılı münâsebetiyle, 2021 yılı, UNESCO (United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization/Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilâtı) tarafından Yûnus Emre yılı olarak ilân edildi.
Buna bağlı olarak, Türkiye de, Cumhurbaşkanlığı nezdinde, hem Yûnus Emre ve hem de “Dünyâ Dili Türkçe” adıyla, bir faaliyetin başlatılması cihetinde adım attı.
Bu güzel, fevkalâde ve mânalı faaliyeti takdir etmemek mümkün değildir. Ancak...
Ne Yûnus Emre ve ne de Türkçe, böyle gelip geçici, belli bir zamanda, âdeta, gösteriş için yapılan faaliyet olmamalıdır. Bu tarzda yapılan faaliyetlerden de fazla bir fayda elde edildiği söylenemez.
Bir defa; başta, üniversitelerimizin Türk Dili ve Edebiyâtı ve Târih Bölümleri, buna, her an hazır olmalıdır. Yûnus Emre olmadan bir dil ve edebiyat tahsili; Orhun Kitâbeleri olmadan da, ne dil, ne târih ne de Türk sosyolojisi olabilir.
Ne yazık ki, Türkiye üniversitelerinde, Yûnus Emre okunmadan/okutulmadan, Türk Dili Edebiyatı Bölümü; Orhun Kitâbeleri okunup tanınmadan da Târih Bölümü bitirilen dönemler olmuştur.
Bu; ‘anatomi’ dersi görmeden Tıp Fakültesi’ni bitirmek demektir.
Türk kültürü; diliyle, dinî, askerî, iktisâdî, an’anevî , bediî hattâ coğrafî değerleriyle bir bütündür. Bu bütünün baş tâcı ise, onun lisânı’dır ki, bu da, Türkçe’dir.
Bu sebeple; bu makalemde, sâdece, “Dünyâ Dili Türkçe” anabaşlığı içinde, ‘Türk Dünyâsı Türkçesi’ hakkında beyanda bulunacağım.
Sözlerime başlamadan önce, ifade etmeliyim ki, bu hususta, 2013 yılında, Yeni Türkiye Dergisi’nin Türkçe Özel Sayısı’nda, “Dünyâ Dili Olarak Muhteşem Türkçe” (1) başlığıyla yayınladığım makalemde de geniş bilgi verilmiştir.
Şurası bilinmelidir ki; Türkçe, bir Türk’ün, tesâdüfen, birilerinin uyarılarıyla üzerinde durulması gereken bir lisân değil; her zaman, her yerde, her hâl ve şartta ve her coğrafyada gönül seferberliğiyle ve fakat ilimle, gelecek nesillere ulaştırılması gereken en mühim ‘kültür bağımız’dır.
Türkçe’nin “Dünyâ Dili” olması için, önce, ‘anavatanları”nda yâni/ Türkiye’de, Azerbaycan’da, Özbekistan’da, Kırgızistan’da, Türkmenistan’da, Doğu Türkistan’da, Kuzey Kıbrıs’ta, Balkanlar’da, Kırım’da, Kerkük’te ve dîğer Türk mekânlarında “müştereklik” kazanmasıyla, ilim dallarında ve bilhassâ söz san’atlarında kendini ispat etmesi gerekir.
Bu ‘hâkimiyet’ yok mudur? Kesin olarak söylüyorum ki, vardı ve vardır; ve dâima da olacaktır. Sıkıntımız şudur ki, bu hususta gerekli ve yeterli mesâfeyi alabilmiş; koruma ve gelişmeyi sağlayabilmiş değiliz.
Sık sık, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” diye telâffuz edilen/ettiğimiz tâbir, elbette ki, bu mesâfeyle de sınırlı değildir. Hangi “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne”? ABD’den Avustralya’ya, Almanya’dan Kuzey Afrika’ya, Arabistan’a kadar yürünen her sahada Türkçe’nin gönül sesi bulunur.
Ancak, biz, sâdece, bu konuşulan/anlaşma vâsıtası olan lisânı/Türkçe’yi kastetmiyoruz: Biz; şiirde, romanda, tiyatroda, hikâyede olduğu gibi, matematikte, fizikte, biyolojide, kimyâda, astronomide, sosyolojide, hukukta, iktisatta, tıpta veya dînî ilimlerde de, Türkçe’nin zirvede yer almasından söz ediyoruz.
