GÖKALP NE DİYOR?
Diyebilirim ki, bizde, ‘Türk’ kelimesini de kullanarak, bediîyat/estetik hakkında bir fikir ortaya atan fikir adamımız Ziya Gökalp’tır. Bunu; “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde, “Bediî Türkçülük” bahsinde ele alır. Bu bahis ise, altı ara başlıktan meydana gelmektedir.
Bunlar: 1.Türklerde Bediî Zevk; 2. Millî Vezin; 3. Edebiyatımızın Tahris ve Tehzibi; 4. Millî Musiki; 5. Sair Sanatlarımız; 6. Millî Zevk ve Tehzib Olunmuş Zevk’tir.
Bu altı başlıktan önemli hususları nakletmek istiyorum: “Türklerde Bediî Zevk” başlıklı ilk bölümde, Gökalp, şöyle diyor: “Eski Türklerde bediî zevk çok yüksektir. Turanda keşfedilen mermer heykeller, hiç de Yunan heykellerinden aşağı değildir. “ (12)
“Millî Vezin” başlıklı ikinci bölümde ise:” Eski Türklerin vezni, hece vezni idi. Mahmut Kâşgarî lügatindeki Türkçe şiirler, hep hece veznindedir. Sonraları, Çağatay ve Osmanlı şairleri taklit vasıtasiyle Acemlerden aruz veznini aldılar, Türkistan’da Nevâî, Anadolu’da Ahmet Paşa aruz veznini yükselttiler. Saraylar bu vezne kıymet veriyorlardı. Fakat, halk, aruz veznini bir türlü anlayamadı. Bu sebeple halk şairleri eski hece vezniyle şiirler söylemeye devam ettiler. Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Kaygusuz gibi tekke şairleri ve Âşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan gibi saz şairleri hece veznine sadık kaldılar.
(…) Bununla beraber hece vezni, bazı şairlerimizi yanlış yollara sevketti. Bunlardan bir kısmı Fransızların vezinlerini taklide kalkıştılar; meselâ Fransızların Aleksandrin dedikleri (6+6) vezninde şiirler yazdılar. Bu şiirler , halkın hoşuna gitmedi. Çünkü, halkımız hece vezninin ancak bazı şekillerinden zevk alıyordu. Millî vezinlerimiz, halk tarafından kullanılan bu mahdut ve muayyen vezinlere münhasırdır. Halk vezinleri arasında (6+6) şekli yoktur, bunun yerine (6+5) vezni vardır.” (13))
Üçüncü bölüm olan “Edebiyatımızın Tahris ve Tehzibi” bölümünde ise, Gökalp, şöyle der: “Türkçülüğe göre, edebiyatımız yükselebilmek için, iki san’at müzesinde terbiye görmek mecburiyetindedir.
Bu müzelerden birisi halk edebiyatı, ikincisi garp edebiyatıdır. Türkçe şairler ve edibler, bir taraftan halkın Bedialarını, diğer cihetten garbın şehkârlarını (şaheserlerini) model ittihaz etmelidirler. Türk edebiyatı bu iki çıraklık devresini geçirmeden, ne millî ne de mütekâmil bir mahiyet alamaz. Demek ki edebiyatımız bir taraftan halka doğru, diğer cihetten garba doğru, gitmek ıztırarında (mecburiyetinde)dir.
Halk edebiyatı ne gibi şeylerdir? Evvelâ, masalar, fıkralar, efsaneler, menkıbeler, üstûreler, saniyen darbımeseller, bilmeceler, salisen mâniler, koşmalar, destanlar, ilâhîler, râbian (dördüncü olarak) Dede Korkut kitabı, Âşık Kerem, Şah İsmail, Köroğlu gibi hikâyelerde cenknâmeler, hamisen Yunus Emre, Kaygusuz, Karacaoğlan ve Nasreddin Hoca gibi canlı edebiyattır.
Edebiyatımız bu modellerden ne kadar çok feyiz alırsa o kadar tahris edilmiş olur.
