‘Bu, ne biçim soru veya bu, nasıl bir başlıktır’, diyenler çıkabilir: Şu veya bu kişinin yazısını da numûne gösterebilir!
Buna, hâlâ bir cevap bulunmamış veya bulunamamış ise, soru, tamamen yerliyerindedir.
Söylenmiş ve üzerinden geçilmiş birkaç târif’in hiçbiri ‘cevap’ yerine geçmez.
Bir yazıda ‘estetik’ kelimesinin geçmesiyle, ‘estetik’, îzah, ifade ve târif edilmiş sayılmaz. Hattâ ona önem verildiği ise hiç söylenemez!
Var mı? Yok mu?
Evet mi? Hayır mı?
Meseleye üç soruyla başlıyorum:
- Estetik; başlıbaşına bir ilim sahası mıdır?
- Estetik; hangi ilim sahasından ayrılmaktadır? Kültürün mü, sosyolojinin mi, san’atın içinde midir?
- Bir Türk Estetiği var mıdır?
En zayıf halkalarımızdan biri de ‘estetik sahası’na nüfûz edemeyişimiz değil, ‘estetik’ hakkında çok az düşünmemizdir.
Bundan birkaç sene önce, yayınladığım “Dilimiz Estetiğimiz Şiirimiz” (1) başlıklı makalemde, kısmî bir izahatla ele aldığım “Bir Türk Estetiği Var mıdır?” başlıklı bölüm üzerinde düşünmek ihtiyacını duyarak, bu meseleyi tekrar gündeme taşımak istedim.
Estetik, sözlük mânasıyla; “Güzelliği ve güzelliğin insan üzerindeki etkilerini konu alan felsefe kolu, bediiyat” (2) olarak târif ediliyor.
Târife göre, estetik, “felsefe kolu” ise, ‘müstakil bir ilim dalı’ nasıl olabilir? Estetiğin felsefe, sosyoloji ve kültürle olan ‘irtibatı’ bir yana, bunlardan birinin içinde bulunması ayrı bir konudur.
Muhakkaktır ki, bu dördünün yânî estetik-felsefe-sosyoloji ve kültür her sahada yânî ‘her kültür dâiresinde’ birbirleriyle ilgili ve irtibatlıdırlar, öyle olmak zorundadırlar.
Ve yine; “18. Yüzyılda yaşamış olan Baumgarten, estetiği felsefeye kazandırdı. Baumgarten’e göre estetik, “Güzel üzerine düşünme, onun ne olduğunu araştırma sanatıdır.”(3) denmektedir.
Bundan da şunu anlıyoruz ki, estetik, müstakil bir ilim değil, “felsefeye kazandırılmış”, “Güzel üzerine düşünme, onun ne olduğunu araştırma sanatıdır”. Elbette ki, bu da, bir görüştür, bir akıl yürütmedir.
Buna rağmen; Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin: “Estetik kelimesi duyarlık demek olan yunanca “aisthêsis” sözünden gelir, harfi harfine tercümesi lâzımgelse “duygu bilimi” demek gerekir.
Hâlbuki bugün estetik, güzelden, san’atın özlüğünden, türlü san’atlerin tekniğinden bahseden bilime deniliyor.
Büyük Alman filozofu Leibniz’in tilmizi Baumgarten Aesthetica (1750) adlı kitabında, estetik kelimesine ilk defa bugünkü anlamı vermiştir. Fakat bu bilim hakkında yürütülen kuramlar bu bilimi ifade eden kelimeden çok eskidir. Güzel hakkında kuramlara Eflâtun’dan başlayarak birçok Grek ve Ortaçağ filozoflarının sistemlerinde sık sık rastlanır“ (4) der.
“Harfi harfine tercüme”, sosyolojik bakımdan, hiçbir kavrama/mefhuma değer ve mâna katmaz. “Duygu bilimi” ise; duyguların çokluğu içinde, hangisine karşılık olarak verilebilir.
Kala kala, ortada, “güzelden, sanatın özlüğünden, türlü san’atlerin tekniğinden bahseden bilim” kalıyor. Meseleye en yakını da bu, değil mi?
