Türkiye’nin Atatürk ilkelerini temel alan yönetim biçiminin 21. asra intikal edebilecek esasları var mıdır? Varsa nelerdir?
Gerekli olan başlangıç ilkeleri (vacip mukaddime) neler olmalıdır? Tarihsel toplumlar; dinsel toplum ile birlikte; tarihi bürokratik devletleri kuran toplumlardır. Bu açıdan ülkemiz çok şanslıdır. Biz bürokratik geleneği olan ve her şeyi kayıt kuyuda geçirmeyi başarmış bir milletiz. Bu az bir şey değildir. Ancak biz hafıza kaydının üstüne bir felsefi bakış koyamamış Akdeniz’i göle çevirdik böbürlenmeleri içinde Akdeniz’i aşamadık noktasını da göremeyen bir milletiz. Kısaca Türkiye; geçmişinde özü itibariyle bürokratik birikimi engin olan ve devlet denen çarkın içinde bireyin ezildiği birisi olumsuz diğeri de olumlu yönde seyretmiş bir ülkedir. ‘Osmanlı demek protokol demek’ diye tanımlayan tarihçilerimiz doğru bir tespit yapmaktadır. Ama ‘Osmanlı demek hami-mahmi (koruyan-korunan)’ diyen aynı tarihçilerimiz de siyasi tarihimizi çok iyi tespit ederler. Birbirimizle kavga edip duruyoruz. Her iki tespit de her iki zihniyetin haklı genel geçerliliği olan yargılarıdır.
Kendini aşağılama ile kendini görme arasındaki ince farkı idrak edemeyen din kökenli çevrelerimiz için Osmanlı sadece böbürlenecek bir meta olmaktan öteye gidememiştir.
1924 Osmanlı Hilafetinin düşüşüyle İslâm Dünyası siyasal ve toplumsal güç olarak tabir yerinde mazur görülürse kendi kendine intihar etti.
Bu sadece İslâm’ın düşüşü değil, Türk ırkının İslâm üzerindeki egemenliğini reddedişiydi.
Ama bu noktada lâik bir ülke yapılanmasına olan ihtiyacı gören asker (seyfiye) kökenli Mustafa Kemal ve arkadaşlarını da iyi anlamak gerekmektedir. Tabiiki bu reddediş tıpkı din kökenli geleneğin sakat bakışı gibi inatçı ve karşısında kişilik tanımayan bir yolda ilerlemek gibi bir şeydi.
Türkiye gerçekten lâik tecrübeyi kazanırken yanlış yöntemlerle ve ağır bedeller ödeyerek bir yerlere gelmiştir. Ancak bu noktada da devlet adamlarımıza şunu teslim etmeliyiz: İslâm ülkeleri veya İslâm cemaatleri yeryüzünde son derece ilkel ve geri bir yaşam sürmekte ve menkıbe dünyasında yaşamakta iken nasıl bir yöntem bulunacağını tespit etmek de zordu.
Sentezci bir tavra ihtiyacımız var. İktidara gelenin öncekini tamamen öteleyip devirdiği filmi yeniden baştan sardığı bir zihniyet iflas edip durmaktadır.
Rahmetli Kâzım Karabekir, Mustafa Kemâl Paşa ile ‘bu millette böylesine bir namus kavramı varken biz medeniyeti bu millete aşılayamayız’ noktasını tartışacak duruma gelmemiz asırlar almıştır. Bizde insanın yarısı yoktur: Kızlarımız hanımlarımız, kadınlarımız, sevgililerimiz, gelinlerimiz, yoktur. Er’e hizmet eden dişiler vardır, dünyamızda. Bu da İslâm zihniyetindeki reform ihtiyacının Cumhuriyet kazanımı olan 1926 Medeni Hukuk ile gerçekleştiğini kabule etmek gerektiğini gösterir.
Ülke (Devlet) aygıtı, ülke bütçesini ihale ve kredi yöntemleri ile paylaşan iş adamı kentsoylular ve köylü politikacılar arasında bölüşüldü. Yıllarca bu böyle sürdü.
