Âşık Veysel'i, ilk defa, Erzincan Askerî Lisesi öğrencisiyken gördüm. Galiba, 1958 yılıydı ve lise ikinci sınıftaydım. Bunu, daha sonra yazıya dökerek "Âşık Veysel Hâtırası" başlığıyla, Türk Edebiyatı Dergisi'nde yayınlamıştım.
İnanınız, o gün yaşadığım heyecanı bugün hâlâ yaşıyorum. Keşke, insanlar, bâzı anlarını ikinci defa yaşayabilseler!..
Gerçi, o zamanlar, bu tür sahne faaliyetleri çok nâdirdi. Zâten, güzel ve çileli Erzincan, pek çok yönden mahrûmiyet şehriydi ve ayrıca, askerî öğrenciydik.
Ben, o zamanki okul komutanımı tebrik ediyorum. Ne büyük ve ne güzel bir faaliyet tasarlamış ki, biz askerî lise öğrencilerini, Âşık Veysel'i okula dâvet ederek, O'nunla buluşturmuştu. Çünkü; Âşık Veysel, bir millî hazîneydi. O'nun gibi birini, bu yaştaki Türk çocukları görmeliydi, sesini duymalıydı, maksat ve hedeflerini sezmeliydi ve O'ndan gerekli nasihati, ibreti almalıydılar.
Şimdi düşünüyorum da, aradan altmış seneye yakın bir zaman geçmesine rağmen, Âşık Veysel'in o 'sahne duruşu'nu, ciddîyetini ve samimî tavrını, yaşadığı sıkıntılı zamanların tecrübesine dayanan o hârika şiirleriyle verdiği insanlık dersini asla unutamıyorum.
O'nun:
"Güzelliğin on par'etmez
Bu bendeki aşk olmasa.
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa"
Mısraları, Yûnus Emre söyleyişinin ve tavrının çağımıza nakledilen bir numûnesinden başka nedir?
Âşık Veysel'i, çocuklarımıza iyi anlatmak zorundayız. O'nun, güzel Türkçesinin zevkini onlara tattırmalıyız. Millet sevgisini, insanlığa saygıyı, toprağın kıymetini, Allah ve Peygamber aşkını, O'nun şiirleriyle bir kat daha pekiştirmeliyiz.
Bu hususla ilgili, hiç unutamadığım bir hâtıramı nakledeyim:
Yıl 1984. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde öğretim görevlisiyim. Kültür Bakanlığı'nın çıkardığı Millî Kültür Dergisi'nin Haziran sayısında "Âşık Veysel'in Şiirlerinde Millî Birlik Duygusu" başlıklı uzunca bir makalem yayınlanmıştı.
Öğretim yılı başladığında, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencisi olan Ramis K. isminde (soyadını yazmıyorum) Sivaslı bir öğrencim, koridorda yanıma yaklaşarak:
-Hocam, dedi, biraz konuşabilir miyiz?
Ben, onların F(ı)ransızca derslerine giriyordum. Belki, derste soramadığı bir şeyi soracaktır, aklına şimdi gelmiştir düşüncesiyle:
- Elbette, dedim. Şöyle kenara çekilelim de söyle!..
- Hocam, dedi, Millî Kültür'deki yazınızı okudum...Çok güzel ama...
-Peki ne?
- Âşık Veysel'in köyünü biliyor musunuz, Hocam?
Durumu hemen anladım. Fakat, demem gerekeni de demeliydim. Bana soruyu soranı da, iknâ etmeli ve ondaki bu yanlış kanaati az da olsa değiştirmeliydim. Ramis; gerçekten pırıl pırıl, çalışan, okuyan, ilgili bir öğrenciydi. Dedim ki:
-Hepimizin bir köyü var... Düzgünü de var, olmayanı da!..Köye göre insanları nasıl tasnif edebiliriz? O da apayrı bir konu!.. Peki; Âşık Veysel'in söylediklerine ve benim, onun hakkındaki kanaatlerime bir îtirazın var mı?
- Yok Hocam, dedi.
- Anlaştık!..Öyleyse, öbür işler de, bizim düzgün ve samimî çalışmamıza bağlı, değil mi?
-.....