Yânî; “Türlü san’atlerin tekniği” üzerinde akıl yürütmek, estetiğin ‘müstakil’ olarak konusu oluyor.
Yetkin şöyle devam eder: “Metafizik estetiklerin en muhteşemlerinden biri, eski yunanistanın dâhi filozoflarından Eflâtun’un estetiğidir. “ (5)
Görüldüğü üzre; estetik kelimesi, dönem dönem mâna değiştirmektedir. O günlerden bu günlere, köprülerin altından nice sular akmıştır. Akmıştır da, ortaya konan ne vardır? Durmadan, muhakemesiz bir şekilde, ‘başa’ dönülüp, güyâ tahlil/yorum/analiz yapılıyor!..
Şu vardır ki, bu mevzu daha çok konuşulacaktır. Bizim meselemiz, bunun, bize âit olan tarafıdır ki, bu da, estetiğin, milletlerin sosyo-kültürel değerlerine ve inanç sistemlerine göre, târif edilmesi hususudur.
Objektif olarak baktığımızda diyebiliriz ki; birisi, onu, müstakil bir ilim kabul ederken; bir diğeri, onu, felsefenin içinde görmektedir. Tabiîdir ki, estetik, hem sosyolojinin, hem kültürün ve hem de felsefenin konusu olabilmektedir. Çünkü; birer cephesiyle, mutlaka bunlarla irtibatı bulunmaktadır.
Her kişinin hattâ her cemiyetin bir ‘düşünce tarzı’ vardır. Biyolojiyle ilgilenenler, maddenin dış cephesini, cilâsını görür. Kimyâ, biraz daha derinlemesine girer fakat yine de madde çözümlemelidir.
Estetik; sâdece, dış cilâ, içe nüfuz değildir. Estetik; bâzen bir görünüm, bâzen, bir seziş, bâzen, bir içten duyuş’tur.
Göz, bakar; görür. Gözün gördüğünü, kalp ki, bizde, yânî Türk sosyo-kültürel ve inanç dâiresinde ‘gönül’ , sâdece merak sâikiyle değil, ‘akıl’ ile de işbirliği hâlinde, müşahade, muhakeme, mukayese ve muameleye tâbi tutar.
Mantık; akla yol gösterici olamaz. Çünki, mantık, esnektir. Kişiye ve konuya göre değişkendir. Aldatıcı, şaşırtıcı noktaları, hususları olabilir. Aslında, akıl da öyledir. Fakat, işin içinde, maddenin aslî unsuruna samimî bir nüfûz tatbik edilmiş ise, selîm yolu bulabilir.
Birçok sanat adamı, güzelliğin sathî olduğunda ısrarlıdır. Sathîlik, kabuk realizmindeki tesir gücüdür. Hâlbuki; resim san’atında, günlük hayatımızda çok ‘çirkin’ diye adlandırdığımız veya vasıflandırdığımız bir görüntüyü, pekâlâ hârika bir tablo diye takdim edebiliriz.
Doğrudur; bugüne kadar, dâima zıtlar üzerinden tariflere gidilmiştir. Bu yolla, haklı olarak, güzel’in zıddı olarak çirkin değerlendirilmesi yapılmıştır. Peki; çöp kutusunda yiyecek arayan sefîl kıyafetli birini tablolaştıran ressamın çizgilerine, nasıl hârika demekten imtinâ edeceğiz?
Biz, meseleye, kendi cephemizden yânî Türk milleti cephesinden bakıp çözüm aramaya çalışacağız. Bulabilir miyiz, meçhûl!
Charles Lalo, “Estetik” adlı eserine, “Estetiğin birçok âlim ve filozoflar nazarında mevzuu, beşerî idealin türlü şekillerinden biri olan güzelliktir” (6) diyerek, geniş açıklamalara girişir. Biz, konumuz icabı, bizi ilgilendiren hususa dikkat çekmek istiyor ve diyoruz ki, demek ki; Lalo’ya göre; “güzellik”, “beşerî idealin türlü şekillerinden biri”dir.