Kendilerine ayrılan ve denetlenemeyen bütçe ile adeta yağmalama yapan sorgusuz sualsiz generaller, sivil ve askeri bürokrasi dönemi sonuna gelmiş gözükmesine rağmen şimdi de paraya aç, din kökenli yoksul kesimin münevverleri sosyete olma mücadelesi veriyor. O zaman Türkiye’nin sorunu nedir? “Tanrının ışığı bile paranın peşinden gider “ diyen Japon atasözü bu Dünyayı temelinden çözmüşe benzer. Önceden Atatürk’ün ışığını satanlar yağmalarken şimdi de Tanrı’nın ışığını satanlar yağmalama halesinin için girdiler.
Adam isek kendi kendimize soralım? Herkes Türkiye’yi çok seviyor ama Cuma namazı vaktinde çalışmayı değil de iş yerini terkedip camiye giden kardeşime soruyorum:
Senin paranı kim ödüyor? Türk halkı.
O Tanrı’nın temsilcisi olmalı o zaman. Çalışmak= namaz diyebilseydin Tanrı’nın temsilcisine saygın olurdu. Hizmet ettiğin kişi uğruna namaz kıldığın Tanrı’nın temsilcisidir.
Biz böyle diyoruz ama ardından da medeniyet ve idari biçimimiz İslâm dinini kılavuz olarak seçmelidir. Ama “akıl” ölçüleri içinde.
Çünkü bu halk müslümandır, görüşünü savunuyoruz. Bu işe bir çözüm bulmanın zamanı geldi. 1981 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi sınıflarında bize ders veren Beyza Bilgin hocahanımın ‘ben Türkiye bu başörtüsünden olayı ikiye bölünecek diye endişe ediyorum’ sözlerinin ne demek olduğunu 2010 larda anladık. Çok geç anladık. Biz anladık da ne kıymeti var ki. Halk önemli onlar anlamalı bunu.
Sorun ne Atatürkçü olmak ve ne de din savunucusu olmakta yatıyor. Sorun dine ve yaşama bakışta gizlidir. Allah insanlara baş örtüsünden dolayı zulmedecek kadar aptal ve zalim olamaz. Bunu göremiyoruz. Biz İslâm denince akıl kullanmayı küçümseyen tavrı terkedip doğal insan gelişimine uygun bir tavır takındığımızda; tercümeli düşünce ile tercümesiz düşünce arasındaki farkı anladığımızda çok doğru bir yola gireceğiz. Türkiye’ye bir reçete sunabileceğiz.
İran Şiiliği İran’a, Yemen Zeydiliği Yemen’e özgü olabilir. Lâiklik de bize özgü olmalıdır. Ama Türklerin yönetimindeki bir hilafet makamı Dünya İslâmının manevi ve ruhani idari merkezi olabilirdi.
Bunun aksi bir davranış Türkiye’nin yok oluş sürecinin başka türlü bir izahıdır. Biz din merkezli bir yükseliş ile birlikte “akıl+din” uyumu ihtiyacını ortaya koymak istiyoruz. Elbette İslâm dini vahye dayalı bir din olmakla beraber yine aynı dine göre vahiy bir kez daha da gelmeyeceğine göre bize miras kalan akıl son damlasına kadar yol gösterecek bir eleman olarak önümüzde durmaktadır.
Türkiye Osmanlı İslâmı’nı terk etmekle neyi çözdü? Türkiye lâiklik ile neyi kazandı? İkisi bir arada düşünülmelidir.
Üniversitede doktora yapmış profesörümüzden dağda koyun güden çobana ihracatımızı artırmaya çalışan başbakanımızdan suiistimal yapan devlet üniforması giyen sivil ve askeri bürokrasiye kadar kadar problemimiz ortak ve aynı noktadan neşet etmektedir. Fışkıran nokta şunları bize öğretiyor: Dünyayı algılama tarzımız dolayısıyla İslâm algılama yorumumuz yanlıştır. Neden biz İslâm dendiği zaman elimiz kolumuz titriyor, havsalamız duruyor diye düşünmüyoruz. Bunu anlamayan bir satırların sahibi 9 yaşından beri İslâm ve din çevresi içinde yaşadığını itiraf eder. Çok mu zor beyin kullanmak?
İslâm denince düşünmek yasak mıdır?
