Türk edebiyatının hem şair hem mütefekkir kimliğiyle öne çıkan en büyük isimlerinden biri olan Necip Fâzıl Kısakürek’i, vefatının 42. yılında rahmet ve minnetle yâd ediyoruz. “Şâirler Sultanı” unvanına layık görülen Kısakürek, yalnızca kalemiyle değil, fikir dünyasıyla da bir asra yön veren abide şahsiyetlerden biri olarak tarihteki yerini aldı. Eyüp Sultan Kabristanı’nda ebedi istirahatgahında yatan Üstâd, ardında eşsiz mısralar, derin fikirler ve unutulmaz bir dava şuuru bıraktı.
Türk şiirinin son Şâirler Sultanı, mütefekkir Necip Fâzıl Kısakürek’i 42 yıl önce âhirete uğurlamıştık.
Necip Fâzıl Kısakürek, 26 Mayıs 1904 tarihinde İstanbul/Çemberlitaş’ta doğdu.
Aslen, Kahramanmaraşlı Kısakürekoğlular’dandır. 25 Mayıs 1983 tarihide, yine İstanbul’da vefât eden, Türk şiirinin “Üstâd” lâkaplı son Şâirler Sultanı Necip Fâzıl Kısakürek, Türk edebiyatına, kendi tâbiriyle “kitaplık çapta” eser bırakan nâdir şâir ve mütefekkirlerden biridir.
Mezarı, Eyüp Sultan Kabristanlığı’ndadır.
Bu ölüm yılında, yaşadığı dönemde ve vefâtından sonra O’nun hakkında söylenenlerden birkaç numûne sunmak istiyoruz:
*Yaşar Nabi Nayır: “Bir mısraı bir millete şeref verecek şâir”.
*Prof. Dr. Mustafa Şekip Tunç: “Tarihin malı olduğunu unutma”.
* Prof. Dr. Mehmet Kaplan: “Necip Fâzıl, sâdece duyan bir insan değil, aynı zamanda tekniğine kuvvetle hâkim olan bir sanatkârdır...Şiirlerine kendi ruhî bunalımlarını kuvvetli bir şekilde aksettirmesini bilen Necip Fâzıl, sosyal bunalımları da aynı güçle ifade eden şiirler yazmıştır...Bir kafiye virtüözü olan Necip Fâzıl, bazı şiirlerinde âdeta Divan şairleriyle yarışır”.
*Ahmet Kabaklı: “Necip Fâzıl’ın dünya şiiri içinde de muhakkak ve şüphesiz önemli bir yeri vardır...Hele Tevhîd ve tasavvuf fezâsına saldığı fikir ışıkları ve şiir hârikası dolayısıyla, diğer İslâm dillerine şimdiden tercüme ediyen Necip Fâzıl, “ümmed-i Muhammed” şâirlerinin en üstünleri arasında yerini alacağı şüphesizdir.”
*Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu: “Kendisine Sultân-ı Şuarâ (=Şâirler Sultanı) pâyesi verilen Necip Fâzıl Bey, o mertebeye Türkçe’nin Sultânı olduğu için ulaştı. Ancak, O’nun bu sahadaki kudretini anlatabilmek, imkânsızlıktan da ötedir. Esasen, merhumun tefekkür iklimini görebilmek de, Türkçe’yi kullanırken gösterdiği yüksek dehâyı kavramaya bağlıdır. Nevâyi, Fuzûlî ve Şeyh Galib gibi hem Tasavvuf ummânının derinliklerine dalmış hem de şâirliğin zirvesine ulaşmış simâlar da böyledir. Onlar da, Türk Dilini, akıllara durgunluk verecek bir ustalık ve maharetle kullanmışlardır. Rahmetli Üstâd, bu vâdinin yirminci asırdaki zirvesidir. O, Türkçe’nin kimse tarafından bilinmeyen sihirli hazinesine, âdeta, tek başına girmiştir”.