Edebiyatımızın ikinci nevi modelleri de Homerle Virjilden başlayan bütün klâsiklerdi. Yeni başlayan bir millî edebiyat için en güzel örnekler klâsik edebiyatın Bedialarıdır. (…) Son zamanda, Fransa’da, gençliğe mefkûrelere doğru yeni hamle vermek için, yeni klâsikler mektebinin teessüs etmesi de, klâsik edebiyatın bu terbiyevî rolünü ispat eden canlı bir delildir. “ (14)
Ziya Gökalp, dördüncü olarak “Millî Musiki” yi ele alır: “Avrupa musikisi girmeden evvel memleketimizde iki musiki vardı: Bunlardan biri Farabî tarafından Bizans’tan alınan şark musikisi; diğeri eski Türk musikisinin devamı olan halk melodileri’den ibaretti.
Şark musikisi de, garp musikisi gibi eski Yunan musikisinden doğmuştu.” dedikten sonra, şu görüşe yer verir:
“Bugün, işte, şu üç musikinin karşısındayız: Şark musikisi, garp musikisi, halk musiki.
Acaba bunlardan hangisi, bizim için millîdir? Şark musikisinin hem hasta, hem de gayri millî olduğunu gördük. Halk musikisi harsımızın, garp musikisi de yeni medeniyetimizin musikileri olduğu için, her ikisi de bize yabancı değillerdir. O hâlde, millî musikimiz, memleketimizdeki halk musikisiyle garp musikisinin imtizacından doğacaktır.” (15)
Gökalp; beşinci olarak, “Sair San’atlarımız” bahsinde, “Sair san’atlarımız tamamiyle halk tarafından vücude getirildikleri için , tamamiyle millîdirler. Raks, mimarî, nakkaşlık, ressamlık, hüsnühat, marangozluk, demircilik, çiftçilik, boyacılık, çulhalık, halıcılık, kilimcilik vesaire gibi.”(16)der.
Son ve altıncı olarak ise, Gökalp; “Millî Zevk ve Tehzib Olunmuş Zevk”ten söz eder:
“Her millette güzellik telâkkisi başkadır. Bir milletin güzel gördüğü şeyleri, diğer millet çirkin görür. Bu surette, zevk’in millî olması lâzım gelir. Filhakika, her milletin, millî bir zevki vardır. Eğer, bir millet, millî zevkinden uzak düşmüşse, san’at sahasında da yaptığı şeyler, hep âdi taklitlerden ibâret kalır. Osmanlı şâirleri musikileri buna misaldir. Çünkü onlar, millî zevki tamamiyle kaybetmişlerdi. Yazdıkları şeyler ya Acem taklitlerinden veyahut Fransız taklitlerinden ibaretti. “ (17)
Gökalp, bu bahse şöyle devam eder: “Hakikî san’at, arasında bulunduğu milletin ve içinde yaşadığı devrin bediî mefkûrelerini tasvire çalışmaktır. İşte Mikel Anj, Rafael gibi Rönesans san’atkârları bu noktaları düşünerek doğru yolu buldular. Hazreti Meryem’e Venüs’ün teknik güzelliğini verdiler. Hazreti İsa’ya da Apollon’un cismanî güzelliğini iade ettiler…
(…) Katolik kilisesi bu heykellerle resimler kabul ederek ibadethanelere bir müze şekli verdi. Halbuki Bizans’ın ve umum şarkın Ortodoks kiliseleri, mukaddes tasvirlerini, Yunan-Lâtin modellerine benzemeğe çalışmadılar; Sâmilerden aldıkları kaba örneklere mübaşih bir surette tersimde devam ettiler. Bu sebeple, Ortodoks milletlerin san’atı tehzibden mahrum kaldı.