“Beşerî ideal”; cemiyetin yâhut da insan gönlünün, en hassas, en zarîf, mücerred ve ulaşılması en zor fakat zevk ve keyif veren en üst mertebesi’dir.
Kabuk’tan, kemik’ten, et’ten, sinir’den, deri’den/ten’den sıyrılmış; en tekâmül etmiş en mükemmele ulaşmış, görme’den, işitme’den, dokunma’dan, kokma’dan, tatma’dan hattâ sezme’den tecrid edilmiş hâl’dir.
Maddenin de bir güzelliği yok mudur? Elbette ki vardır ve bu güzellik, tasvirine çalıştığımız tasavvurdan ayrı olarak da düşünülemez. Zîra; hiçbir ‘öz’ kabuksuz, derisiz, kemiksiz, etsiz, sinirsiz olamaz.
Beş duyu/duygu denilen göz-kulak-dil-burun-el yânî görülü-bakılı, işitili, tatılı, kokulu, dokunulu hâller, cismânîliğe/maddîliğe hitap eder, kapı aralar, yol açarlar.
Bunlara nazaran; yazılı ve sesli san’atlar yânî şiir, hitabet/belâgat, mûsıkî, insana haz veren cepheleriyle, estetik mânada öndedirler.
Şu var ki; çizili, görülü-bakılı, yontulu sanatlarda renklerin cismânîliğine/maddîliğine rağmen, ‘asıldan sıyrılmış müstakil renkler, müşterek bir âhenkle öze nüfuz ederek estetik haz sunarlar’ ve gönül okşarlar. Hiç kimse, çıkıp da, bunlar, bu hususiyetlerden mahrumdur diyemez, dememelidir.
Güzelliğin zıddı olarak düşünülen çirkinlik de, asla, estetik bakışla, zevksizlik, ahlâksızlık, âhenksizlik, kabalık değildir. Maksat, güzeli aramak ve ona ulaşmak ise, aslâ olmamalıdır!
Günlük hayattaki bu tarzlarla, san’attaki bu farkı işâret etmemiz gerekir.
Peki;
BİR TÜRK ESTETİĞİ VAR MIDIR?
Bir Türk dili, bir Türk şiiri, bir Türk mîmârîsi, bir Türk mûsıkîsi, bir Türk tezhibi/süsleme san’atı, bir Türk temâşâsı/Karagözü, meddahı, ortaoyunu, bir Türk nakışı, bir Türk hattatlığı, bir Türk giyim-kuşam zarâfeti, çeşit çeşit fakat’ özü bir’, bir Türk folklörü ve hususî bir Türk zevki varsa-ki, en üst mertebede vardır- o hâlde, çok üstün bir Türk estetiği de vardır.
Ancak; gördük ve görmekteyiz ki, doğrudan doğruya, “estetik’i/bediiyat’ı/güzellikbilimi”ni temel unsur yapıp, ‘müstakil bir akıl yürütmeyle, anabaşlık olarak bir değerlendirme’ yok denecek kadar azdır.
İlk yazılı Türkçe metni olan Orhun/Gök Türk Kitâbesi’nde/Âbidesi’nde, Bilge Kağan, Türk Milleti’ne şöyle seslenir:
“Yoksul halkı zengin kıldım; az milleti çok kıldım.
Sözümde yalan var mı? Türk Beyler! Millet! İşitin!
Türk milleti(nin) derlenip il tuttuğunu buraya vurdum. Yanılıp öldüğünü de buraya vurdum. Ne sözüm (var) ise ebedî taşa vurdum. Onları görerek bilin, şimdiki Türk millet, Beyler! Tahta (uyar) görünen Beyler mi yanılacaksınız?
Ben (bu) bengi taş(ı) (yontmak ve dikmek için) Çin Kağan’dan sanatkâr(lar) getirttim. (Onlara) nakışlattım. Benim sözümü kırmadı. Çin Kağan’ın içerideki nakışçısını gönderdi. Onlara güzel (bir) bark yaptırdım. İçine dışına güzel nakış vurdurdum. Taş yontturdum. Gönüldeki sözümü (yazdırdım).
