Türkiye’de milliyetçilik adına kurulan birçok ocak, dernek, vakıf ve topluluk var. Her biri, geçmişin değerlerini korumak, milli şuuru diri tutmak, genç kuşaklara bir yön vermek derdinde…
En azından kağıt üstünde böyle. Gerçekteyse işler hiç de öyle yürümüyor. Bu yapılar birer tabela kurumu hâline gelmiş durumda. Varlar ama yoklar. Ya kendi içlerinde dönüp duruyorlar ya da dar bir çevreye hitap etmekle yetiniyorlar.
Siyasi yapılarla iç içe geçmiş olanları geçelim; onların zaten başka kaygıları var. Ama Türk Ocakları gibi yüz yılı aşmış, geçmişiyle övünen, adıyla saygı uyandıran bir kurumun bile bu çıkmazın içinde olması düşündürücü.
Konferanslar yapılıyor, paneller düzenleniyor, kitaplar çıkarılıyor. Bunların hepsi güzel işler. Kimse emeği inkâr edemez. Özellikle kimi toplantılar gerçekten ilgi çekici, anlamlı ve duyarlık taşıyor.
Ama bir problem var: Bu işler yalnızca o gün orada bulunan birkaç kişiyle sınırlı kalıyor. Ne duyuruluyor, ne anlatılıyor, ne de yaşatılıyor.
Gençlerin haberi bile olmuyor. Hadi diyelim katılım az oldu, ama artık öyle bir çağda yaşıyoruz ki bir iş yerinde, doğru araçlarla milyonlara ulaşmak mümkün.
Telefonlarımız elimizde, görüntü var, ses var, yazı var. Her şey var ama anlatan yok.
Yakın zamanda Samsun Türk Ocakları bir konferans yaptı. Konusu da günümüzün en çok konuşulan başlıklarından biriydi: Yapay zekâ. Gerçekten de yerinde ve zamanında bir seçimdi. Fakat bu toplantının kendisi kadar, duyurulmaması da dikkat çekiciydi. Yapay zekâ gibi çağdaş bir konuyu ele alıp, bunu halkla, özellikle gençlerle paylaşmamak büyük bir eksikliktir. Sadece orada bulunmuş olan elli kişiyle sınırlı kalması, yapılan emeğin boşa gitmesi demektir.
Kusura bakılmasın ama artık “yaptık ama gelen olmadı” bahanesi geçerli değil. Yapılan işi anlatmıyorsan, duyurmuyorsan, yaymıyorsan bu senin eksikliğindir. Bugün küçücük bir kafenin bile sosyal ağlarda tanıtım yaptığı, sokak sokak ilan dağıttığı bir dönemde, yüz yıllık bir kurum hâlâ eski usulle iş yapıyorsa bu sadece vurdumduymazlık değil, aynı zamanda çağın gerisinde kalmaktır.
Bu kurumların içinde kimler yok ki? Emekli öğretmenler, üniversite hocaları, bilimle uğraşanlar, yazan çizen insanlar… En çok yetişmiş kişiye sahip olan bu topluluklar değil mi? Peki neden bu işleri yaparken acemilik içindeler? Neden üç beş kişilik bir sosyal ağ ekibi kuramıyorlar? Neden kısa, öz, etkileyici anlatımlarla gençlere ulaşmıyorlar?
Bir zamanlar bu tür ocaklar, halkın sesi, gençliğin pusulasıydı. Şimdi ise kendi içine kapanmış, sadece hatıralarla avunan yapılara dönüşmüş durumda. Oysa millet sevgisi lafla yaşatılmaz.
Anlatılır, yayılır, işlenir, genç dimağlara nakşedilir. Milliyetçilik, yalnızca bir duygu değil, aynı zamanda bir idraktir. O idraki verecek olanlar da bu kurumlardır ama eğer görevlerini hakkıyla yerine getirirlerse.
Bugün genç bir insan cep telefonunu açtığında, neden Türk Ocakları’nın son çalışmasını görmüyor?
Neden bir derneğin önemli bir bildirisi, bir vakfın çarpıcı görüşü halkın gündemine düşmüyor?
Neden bu kadar çok bilgi, birikim ve emek, sadece dört duvar arasında sıkışıp kalıyor?
Bu soruların yanıtı ortada: Çağa ayak uydurulamıyor. Yeni dili, yeni araçları, yeni usulleri kullanmakta geç kalınıyor. Oysa anlatmak, kendini duyurmak, değerleri yaşatmak için artık daha çok imkân var. Fakat niyet olmayınca, bilgi de işe yaramıyor.
Bu kurumlar ya kendini yenileyecek ya da zamanla unutulup gidecek.
Yüz yıldır varız demek yetmez. Asıl mesele, bugünkü gence “biz varız” diyebilmektir. Bu sesin halkın kulağına ulaşması gerekir. Yoksa yapılan her iş, yazık ki sadece arşivlerde kalan birer belge olmaktan öteye geçemez.