Bu öğrencimi kastetmiyorum; bu, çok iyi niyetle gelip düşüncesini bana nakletti ve gönül hoşluğuyla da ayrıldığını düşünüyorum. Fakat; peşin hükümlerle, şartlanmışlıklarla, kendimizi iyi tanıyamamakla, anlatamamakla, kendimizdeki hataların ve doğruların teşhisini ve çözümünü 'başkalarına teslim ederek' bir yere varamamamız, Türk târihi boyunca şâhidi olduğumuz hâdiselerdir.
Âşık Veysel hakkında, O'nu anlayarak nakleden iki eser okudum. Belki başka da vardır, bilemiyorum. Biri, Yavuz Bülent Bâkiler'in (1986), dîğeri de, rahmetli Özkan Yalçın'ın (2000)'dır.
Özkan Yalçın, Âşık Veysel'in gözlerinin kör oluşunu şöyle anlatıyor: "1900-1901 yılları...Çiçek çevreyi kasıp kavurmada...Gülüzar kadın bulup buluşturmuş Veysel'ine bir entari dikmiş. Allı beyazlı ve elde dikilen bu entariyi bir ikindi vakti bitirmiş. Veysel, sırtına
giyer giymez, sevinçten uçacak gibi fırlamış sokağa. Arkadaşları görsün, onlara caka satsın istemiş." (Âşık Veysel, Özkan Yalçın, Ötüken Yayınları İstanbul 2000, Sf.31)
Bundan sonrasını, Yalçın, Rıdvan Çongur'un Karınca Kooperatif Postası dergisinden nakille, Veysel'in ağzından, şöyle takdim ediyor:
"- Anamın amcası karısı bir Muhsine Hatun vardı. Beni öyle severdi ki...Bir de ona görüneyim dedim. Koptum evine vardım. Beni dizine oturtup sevdi, okşadı. Saçıma gülyağı bile sürdü. Akşamleyin eve dönüşte bir yağmur bir yağmur...Cici elbisem sırılsıklam olmuştu. Üstelik bir de tökezleyip çamura belenmeyeyim mi? Öyle ağladım öyle ağladım ki, evde anam, 'sus artık gözlerin kör olacak' dedi. O gece bir ateş, bir titreme tuttu beni. Anama yalvardım, entarimi yıkatıp karşıma astırdım ve ona baka baka dalıp gittim."
Hâdisenin devamını yine Özkan Yalçın'ın kaleminden okuyalım: "Bu yatış ve hastalık üç ay sürer. Veysel'in gözünde kendi deyimiyle "çiçeğin beyi" çıkar. Sol göz akıp gider. Geride kalan sağ gözüyle de ancak ışığı seçecek kadar görür.
O yıllar civarda doktor bulmak hemen hemen imkânsız gibidir. Akdağmadeni'nde bir doktor olduğu haberi alınır. Babası, Veysel'i bu doktora götürmeye karar verip fırsat gözler. Akdağmadeni Yozgat'ın kazasıdır ve köyler üzerinden hayvan sırtında gitmek kaydıyla iki-üç günlük yoldur.
İşte bu telâş içindeyken, bir gün inek sağan anasının yanında duran Veysel'in yanına gelen Karaca Ahmet onlara seslenir. Sesin geldiği tarafa dönen Veysel'in gözüne, babanın elindeki övendirenin çivili ucu batar ve bu yarı sağlam göz de akar gider..." (Ö. Yalçın, Sf. 32)
Âşık Veysel; bu toprağın insanıdır. Anadolu'nun yanık bağrından yükselen îmânlı gür bir sestir. O; Ahmed Yesevîler'e, Mevlânalar'a, Yûnuslar'a ve Hacı Bektâş-ı Velîler'e ulaşan/kavuşan yol üzerindedir.
Müslüman Türk'ün âşkını terennüm eden, gönül gözüyle konuşan, güzel Türkçe'nin zarâfetini kelimelerine nakşeden fazîletli bir dâvânın yol alıcısı, yol göstericisi, ışık saçıcısıdır.
"Allah birdir Peygamber Hak
Rabbül âlemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası"
Diyerek, dâvânın esasını , gönüllere ve dimağlara işlemek ister. Bunda, başarılı da olur!..