(…) Rönesanstan sonra, Avrupa’da her millet, bediî hayatının inkişafı ânında hep böyle hareket etti. Şekspir, Ruso, Göte gibi romantik dâhiler, hem hal terbiyesini almışlar, hem de eski Yunan-Lâtin tekniklerini temsil etmişlerdi. Bu sayede, her biri kendi milleti için, hem millî hem de mütekâmil bir edebiyat vücude getirdi. İşte, Türkçülüğün bediî programı da bu usullerin tatbikinden ibarettir. “ (18)
“San’atkârın vazifesi “bediî mefkûreleri tasvire çalışmak” mıdır? “Bediî hayatın inkişafı”na verilen örneklerin hangisi, “Türkçülüğün bediî programı”na uygundur ve şâyet, “Türkçülüğün bediî programı bu usullerin tatbiki” ile gerçekleşecekse, bu da, “taklit” değil midir? Bizim “millî bediî görüşümüz”, garb’ın hangi bediî görüşü ile mutabıktır? Hıristiyanlık ile mi, kapitalizm ile mi, sosyalizm ile mi, ateizm ile mi, ekzistansiyalizm ile mi?” (19)
Gökalp; “Rönesanstan sonra, Avrupa’da her millet, bediî hayatının inkişafı ânında hep böyle hareket etti. Şekspir, Ruso, Göte gibi romantik dâhiler, hem hal terbiyesini almışlar, hem de eski Yunan-Lâtin tekniklerini temsil etmişlerdi.” derken, “hal terbiyesi”nin ve “Yunan-Lâtin teknikleri”nin ne olduğunu beyan buyurmamıştır.
Kaldı ki; (bu) “hal terbiyesi almış, (bu) romantik dâhiler”den, Türk düşmanlığıyla mâlûm Şekspir, “Othello” adlı tiyatro eserinde, sevgilisi Desdemona için şu sözleri sarfeder:
“Ah, o alçağın kırk bin canı olsaydı keşke. Öcümü almak için bir tanesi az gelir. Şimdi anlıyorum ki doğruymuş….
(…) Lânet olsun o hayâsız kaltağa! Ah, lânet, lânet! Gel şimdi benimle; gidip o güzel yüzlü iblise ölümlerden ölüm seçeyim.” (20)
Gökalp’ın; “Fuzuli ile Nedim bile bu hususta müstesna değildirler” dediği kişilerden Fuzuli ise, bir beytinde, muhteşem bir hisle ve estetik değeri yüksek bir tarzda, insanlığa örnek teşkil eden ve ders veren şu sözleri söyler:
“Bin cân olaydı kâş men-i dîl’şikestede
Tâ her biriyle bin kez olaydım fedâ sana”
Yânî; (Gönlü kırık olan bende keşki bin can olaydı da, her biriyle sana bin kere fedâ olaydım. “(21)
“Hâl terbiyesi” ve Türk-İslâm teknikleriyle yazılan şiir, Fuzuli’ninki gibi böyle olur/olmalıdır!..
Diğer taraftan, Gökalp, Osmanlı şâirlerinin hepsini suçlamakta ve şöyle demektedir: “Osmanlı şairlerinden her biri, mutlaka, Acem devrinde bir Acem şairiyle, Fransız şairiyle mütenazırdır. Fuzulî ile Nedim bile bu hususta müstesnâ değillerdir. Bu cihetle, Osmanlı edibleriyle şairlerinden hiç biri orijinal değildir, hepsi mukallittir, hepsinin eserleri bediî ilham değil, zihni hünerverlikten doğmuştur.” (22)
Hâlbuki, biz, Türk’e ait, Türk’e mahsus, Türk bediîyyatının/estetiğinin/Türk güzellikbiliminin târifini ve bu hususta tâkip edilecek usûl ve yolların izahını beklerdik. Gökalp’a göre, “orijinal” nedir, belli değildir.
Meselâ; yazımızın başlangıcında ifadeye çalıştığımız gibi, Orhun/Gök Türk Kitâbeleri’ndeki âbide ve yazılı metin, bu mevzuda, bir tarif ve izah sunmasa bile, ‘tarz’ olarak, bir başlangıç sayılamaz mıydı?