Çünkü; dil/lisân, her sahayı ilgilendirir. Onsuz hiçbir şey olmaz; ne ilim, ne de san’at. Yâni; insan hayatının yegâne olmaz/olamaz şartlarının en başta geleni de dil’dir; bu ise, bizim için Türkçe’dir.
Kendi iç mes’elelerini hâlletmiş bir Türkçe, ‘yabancı kelime’ ve ‘uydurukça’nın tesirinden uzak, aslî hüviyetinde yâni, ayrıca; bütün unsurlarını da ‘kaideleştirmiş” bir merhaleye ulaşmalıdır. Ne yazık ki, bu; henüz mevcut değildir.
Meselâ; “Türkçe’nin dilbilgisi”,- ortalama olarak-, herkesin mutabık olduğu bir hâle gelebilmiş/getirilebilmiş midir? Hayır!..Niçin? Çünkü; lisân/Türkçe, bir türlü kendi zeminine oturtulamamıştır.
Bir defa; Türkçe ve Türkçeleşmiş kelimelerimiz hakkında mutabık olunacak kaideler mevcut değildir. Ayrıca; kaidelere uygun bir türetmeyle değil, uydurma kelimelerle ve yabancı kelimelere her türlü serbestliği tanıyarak bir Türkçe inşâsına gidilmiş/gidilmektedir.
Seneden seneye, âdeta “Vay be!” denilerek düşünülmeye çalışılan bir dil, kendi içindeki muzırlarla mücâdele sebebiyle, korunmasını ve gelişmesini nasıl sağlayabilir?
Tabiî ki, sağlayamaz ve arzu edilen seviyede de sağlayamamıştır!..
“Denebilir ki; her dil, dünyâ dilidir. Doğrudur. Çünkü; başlangıç îtibâriyle, dil de, Allahü teâlânın bir lütfu, bir ikrâmı olarak biz "insan"lara sunduğu büyük bir nimettir. Hâdisenin, ilmî, siyâsî ve içtimâî bir hâl alması, maalesef, bu temel hareket noktasını gözden ırak tutmakta veya bu husus bilerek nazarlardan kaçırılmaktadır. “(2)
Çünkü; Rûm Sûresi'nin 22. Âyetinde, Yüce Allah, meâlen, şöyle buyurmaktadır: "Gökleri ve yeri yaratması ve dillerinizin/lisânlarınızın ve renklerinizin çeşit çeşit/ türlü türlü/farklı farklı/değişik oluşu da yine onun delillerinden/derslerinden/âyetlerinden/ibretlerindendir."
O hâlde; “Bizim mes'elemiz; hem ‘dînî bir emir’ ve hem de ‘millî bir şuûr’ olarak, mensubu bulunduğumuz Türkçe'nin, dünyâ dilleri arasındaki mevkisinin ne olduğunu tespittir. Buna rağmen, bu "dil ilmi / lisâniyyât / linguistique ( lengüistik ) ", bizde, arzu edilen seviyede gelişememiştir. Bundaki müessir menfî tavır ve unsurlar da pek çok olmasına rağmen, bunların giderilebilmesi bir yana, neler oldukları tespit edilip müşterek kanaate varılamamış ve zamana bırakılarak yenilerinin de ilâve edilmelerine sebebiyet verilmiştir.”(3)
“Bir dilin cihânşümûl olabilmesinin şüphesiz ki, belli şartları vardır. Bu şartlar; nüfus yâni çok kişi tarafından konuşurluluk; târihîlik yâni mâzîsinin çok eskilere dayanması ve bir diğeri de mekân / coğrafya yâni o dilin geniş vatan sathında kullanılmasıdır.
Bu cihetlerden bakıldığında, Türkçe; takriben üç yüz milyon kişi tarafından konuşulan, târihî derinliği binlerce yılı bulan ve dünyânın bir ucundan bir ucuna geniş mekânlarda / vatanlarda, büyük kitlelerin kullandığı bir mükemmel lisândır.”(4)
Nihad Sâmi Banarlı, Türkçenin Sırları adlı eserinde şu hususlara dikkat çekerek dünyâ dili olmanın âdeta şartlarını ortaya koyar: "Diller, fonetik gelişmelerine, morfolojik teşekküllerine; doğuşlarına, yayılışlarına, basit veyâ sentetik diller oluşlarına ve daha başka dil kaanunlarına göre, türlü araştırmalara mevzû olmuştur.