On-Ok oğluna, yabancısına değin bunu görüp bilin. Bengü taş yontturdum. Çölde, otlakda, çorak yerde (olanlar için) öylece çorak yerde ebedî taş yontturdum. Yazdırdım. Onu görüp öylece bilin. Bu yazıyı yazan, atası, Yollug Tigin’dir” (7)
Yahya Kemal, Süleymâniye’de Bayram Sabahı adlı şiirinde:
“Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış şevdiği Allâh’ına böyle bir yapı.
En güzel mâbedi olsun diye en son dînin
Budur öz şekli hayâl ettiği mîmârînin.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kutsî tepeyi;
Taşımış harcını gaazîleri, serdârıyle,
Taşı yenmiş nice bin işçisi, mimârıyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne,
Tâ ki geçsin ezelî rahmete rûh orduları..
Bir neferdir bu zafer mabedinin mîmârı.” (8)
Bilge Kağan’ın, önce, “Sözümde yalan var mı?” ısrarlı telkiniyle başlayan ifadesi şöyle devam ediyor:
“Ne sözüm (var) ise ebedî taşa vurdurdum…Ben (bu) bengi taş(ı) (yontmak ve dikmek için) Çin Kağan’dan sanatkâr(lar) getirttim. (Onlara) nakışlattım…İçine dışına güzel nakış vurdurdum. Taş yontturdum. Gönüldeki sözümü (yazdırdım).” Cümleleri, , Yahya Kemâl’de, “Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmârıyle” mısrasıyla aynîlik göstermekte, Türk estetiğine, neredeyse, bin iki yüz yıl arayla, tıpatıplık çağrıştıran iki numûne teşkil etmektedirler.
“Sözümde yalan var mı? Türk Beyler!Millet! İşitin!” sözleri ise; bizim estetiğimizdeki, ‘doğruluk’un ve ‘zarâfet’in iç içe olduğunu gösterir.
Bundaki hârika belâgatli hitabet san’atı ise, kısa ve öz olarak “Türk Beyleri”ne, Türk Milleti”nedir. “İşitin!” ise; tek kelimeyle, hem beyne ve hem de gönle nüfûzdur. Yânî; Türkçe’nin estetik yapısından ve Bilge Kağan’ın başbuğluk vasfından gelen mahâretle, (yedi) kelimeyle, geleceğe, büyük mânalar ifade eden mesajlar iletilmektedir.
“Gönüldeki söz”; üstün bir idrâk’tir. Tabiî ki, “Söz, “gönülde mi olur? Beyin de mi?” diye düşünülebilir. Türk ‘gönlü’ o kadar geniştir ki, burada, her ikisini birden kucaklaması da mümkündür. Bu; çok yüksek bir mânevîyatın ifadesidir. Yalansız, riyâsız, ak-pak, samimî, dürüst, dosdoğru bir söz’dür.
Zarîf, kibar, nezâket dolu, merhametli bir söz’dür.
Her ne kadar, bunlarda, ‘estetik veya bediiyat’tan söz edilmese bile, Türk Milleti’nin yüksek, cihânşümûl ve üstün zevkine işârettirler.
Kaldı ki; Mîmâr Sinan’ın dünya mîmârîsini hayran bırakan, Yahya Kemal’in de sözünü ettiği İstanbul’daki Süleymaniye Câmisi (1550-1557) ve bilhassa Edirne’deki Selimiye Câmisi (1548-1575) ile, Hindistan’daki Gürgâniye Devleti hükümdarı Şah Cihan’ın Mümtaz Mahal namlı hanımı Ercümend Mahal hanımın 1631 yılında ölümü üzerine inşâ ettirdiği, mîmâr Muhammed Îsâ Efendi nezâretinde 20.000 işçi ile, 22 yılda tamamladığı Taç Mahal de, bu üstün Türk zevkinin hâlis örneklerindendir.