Bilge Kağan ne diyor? Diyor ki; “Çin Kağan’dan sanatkâr(lar) getirttim. (Onlara) nakışlattım. ...Onlara güzel (bir) bark yaptırdım. İçine dışına güzel nakış vurdurdum. Taş yontturdum. Gönüldeki sözümü (yazdırdım.)
Fiillere dikkat edelim: Hepsinde de, “ben’ vardır. Yânî; “getirttim-nakışlattım-yaptırdım-vurdurdum-yontturdum” ve “Gönüldeki sözümü (yazdırdım).
“Ben”, Türk’tür!..
Ve bence; Türk estetiğinin başlangıç merkezi buradadır/burasıdır. Yüzyıllardır birikmiş olan Türk millî kültürünün “güzelliğe” hasreti, bu sözlerle kayda geçirilmiştir.
Gökalp diyor ki; “Memleketimizde bunlardan başka, yan yana yaşayan iki musiki vardır. Bunlardan birisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan Türk musikisi, diğeri Farabî tarafından Bizans’tan tercüme ve iktibas olunan Osmanlı musikisidir. Türk musikisi ilham ile vücuda gelmiş, taklitle hariçten alınmış ve ancak usulle devam ettirilmiştir.” (23)
Yânî; Türk’e ait fazla bir şeyimiz yok mu, denilmek istenmiştir?
Orhun/Gök Türk Kitâbeleri’nde, Bilge Kağan, Çin’den san’atkârlar getirtmiş fakat yapılanları Türk zihnine/aklına ve gönlüne/zevkine göre icrâ ettirmiştir. Millî bediiyat/estetik, budur. Bunun da, ilmî izahı gerekir.
Bir yemeğin lezzeti, o piştikten sonra anlaşılır.
Başka bir târif vereyim: Buğday, kuru üzüm, nohut, fındık, fasulye, kuru kayısı, ceviz, badem, kuru incir, pekmez, tarçın, şeker, süt, su gibi gıda maddelerinin birleşimiyle yapılan tatlıya ‘aşûre’ denildiği ve bunların hepsinden, ayrı ayrı değil, “tek lezzet” alındığı gibi, estetik haz/zevk veya tat da böyle alınır.
Bu hazda, ne kuru üzümün, ne tarçının veya ne de diğer unsurların ‘öz’ lezzeti vardır. Lezzet, ‘aşûre’ lezzetidir.
Bu estetik haz; gönül gözüyle, bütün duygularımızın müştereken harekete geçip paylaştığı ‘tek bir zevk unsuru’dur.
ESTETİKTE NECİP FÂZIL TESPİTİ VE BİZE MAHSUSLUK
Türk kültürüne bir bütünlük içersinde bakmak lâzımdır. Târihî seyirle, geçirdiği merhaleler iyi bir murakabeye tâbi tutulmalı ve sosyo-kültürel ve felsefik olarak, estetikle irtibatı da îzah edilmelidir.
Gerek estetik ve gerekse buna bağlı olarak poetik adlandırılmalar, mâdemki her milletin kendi bünyesine göredir ve ona tâbi olarak gelişir, bizde, bunu kendi içtimâi bünyemize göre târif, tasavvur ve tasvir etmeliyiz.
Bu hususta, Necip Fâzıl, büyük bir iddiayla ortaya çıkıyor ve şunları söylüyor:
*“(Estetik), yâni güzellik, bedî ölçüsü..Onun hem hazînesi bizde, hem de en yoksunu yine biziz. Ne acı!..
*”Allah güzeldir ve güzeli sever!” hadîsi, İslâm’da (estetik) ölçülerin tohumunu verir. Bu tohumu yetiştirmek ve geliştirmek, cemiyet bahçesinin onu fidanları, ağaçları ve çiçekleriyle ziynetli bir fidelik hâline getirmek şart…Şeriate aykırı olmayan her güzel şey İslâm’ın malıdır.