Prof. Dr. Kaya Bilgegil: “Necip Fâzıl’ın ölümüyle, Türkiye’de alıştığımız şiir de son buldu. O’nun şiirleri esasen saftı; karşımda duran vasiyetnâme ile, bu nazım parçaları mâsiyete yönelmiş olabilme ihtimalinden dahi arındı. Şâir, yalnız üzerindeki dünya lezzetlerini, kokularını, renklerini değil, onlara dâir eski cümlelerini, kelimelerini, hecelerini de – ne kadar güzel olunlarsa olsunlar- şiirlerinden sıyırdıktan sonra huzûr-ı Kibriyâ’ya yükseliyor”.
Prof. Dr. Ayhan Songar: “Necip Fâzıl Kısakürük, tecrid kaabiliyeti bakımından emsâline dünya durdukça pek de rastlanılması mümkün olmayacak seviyede bir dâhi idi. O’nun şiirinde, hayır, sâdece şiirinde değil, pek basit ihtitaçlarını bile dile getiren her konuşmasında korkunç bir tecrid, dehşetli bir sembolizasyon hemen dikkati çekerdi”.
Ömer Öztürkmen: “Türk tasavvufu, Necip Fâzıl’ın sanat dehâsıyla, evet tek başına yalnız onun sanat dehâsıyla daha bin yıl sürecek güçlü bir soluğa kavuşmuştur”.
Peyami Safa: “Cesur ve engin bir adamdır; ölüm karşısında irkilir ve bazı da onun üstüne atılır; en büyük hakikatle en büyük yalanı aynı anda cesaretle söyler; güzel yazar ve yazdığını unutturmayan şâirdir. Her şiiri hayatının bir parçasıdır. Bunun için, şiirleri masa başında değil, yaşarken, kaldırımlarda, otel odalarında, dalgalarda, kâğıtsız ve kalemsiz, çünkü evvelâ beynin simsiyah tahtasına yazılmıştır, sonra kâğıda geçer”.
S. Ahmet Arvasî: “Bundan bir ay önce idi. Ziyâretine bir yakınım ile gitmiştik. Söz dolaşıp ölüm konusuna gelmişti ve şöyle sormuştum:
-Üstâdım, bâzı büyüklerin hayatlarını okuyor ve son anlarını öğreniyoruz. İçlerinde ölümü bir gerdek gecesi gibi, gül bahçesi gibi görenleri var. Oysa ben ölümden korkuyorum. Evet, kesin olarak ebediyete inandığım hâlde korkuyorum. Ne olacak hâlim?
Yüzünün renginin sarardığını hissettim ve âdetâ ürpererek şöyle cevap verdi:
-Ben de ölümden korkarım. Şiirlerimi okuyorsunuz. Ölüm çetin geçit. Onun ötesinde “ebedî saadet” veya “ebedî mahkûmiyet” var. Bizim gibilere bu kapının önünde tiril tiril titremek düşer. Kendini üzme, bu “korku”, “ümit” ile birlikte olunca güzeldir. Allah, son ânımızda bizi terketmesin”.
M. Halistin Kukul: “Dâimâ biri diğerinden önde iki vasıf: Mütefekkir ve şâir. Yâhût da şâir ve mütefekkir. Şâirliği başlıbaşına sarıcı ve sarsıcı; mütefekkirliği başlıbaşına beyin zonklatıcı fakat ufuk açıcı.
Şâirliği mütefekkirliğinin, mütefekkirliği şâirliğinin içinde, üstün bir idrâk ve fazîletli bir îmânla kaynaşmış hâlde.
Üslûp:Harikulâde ve nefes kesen cinsten.
(...) Şiiri tefekkürüne; tefekkürü de şiirine dar gelen bir dâhi!..
Şâir, hikâyeci, romancı, tiyatro yazarı, senarist, nükteci, biyografici, otobiyografici, denemeci, târih tahlilcisi, fıkra muharriri, dînî irşâd edici, heccâv, münekkit, gazeteci, muallim, estetikçi, polemikçi ve hatip!”
Vefâtının 42. yılında, son Şâirleri Sultanı Üstâd Necip Fâzıl Kısakürek’i rahmetle anıyoruz.
Rûhu şâd, mekânı cennet olsun!..
Kapsamhaber