Fakat dillerin, bir de milletlerin târîhine, târîhî kaderine ve yaşadıkları mâcerâlara göre, bizzat târîh eliyle yapılmış bir sınıflanışı vardır.
Buna göre, bazı diller, kültür ve edebiyat dili olarak başka dillere boyun eğmiş, hatta zamanla başka dil olmuş lisânlardır. Bunların bir kısmı da başka dillerden faydalanmaya bile güçleri yetmeyen, küçük millet, kavim ve kabîle dilleridir. Böyle diller, umûmiyetle bir vatanda, hattâ küçük bir vatanda işlenirler.
Bir kısım diller de vardır ki yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda devlet kurmuş, hâkimiyyet kurmuş, büyük milletlerin dilidir.
Bu diller, pek tabiî olarak, medeniyyet ve hâkimiyyet götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de zengin, büyük diller'dir.
Bir başka söyleyişle, bunlar, alelâde devlet dilleri değil imparatorluk dilleri'dir.
( ... ) Dünyâ târîhinde hem askerî ve hem de idârî imparatorluk , hem de dil ve kültür imparatorluğu kurabilmiş milletler azdır.
Bu saydığımız vasıflara, şüphesiz bâzı mühim farklarla uygun imparatorluk dilleri, denilebilir ki Lâtince, Arapça, İngilizce ve Türkçe'dir.
Bu dillerin hiçbiri özdil değildir.
Esâsen yeryüzünde hiçbir kültür ve medeniyet dili, hiçbir zaman özdil olmak taassubuna ve basitliğine iltifât etmemiştir. " ( 5 )
“Bu cümleler çok sıhhatli bir tahlile tâbi tutulunca görülür ki, Türkçe, ne bir " sentetik " / sunî / yapma dildir, ne de bir " kabîle " dilidir. Pek çok dil âilesinden gelmiş kelimeleri bünyesine katabilmiş ve herbirine mevcut mânâsının üzerinde mânâlar yükleyebilmiş bir kültür ve medeniyet dilidir. Kaldı ki; Türkçe, dünyâda konuşulan birçok dile de kelime vermiştir. Bu kelime alış-verişleri, dilin ana kaidelerine ve yapısına zarar verip onları bozacak derecede faaliyet göstermiyorsa, fazla diyecek bir şey yoktur. Ancak; mevcut kelimeleri saf dışı bırakmayı hedefliyor ve anlaşma unsuru ve vasıtası olarak ârızalara sebebiyet veriyorsa, bu durum mahzurludur hattâ vahîmdir.
Türkçe'miz, bugün, senelerdir yapılan yanlışlar ve aynı yanlışların tekrar edilmesi sebebiyle, zor günler yaşamaktadır. Dünyânın gelişmiş ülkelerinde, linguistique ( lengüistik ) yâni dil ilmi büyük mesâfeler aldığı hâlde, bizde, Türkçe hakkındaki gerek şekil ilmi (morphologie / morfoloji ), gerek menşe ilmi ( etymologie / etimoloji ) ve gerekse ses bilgisi ( phonetique / fonetik ), belli bir merhale kat ederek birer ilim hâlinde sunulamamıştır. Böyle bir lisânın , sözdizimi olarak adlandırılan "syntaxe " ( sentaks ) bahsindeki başarısı ne kadar olabilir ?
Düşününüz; hâlâ, t(i)ren mi diyelim, yoksa tren mi, Kur'ân mı diyelim, Kuran mı, sür'at mı diyelim, sürat mı, mesele mi doğru yoksa mes'ele mi , k(ı)ravat mı diyelim kravat mı, p(i)sikoloji mi diyelim psikoloji mi...tartışması içindeki bir dil nasıl gelişebilir. Dolayısiyle; dilimizin, ciddî bir şekilde düşünülmesi gereken imlâ mes'elesi de mevcuttur .