Yavuz Bülent Bâkiler, Âşık Veysel adlı kitabında O'nun fikir yapısını şöyle hulâsa eder:
"Âşık Veysel Türkçemizin sütünü sağdı...Kültürümüzün en canlı kaynaklarından biri olan Türkçe onun şiirlerinde al-baharlı yaylalar gibi güzel, canlı ve huzur vericidir. Âşık Veysel,
milletimizin dilini, bir Sivas halısı dokur gibi işleyerek, şiirlerini güzelleştirdi. Öz Türkçe yazmadı, Türkçe yazdı. Aşkını, şevkini, sevincini, üzüntüsünü...hiçbir yapmacığa kapılmadan, hiçbir taassuba girmeden, daima övündüğü milletinin diliyle ortaya koydu. " (Tercüman Gazetesi Yayını, İstanbul 1986, Sf. 44)
Âşık Veysel bir köprüdür. Hem de muhkem bir köprü!..Ahmed Yesevîler'den gelen an'anevî mirası, Cumhuriyet Dönemi'nde bir gözeden fışkırır duru su gibi meydana çıkartan, akıtan ve kendinden sonraya da ondan içme fırsatı veren, yol açan, el-ayak veren bir köprüdür.
Bu dünyâyı, baş gözü ile, yedi sene gördü. Gördükleri de, kendi köyü ile sınırlı idi. Düşününüz hele, öyle bir muhitte, yedi yaşındaki bir çocuğun gördüğü -görebildiği kadarki- renkler'in, ışıkların zihninde canlandırdığı bir dünyâ bu!...İlhamları, sezgileri, kavrayışları... ne kadar zengin imiş, değil mi?
Bu şartlar altında, yedi yaşına kadar, baş gözüyle gördüğü çehreler, ağaçlar, çiçekler, inekler, köpekler yâni köy içinde bulunan cisim hâlindeki her mahlûk, onda, hangi kanaatleri, hangi ümitleri, hangi güzel tahayyülleri canlandırmıştı da, yazdıklarının içinde, bunca sıkıntıya rağmen bunlardan bir tek "menfî tavır" yoktu.
O; hep, Rabb'ine şükürdedir. O; hep, Rabb'ine niyâzda ve Peygamberine sıkı bir rabıta hâlindedir. O; dâima, Türk milletinin tarihi ve asîl hüviyetiyle iftihardadır.
Yolu Yalan'dır şiirinde, en büyük düşmanının kim olduğunu şöyle beyan eder:
"Aldanma câhilin kuru lâfına
Kültürsüz insanın külü yalandır
Hükmetse dünyanın her tarafına
Arzusu, hedefi - yolu yalandır
(...) İnsan bir deryâdır, ilimde mahir
İlimsiz insanın şöhreti zahir
Câhilden iyilik beklenmez ahir
İşleri, emeli, hâli yalandır."
Üstâd Feyzi Halıcı, "Âşıklık Geleneği ve Günümüz Halk Şâirleri " adlı eserinde şöyle diyor: "1933 yılında usta malı eserleri de iyice öğrenen Âşık Veysel, yaya olarak Ankara'nın yolunu tuttu. Kahvelerde sazı ve sözüyle çalıp söyledi. O günlerde Ahmet Kutsi Tecer Ankara'da Ülkü dergisini yönetiyordu. Folklorcu, oyun yazarı ve şâir olan Ahmet Kutsi Tecer, Âşık Veysel'le ilgilendi. Âşığın şiirlerini başlangıçta Ülkü Dergisi olmak üzere pek çok dergide yayınladı...
(...) Koca Âşık dâima millî birlikten, beraberlikten, yurtseverlikten yana övgü şiirleri yazmıştır. Son defa Ankara'da hastahânede ziyâretine gittiğimde, Âşık Veysel: "Aman Feyzi Bey, bayramı hiç ihmal etme. Âşıkları dâimâ bir araya getir. Onların elinden tut. Yoksa bu sanat dalı yok olur gider" diye adeta bana vasiyette bulunmuştu.
(...) Âşık Veysel kendine has söyleyişi olan, mısra yapısı kuvvetli, konularını mahallî çevreden alan, kısacası Türkiye'yi, Türkiye'nin, şehit kanıyla sulanmış mübârek topraklarına kaderini bağlamış aziz, civanmert, gönül ve mâna derinliği olan insanlarının şiirini söyleyen bir halk şâirimizdir. " (Halıcı, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1992, Sf. 410-412)
Âşık Veysel; 21 Mart 1973 yılında yetmişdokuz yaşında, aramızdan ayrıldı. Vefâtının 44. yılında, O'nu rahmetle ve minnetle anıyorum. Mekânı cennet olsun!..