İnsan hayatı çoğu zaman uzun ve çetin bir yürüyüşe benzer. Bu yürüyüşte herkesin sırtında taşıdığı bir yük, gönlünde beslediği bir ülkü, zihninde yeşerttiği bir fikir vardır. Kimi insanlar bu fikir ve idealleri uğruna dışlanır, suçlanır, yalnız kalır ama yine de doğru bildiği yoldan sapmaz. Yürüdüğümüz bu yolda, inandığı değerler uğruna ağır bedeller ödeyen insanlarla karşılaşırız.
Ne var ki zamanla, bu uğurda bedel ödeyenlerin çevresinde; dün bu fikirlere karşı çıkan ama bugün işin kaymağını yiyen kimseler belirir. Bu adaletsizlik, hem insanın içini sızlatır hem de inancını sınar: Değer miymiş onca çileye?
İdealler, kişiliğin şekillenmesinde bir mihenk taşıdır.
İnsan, kendini neye inandığıyla tanımlar. Fakat zamanla, o inandığı değerler etrafındaki kitleyle çelişmeye başlarsa ya da o fikir artık savunulmaya değer görünmezse, manevi bir sorgulama başlar. Asıl çetin sınav da budur.
Bir insan düşünün: Yıllarını bir davaya vermiş, inandığı değerler uğruna ailesini, işini, huzurunu feda etmiş. Ama bir gün o davanın ilkelerinden saptığını, yozlaştığını, hatta yıllarca karşısında olduklarıyla aynı çizgiye geldiğini fark etmiş. Şimdi ne yapmalı? Davaya sadık mı kalmalı, yoksa vicdanının sesini mi dinlemeli?
Zor bir soru: Bir fikre sadakat, fikrin özüne mi olmalı, yoksa bugün geldiği şekle mi? Eğer fikrin özü bozulmuşsa, hâlâ “sadakat” adına orada kalmak ne kadar doğrudur?
Asıl sadakat, fikrin şekline değil, özüne olmalı. Bugün o fikirlerin etrafında oluşan yapılar; geçmişte bu değerlere küfredenlerle dolup taşmışsa, vefasızlık işte orada başlar. Dün bedel ödeyenlerin unutulması ise en büyük adaletsizliktir.
Toplumsal hafızamızın ne kadar zayıf olduğunu son yıllarda daha sık görüyoruz. Dün birbirini ihanetle, hainlikle suçlayanlar; bugün kol kola geziyor. Dün aynı ideali savunanlar, bugün birbirini suçluyor, yollar ayrılıyor. Bu hızlı dönüşümler; toplumda güven kaybına, samimiyet bunalımına yol açıyor.
Artık insanlar neye inanacaklarını, kime güveneceklerini bilemiyor. Fikirler mevsimlik hale geliyor, ilkeler menfaatle yer değiştiriyor. Sözler dönüyor, maskeler değişiyor. Böyle bir çağda sabit kalan tek şey vicdan oluyor.
Doğru tektir ve zamanla değişmez. Ama o doğrunun etrafında inşa edilen yapılar kirlenebilir. Bu yüzden insanın en büyük sorumluluğu, kendi iç muhasebesini yapabilmesidir. Dün “yanlış” dediğine bugün “doğru” demek, sadece fikir değiştirmek değil; bazen omurgasızlıktır. Elbette fikir değişebilir ama bu değişimin ardında içtenlik ve vicdan yoksa, o değişim değil dönüşmedir.
Onurlu yaşamak; geçmişte karşı çıktığın bir şeye, bugün sırf çıkarın için boyun eğmemektir. Ne yazık ki bu ilke giderek az kişi tarafından gözetiliyor ve görülüyor. Oysa insan yalnızca dışarıdan değil, içeriden de kirlenir. İçinde çürüyen biri, dışarıda ne kadar parlak görünse de içten içe yok olur.
Gerçek sadakat; fikre, kişilere körü körüne bağlılık değil; yanlışla yüzleşebilme cesaretidir. Eğer bir düşüncenin özü bozulmuşsa, bulunduğu yeri sorgulamak bir erdemdir. Ve bazen, yanlışa ortak olmamak için yalnız kalmak gerekir.
Bu çağda dostluklar düşmanlıkla, düşmanlıklar dostlukla sınanıyor. Ne dost bildiğin gerçekten dost, ne düşman bildiğin gerçekten düşman. O yüzden insan önce kendi vicdanına dost olmalı. O yol, hiç şaşmaz ve yanılmaz.
Bugün çıkarın, konforun ve anlık kazanımların öne çıktığı bir zamanda; hâlâ ilkelerine sadık kalan, dün ne dediyse bugün de onu savunabilen insanlar azdır ama çok değerlidir. Onlar, geleceğin vicdanı olacak insanlardır.
Bu yüzden; yıllarını bir fikre verip onun yozlaştığını gördüğü için o topluluktan uzaklaşanlar aslında en cesur olanlardır. Çünkü onlar, sürünün içinde kaybolmak yerine vicdanlarına kulak vermeyi seçmiştir. Bu da her şeyden daha kıymetlidir.
Gelin hep beraber hayatımız boyunca VİCDANIMIZA kulak verelim, o zaman belki çoğu şey kendiliğinden düzelecektir.