Dilimize dâir, değişmez bir kaide vardır: "Türkçe, yazıldığı gibi okunan ve okunduğu gibi yazılan bir dildir. "O hâlde; Trabzon yazıp, onu, nasıl Tırabzon okuyabiliyoruz? Trakya yazıp, onu, nasıl Tırakya okuyabiliyoruz? Plan yazıp, niçin pilân okuyoruz; laik yazıp, niçin lâik hattâ lâyik okuyoruz?Branş mı yazıp okuyalım, yoksa bıranş mı? Ne dersiniz?
Gaaye mi, gâye mi yoksa gaye mi doğrudur ? Gaazi mi, gâzi mi yoksa gazi mi demeliyiz?Kaabiliyet mi, kâbiliyet mi yoksa kabiliyet mi yazıp-okuyalım? Aaşık mı, âşık mı, aşık mı doğrudur? Gaaliba mı, gâliba mı, galiba mı doğrudur? (6)
Son yüzyıl içindeki en büyük hamle, muhakkaktır ki, 11 Nisan 1911 târihinde Ömer Seyfettin’in Genç Kalemler Dergisi’nde yazdığı “Yeni Lisan” makalesiyle başlayan Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp’in yürüttüğü Millî Edebiyat akımı/hareketidir.
Bu mes'elenin alevlenmesi, 12 Temmuz 1932 'de Mustafa Kemal'in tâlîmâtıyla kurulan ve daha sonraları Türk Dil Kurumu adını alan Türk Dili Tedkik Cemiyeti'nin faaliyetleriyle devam etti. Bu dönemin bir hulâsasını, Yavuz Bülent Bâkiler'in kaleminden naklediyorum:
" Atatürk'ün, Türkçe konusunda, birbirine tamamen zıt üç görüşü vardır...
Atatürk 1932-1934 arasında dilde tasviyeci oldu. Bin yıldan beri dilimize giren, yerleşen ve herkes tarafından bilinen, sevilen, kullanılan Arapça-Farsça kelimeleri, Türkiye'mizden yasakladı. " Şey kelimesini kullanmayacaksınız. " dedi. Sonra kimsenin kimseyi anlamadığını görünce, bu hatasından kendisi vazgeçti.
1934-1935 yılları arasında, dilde ırkçılıktan uzaklaştı. " Türkçeleşen Türkçe'dir " dedi. Bu, çok doğru bir yoldur. Ben de şimdi bu düşüncedeyim. 1935-1938 yılları arasında, Güneş Dil nazariyesine kayarak iddia etti ki, " İlk insan Türk'tür. İlk lisan Türkçe'dir. Dünyadaki bütün diller Türkçe'den doğmuştur. " Bu görüş yanlıştır. Nitekim İnönü, 1940 yılında Dil Ve Tarih Coğrafya Fakültesi'ndeki Güneş-Dil nazariyesini anlatan dersi yasakladı. Elbette doğru yaptı. " (7)
“ Bâkiler'in bu tarafsız / ilmî tespit ve bakışına rağmen, Türkiye'deki dil münâkaşası, ilmî faaliyet ve hareketten ziyâde, siyâsî bir tartışma hâlinde sürüp gitti ve hâlen de sürüp gitmektedir.
Bir kısım zevât; Atatürk'ün, 1934- 1935 yıllarındaki görüşünü değil de, 1932-1934 yılları arasındaki, reddettiği birinci "tasviyecilik / arı dilcilik / öz Türkçecilik / uydurmacılık " görüşünü ısrarla tâkip ederek, Türkçe'yi tam mânâsıyla bir çıkmaza soktular. Güneş-Dil Nazariyesi'ni (Teorisi'ni ), artık söz konusu yapan hiç kimse yoktur.”(8)
Türk Dil Kurumu Yazmanlarından Ömer Asım Aksoy , "Cumhuriyetin 50. Yılında Gelişen Ve Özleşen Dilimiz" adlı kitabında “Dilin Layikliği” başlıklı yazısında şöyle diyor:
"Dilde layiklik, dinin dile karışmamasıdır. Türkler İslâmlığı kabul ettikten sonra bu dinin dili sayılan Arapça, Türkçeyi yavaş yavaş gölgelemeye başlamış; giderek küçümsenen, kullanılmasından utanılan bir dil sayılmasına, bu yüzden de yoksullaşmasına, unutulmasına yol açmıştır. Bu durum, dilin ulusallığı ilkesine de, bağımsızlığı ilkesine de, devletin layikliği ilkesine de ters düşmektedir. Bundan dolayı dilde din dilinin egemenliği bulunmamalıdır. " (9 )
“Utanılan bir dil” nasıl olur, sâdece, bunu bilmek isterim!..