Peyami Safa, 1942’de Tasvîr-i Efkâr’da yazdığı “San’atta Türk’e Doğru” başlıklı makalesinde şöyle diyor:
“San’atta her zaman tekâmüle tâbi şekilleri aşamayarak satıhta kalmış bir “millî”, boyalı ve mânasız bir “millî”dir. Soluk renklerini tarihten almış, fakat mânasını boş bırakmıştır. Bu, kartpostal millîsidir; Avrupa’da çalgılı kahvelerin Türk diye gösterdikleri panayır millîsidir; muşamba dekor ve mukavva ağaç millîsidir. İçinde bir tarih hatırasından zerre kadar millî hayat usaresi bulunmayan bu müstehâse(fosilleşmiş)“millî” yerine canlı “millî”yi yaşatmak, işte san’atkârın işi ve ideali.
San’atta Türk’e doğruyu ben böyle anlıyorum. Ben ve biz, bütün Türkler, istihale kurbanı olmaya namzed şekillerimizle ve maddemizle değil, ruhumuza ait ebedî vasıflarımızla ve mânamızla Türk’üz.” (9)
FÂRÂBÎ, ACABA, İLK ESTETİK TEMSİLCİMİZ MİDİR?
Şöyle veya böyle, bu hususta, bizde, estetik üzerinde ilk akıl yürütenin Fârâbî (872-950) olduğu söyleniyor: “İhsâ’ül İlim (İlimlerin Sayımı) adlı eserinde, şiir, hitabet ve mûsıkîyi ele alarak, bunları, ‘mantık ilmi’ içersinde değerlendirir. Bu değerlendirme; şüphesiz ki, estetik mânada, bu ilmi esas alarak ileri sürülen görüşler değildirler. Daha ziyâde Aristo’ya bağlı olması sebebiyle, ortaya yeni bir şey koymaktan ziyâde, bâzı tasavvurları dile getirerek, Aristo’nun: “epos, tragedya, komedya, dithrambos şiri ve flüt , kitara sanatlarının büyük kısmı, bütün bunlar genel olarak taklittir (mimesis)”(10) anlayışını benimser.
Zamanın şartları düşünüldüğünde, sese dayalı/fonetik san’atlar olarak düşünülen, “şiir, hitabet-belâgat ve mûsıkî”nin, “mantık ilmi içersinde” değerlendirilmesi bile önemli bir adım olarak görülebilir. Çünki; hâlâ tartışılan bir mesele olarak estetik, bugün dahi çözümsüzlüklerle doludur.
Her ne kadar Aristo tesirinde de bulunsa, bir başlangıç olarak önemli sayılmalıdır. Çünkü, zaman içersinde, bu sahada, çok geç kaldığımız görülecektir.
Kaldı ki, Fârâbî, şiirle ilgili olarak şöyle demektedir: “Şi’rî söze gelince, bu da konuşulan şeyde, herhangi bir hâl veya şeyi daha üstün veya alçak tasavvur ettirmeye yarayan şeylerden terkip edilendir. Bu da güzellik veya çirkinlik, yükseklik veya alçaklık, yahut bunlara benzeyen başka bir bakımdan olur.” (11)
KAYNAKLAR
- M. Halistin Kukul, Dilimiz Estetiğimiz Şiirimiz, Denge Gazetesi, 10-23 Ekim 2016, Sf. 8
- İlhan Ayverdi, Misâlli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Lugatı, İstanbul 2011, Sf. 354
- tr.wikipedia.org/wiki/Alexander_Gottlieb_Baumgarten
- Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin, Estetik, 4. Basılış, Güven Basımevi, İstanbul 1947, Sf. 7
- A.,g.,e., Sf.8
- Charles Lalo, Estetik, Çeviren: Burhan Toprak, Kenan Matbaası, İstanbul 1948, Sf. 5
- Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1983, Sf. 62
- Yahya Kemal Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti Neşriyatı, İstanbul 1963, Sf. 10
- Peyami Safa, Sanat Edebiyat Tenkit, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1976, Sf. 69
- Aristoteles, Poetika, Çeviren: İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1963, Sf. 11
- Fârâbî, İhsâ’ül-Ulûm/İlimlerin Sayımı, Çeviren: Prof. Dr. Ahmet Ateş, Millî Eğitim Yayını, İstanbul 1990, Sf. 84
(DEVAMI, YARIN)