Senevi yani iki boyutlu (eksenli) tarihi çizgide gelişimimize baktığımızda neden bugün hala başörtüsü, İmam-Hatip Okulu tartışmaları içinde bocaladığımızı anlayacağız.
Japonlar geleneklerini koruyarak kalkındı diyen dini çevreler de bir Japon ibadet eder gibi çalıştığını ama iş yerini terkedip de asla mabede gitmediğini görecek feraseti ve mertliği arıyoruz.
Biz diyoruz başkalarının örneği başkalarına ait olsun. Gelin Türk’e özgü olanı yapalım.
Lâiklik olgusu oluşum çizgisi:
1839 – 1926 - 1937 : Laikliğin kuluçka dönemi. Olumsuz ve katı ve baskıcı bir lâiklik uygulaması deneyimi süreci.
1937: Laikliğin uygulama dönemi. 2010 yılına kadar laiklik uygulandı. Çatışma ve tartışma dönemi.
Biz diyoruzki bundan sonra müzakere ve uzlaşı dönemini yaşayalım ama lâikliğin özüne dokunmalaylaım. Yaşam ve nefes borumuzdur çünkü.
İki asırdır bocalayıp durmamız ön yargılar (farz ve kabuller) üzerine kurulu zihniyetin gönüllü taşıyıcıları olmamızdandır.
Türkiye olarak varoluş sebebimizin anlamı nedir? Kültür savaşımız ile düşünce eksikliğimiz ve derinliğimiz bize yol gösterecektir.
Fikri hasıla dairesi ülkemizin gerçek manzarasının görünümünü şematize eder. Politik, askeri, dini, yargı bürokasisi elinde ezilmekte olan halkın gerçek gücünün hasıla içinde olmadığını izah etmektedir. Bütçenin ve yetki kargaşasının sonuçlarına baktığımızda durumu daha güzel ve detaylı anlamamız mümkündür. Harcanan her bütçenin “3 lirasından 1 lirası” yargılanamayan generallerin emrindedir. Yasal koruma altındadır.
Halk örgütü ele geçirenlerin dostu değildir. Ama sadece yalamaya muktedir olmalıdır ki İskoçların peynir kavanozunu dışından yalayıp sanal doyum yapmaları gibi bir şey olmalıdır.
Ülkemizin çarkı böyleydi. 2010 lardan itibaren olumlu bir dönüşüm sürecine girmiştir. Çarkı feleği çeviren halkın iradesi olmalıdır ilkesine doğru ilerlmekte orada da ilkel İslâm zihniyeti bizi beklemektedir. Akılcı bir İslâm bize o kadar uzakta olmamalıydı.
Türkiye sünni çoğunluğu oy sandıklarında her zaman son sözü söyledi. Bundan sonra da bu böyle gidecektir. O zaman sünni çoğunluk ne zaman lâik düşünce ile barışacak, uyum sağlayacak bunun için bizim üzerimize düşen ne olabilir aşamasında Türkiye beklemektedir.
O zaman Alevi kardeşlerimizi olduğu gibi kabul eden bir sünni çoğunluk millet olma yolunda en büyük hizmeti verecektir.
“Türkiye nereye gideceği belli olmayan bir gemiye benziyor” diyen Avrupalılar aslında haklı ve doğru bir tespit yapıyorlar. Biz Ortadoğu’dan dünyaya bakmak, algılamak, idrak ve müşahede etmek ve gözlemlerinizi “diz bile danışma ile” diyen Japon atasözü ışığında adamakıllı müzakere etmek zorundayız.
Coğrafyamız bunu bize emretmektedir. Biz İslâm düşüncesi üzerinden dünyaya bakmak zorundayız. İslâm dini her şeyimize işlemiştir. Ama biz aklımızı da kullanmak zorundayız. Bu kadar da basittir. 1923 inkılâbıyla birçok ağır hem de çok ağır bedeller ödedik.
Ama şimdi elimizde İslâm dünyasında bulunmayan bir altın ilke var: Ülke (devlet) adamı (siyasî erk) ile din adamının (dinî erk) birbirinin sahasına asla müdahele etmemesi gerektiğini bize öğreten lâiklik.
(Makale yazış süreci: 1996 Ekim, 2010 Mayıs bitti)