Kaldı ki; iddiasına göre, Aksoy, en azından, “din, kabul, devlet, ters” kelimelerini kullanmamalıydı.
Bahtiyar Vahabzâde, benim de katıldığım ve bizzat şâhit olduğum, 23-25 Ekim 1992 tarihleri arasında Ankara’da toplanan Türk Dünyası 1. Yazarlar Kurultayı’nda yaptığı konuşmasında şunları söyledi:
“Biz, bütün bu zulüm ve çile rejimine, diktanın getirdiği alfabe değişikliğine rağmen dilimizden kopmadık. Ama şimdi ben sizden soruyorum: Hür, müstakil bayrağı göklerde dalgalanan Türkiye Türkleri olarak siz, nasıl koptunuz güzelim Türkçe’den? Uydurukçanın sizi bizden ayırmasına nasıl müsaade ettiniz? “Eser”i, “kitap”ı atıp nasıl “yapıt”laştırdınız? Niye fakirleştirdiniz Türkçemizi?”(10)
Yine Ömer Asım Aksoy’a göre, Bahtiyar Vahabzâde, “zulüm, ve, çile, rejim, dikta, alfabe, rağmen, ama, hür, müstakil, müsaade, eser, kitap, fakîr” dememeliydi!..
Tabiî ki, bu kadar değil!..
Bahtiyar Vahabzade’den aldığım 26. 09. 2001 târihli mektubunda da bu hususta şunları yazıyordu: “(...) Türkçe’nin geleceği (Bu makalem, Türk Yurdu Dergisi’nin Türkçe’ye Saygı Özel Sayısı, Şubat-Mart 2001, Sf. 267-268’de yayınlanmıştır. M. H.K.) konusundaki makalenizi büyük memnuniyetle okudum. Benim Azerbaycan’daki 50 yıllık mücadelemin esasını Ana Dili ve onun korunması teşkil ediyor. Siz doğru yazıyorsunuz, haklısınız ki, Türkiye’de dil kurumunun yarattığı (Azerbaycan’da, bu kelime, “meydana getirmek” yerine çokça kullanılmaktadır. M. H.K.) uyduruk sözler (eser-yapıt, millî-ulusal, hikaye-öykü gibi) Türkiye Türkleri’ni Türk Dünyası halklarının dilinden koparıyor. Siz bir yandan ortak dile gelelim diyorsunuz, öte yandan Türk Dünyası ile ortak kelimelerimizi dilinizden çıkarıyorsunuz. Sizin bu konudaki düşüncelerinize katılıyorum. Bu bakımdan “Öğrenci Seçme Sınavı” adlı makaleniz benim kalbimi fazlasıyla rahatlattı. Bu konularla ilgili olarak sizinle karşı karşıya konuşmak arzusundayım, İnşallah Allah nasip ederse dertlerimizi, fikirlerimizi karşılıklı olarak konuşuruz...”(11)
Türk Dünyâsı Türkçesi’nin hedefi budur ve bu olmalıdır.
“Birçok makalemde sözünü ettiğim "Türk Dünyâsı Türkçesi" hedef ilke olmadıktan sonra, bütün bu nemelâzımcılıklar, ilimsizlik içinde sürüp gidecektir. Türk Dünyâsı Türkçesi'ni hedefleyen millî bir Türk Dili çalışmasının, mevcut şartlarda, mevcut üniversitelerimizde yapılabileceği kanaatini taşımıyorum. Millî Türk Dili şuûru yeterince gelişmemiş yapıların, bu mes'eleye yaklaşmaması ve ona çözüm aramaması zâten görünür vaziyettedir. Kaldı ki; biraz endîşe taşıyan üniversite mensuplarının da, ders yükleri otuz - kırk saate ulaşırsa, siz varın garebeti seyredin.”(12)
Yapıldığı târihteki bütün İstanbul gazetelerinde yer alan ibretlik bir haber naklediyorum:
“26-27 Nisan 2001 tarihinde Türk Dili konuşan Ülkeler Zirvesi"nin yedincisi İstanbul'da yapıldı.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, Kazakistan Nursultan Nazarbayev, Kırgızistan Askar Akayev, Türkmenistan Saparmurat Türkmenbaşı ve Özbekistan Meclis Başkanı Erkin Halitov ve ev sahibi Türkiye Ahmet Necdet Sezer.