*Bedî idraki, içinde aklın ve mantığın pek az, seziş ve bedahet hissinin pek çok olduğu bir mevhibe…
*Allah, onu ruhumuza öylesine nakşetmiştir ki, âdetâ doğru ve iyinin en dakik terâzisi ve nizam âleti olarak kalbimizde ayrı bir göz teşekkül etmiştir.
*Bütün güzel sanatlar bu idrakin temelinde..Ve madde gözü şu kadar kilometrenin ötesini göremezken bu göz, hayâlin kanatları üstünde aşk hıziyle uçar, varır, erer ve fetheder.
*Mâlik olduğumuz hazinenin yoksunu yine biziz dedik; hazine, Kâinatın Efendisi, yoksun olan da o nimeti yalnız kabukta temsil edip içini asırlardır boş bırakma yoluna sapmış bulunan bütün bir İslâm dünyâsı..
*Hırıstiyanlığın vardığı nokta, esası bâtıllaştırılan bir dini, çirkinden güzele intikal ettirebilmek için sun’i vasıtalarla ve zoraki makyajlarla güzelleştirmek olmuşken, münezzeh İslâmın son merhalesi, aslında güzel olanı, temsil kadrosunda çirkinleştirmekten ibaret kalmıştır.
*Kâinatın Tacı, içi ve dışıyle, dünyanın en güzel erkeği..Kızı, rikkat ve hassasiyet mâdeni Hazret-i Fatıma diyor ki: “Yusuf’u gördükleri zaman güzelliği karşısında farkına varmadan ellerindeki bıçakla parmaklarını kesenler, eğer benim gördüğümü görselerdi yüreklerini parçalarlardı..” Her hâl ve edâda bir güzellik..
*İş, Allah tarafından güzel yaratılmış olup olmamakla bitmez; her işde, her tavırda, her harekette güzeli ve güzelliği aramak icap eder.” (24)
Her kelimesi ve her cümlesi didik didik edilerek okunması gereken bu satırların ayrı ayrı tahlili gerektiğini biliyorum. Ancak; estetik hassasiyeti olan kişilerin de, bu satırların her kelimesinden büyük hisseler kapması gerektiğine de inancım vardır.
Sâdece; “İçinde aklın ve mantığın pek az, seziş ve bedahet hissinin pek çok olduğu..”, “kalbimizde ayrı bir göz teşekkül etmiştir” ifadeleri bile, bu estetik anlayışın ne kadar kendi temelinde istikrar unsuru olduğunu gösterir.
Kendi temelinde, çünki, bugüne kadar, hiç kimse, estetiği, aslî mânasında, köklü bir târif ve çıkış noktasına vardıramamıştır. Yapılan bütün açıklamalar, Aristo metafiziğinin dışına çıkamamış, onu aşamamış, onun etrafında dönüp-dolaşıp durmuş ve dâima kabuk realizmiyle sathî bir güzellik telâkkisini telkine çalışmıştır.
“DİYALEKTİĞİMİZ VE ESTETİĞİMİZ”
“Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz”; aynı zamanda bir kitap başlığıdır ve son dönem sosyologlarımızdan S. Ahmet Arvasî’ye âittir. İsminden de anlaşılacağı üzre, biz’e âit yâni Türk ‘e mahsusluk üzerine, hem diyalektiğimiz ve hem de estetiğimiz hakkında düşünceleri ihtiva etmektedir.
Millet olarak, örfümüz/töremiz/an’anemiz/ millî folklörümüz, yeme-içme, düğün, cenaze, asker uğurlama ve karşılama, millî ve dînî bayramlarımız, giyim-kuşam ve sâir âdetlerimiz, târihî millî kültür dâiremiz içersinde bulunur ve değerlendirilir. Türk’e dâir yaşayış tarzlarımızın meydana getirdiği fikrî ve bediî hususiyetler, bu dâire içinde kabul edilir.