Türkiye ve Azerbaycan Cumhurbaşkanları ancak TÜRKÇE konuşabildi. Zirvenin ortak dili RUSÇA oldu. İstanbul Türkçesi ile ortak alfabe hâlâ gerçekleşmedi.
Türkiye, maalesef, endişeli, çekingen ve ürkek hareket ediyor.
8. zirve 2002'de Türkmenistan'da ( Aşkabat'ta) yapılacak. "
Bugün ne değişmiştir, bilmek hakkımızdır!..
“İstikametimizi , hiç değilse bundan böyle sağlam bir iz üzerinde sürdürebilmemiz gerekir. Her şeye rağmen, en azından bin üç yüz senelik yazılı, ve beş bin senelik sözlü kültüre sâhip büyük bir medeniyetin temsilcisi sıfatıyla, Türk milletinin güzel ve güzîde dili olan Türkçe'nin öncelikli hedefinin " Türk Dünyâsı Türkçesi " olmalı; ve ardından, cihânşümûl vasfını, ilmiyle, kültürüyle, tefekkürü ve siyâsetiyle ortaya koymalı ve devam ettirmelidir.”(13)
Bir üniversite mensubu dostumuzun makalesinden bir cümleyle sözü bağlamak istiyorum. Diyor ki: “Tam 39 ülke, “Uygur kültürü, din ve inanç özgürlüğü, serbest dolaşım hakkı, ifade hürriyeti kısıtlanıyor.” diye haykırıyor”. (14)
Cümledeki, “serbest” ve “hürriyet” kelimelerini anladım da, bunların arasında kıvranan, “özgürlüğü” kelimesi neyin nesi oluyor, onu anlamakta zorlandım!?
Türk Dünyâsı Türkçesi; Dünya Dili Muhteşem Türkçe’nin eşiğidir. Bu eşiği atlamadan oraya geçmek zordur. Bunu, bir ilke ve bir hedef olarak ortaya koyup çalışmadıktan sonra, bir ileri- bir geri gidip geliriz ve hâliyle yerimizde sayarız değil, yerimizde bile sayamayız; çünkü, başkaları hızla ilerliyor. Biz ise, birbirimize övgüler düzer, bocalar dururuz!..
KAYNAKLAR
M. Halistin Kukul, Dünya Dili Olarak Muhteşem Türkçe, Yeni Türkiye Dergisi, Türkçe Özel Sayısı, Yıl: 9, Sayı: 55, Kasım-Aralık 2013, Sf. 1452-1462
Kukul, a.,g. Makale
Kukul, a.,g. Makale
Kukul, a.g. Makale
Nihad Sâmi Banarlı, Türkçenin Sırları, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayını, İstanbul 1972, Sf. 21-23
Kukul, a.,g. Makale
Yavuz Bülent Bâkiler, Halk’a ve Olaylara Tercüman Gazetesi, 15 Mart 2005, Sf. 4
Kukul, a.,g. Makale
Ömer Asım Aksoy, Gelişen ve Özeşen dilimiz, Üçüncü Baskı, Türk Dil Kurumu Yayını, Ankara 1973, Sf. 9
M. Halistin Kukul, Ortadoğu Gazetesi, 07 Kasım 1992, Sf. 10
Bahtiyar Vahabzâde’nin Mektupları, Toşayad Kümbet Dergisi, Yıl: 11, Sayı: 44, Nisan-Mayıs Haziran 2017, Sf. 4-10
Kukul, a.,g. Makale
Kukul, a.,g. Makale
Yeniçağ Gazetesi, 31 Ocak 2021, Sf. 9
EDEBİCE DERGİSİ, SAYI: 26, BAHAR-2021, SF. 57-59