“Bir İlim Olarak Estetik” başlığını taşıyan bölümde, S. Ahmet Arvasî, doğrudan doğruya ve ilk olarak böyle bir başlıkla estetiği “ilim” olarak ele alarak değerlendirir ve şu kanaate varır:
“Bilindiği gibi, “ilimleri”, üç kategoride incelemek mümkün olmuştur. Bunlar, “pozitif ilimler” (yâhut kanun koyucu ilimler), deskriptif ilimler” (yâhut tavsifi ilimler), “normatif ilimler” (yâhut kaide koyucu ilimler) olarak sayılagelmiştir.
Günümüzde “estetik” (bediîyyat), müstakil bir ilim sayılmaktadır. İlim adamları, “Estetik ilmini”, haklı olarak “normatif ilimlerden” sayarlar. Gerçekten de “estetik”, bir ilim olarak, insanoğlunun bu konuda verdiği eserleri inceleyerek “kaide” koymaya çalışır; güzellik mefhumu hususunda insanların ulaştığı âlemşümûl normları keşfetmek ister.
Estetik, bir “ilim” olarak ne kadar başarılı olmuştur? İtiraf etmek gerekir ki, estetik, henüz ilim olma yolunda çok önemli mesafeler katetmiş değildir. O şimdilik bir “ilimden” çok, bir “sanat felsefesine”, yâhut bir “sanat tenkidine” veyâhut bir “sanat tarihine” benzemektedir.” (25)
Demek ki, bugüne kadar yapılan çalışmalar, estetik hakkındaki kanaatleri bir noktada toplayamamış; en azından, onu, olması gereken “ilim” dâiresi içine alamamıştır. Estetiğin “ilim olma yolunda mesafe katetmiş olmaması”, onun hakkında çok daha düşünülmesi gerektiğinin işâretidir.
S. Ahmet Arvasî, bize âit estetiği anlatırken, “İslâm San’atı ve Allah” başlığını taşıyan bölümde de şöyle der:
“İslâm’da “güzellik” başlıbaşına bir hakikattır. “Güzellik”, her ne kadar, insan için “izafî” bir mâna taşıyorsa da gerçekte “Mutlak Güzel” olan Allah’ın “cemil ve “cemal” sıfatlarının tecellilerinden ibârettir.
Şanlı Peygamberimize göre: “Allah güzeldir ve güzeli sever”. Bu peygamber emrini idrâk eden Müslüman san’atkâr, gerçekte “güzeli ararken”, Allah’ı aradığının farkındadır. Bu sebepten o, izafî ve geçici “formlara” bağlanmaktan ve tapınmaktan özellikle kaçar, kendini “Mutlak Güzele” götüren mücerred hamlelere sarılır; fâni “suretler” yerine, ulvî tırmanışlara özlem duyar.
(…) İslâm’a göre, bizzat Allah, “en büyük san’atkârdır” ve kendindeki “cemal” sıfatı ile her an tecelli etmektedir. Bu açıdan bakınca, kâinat, bir güzellik okyanusudur; insan ise, bu okyanusun üzerinde parlayan ve “en güzel yaratılmış” olan bir yıldız gibidir. Kâinata ve insana, bir san’atkâr gözü ile bakanlar, onlarda muhteşem “estetik mesajlar” bulacaklardır. Ama, Müslüman san’atkâr, kendini, bu mesajların “suretlerine” (formlarına) kaptırmaz; bütün bunların arkasında gizlenen “Mutlak Güzeli”, bulmaya çalışır.
Yüce ve mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı Kerim’de, en yüce san’atkâr olarak Cenâb-ı Hak şöyle öğülür: “Sûret yapanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir” (Bknz. El-Mü’minun, âyet:13) Böylece anlıyoruz ki, Allah, bütün bu geçici şekillerin ve formların içine sayısız “güzellik mesajları” yerleştirirken, gerçekte, yeryüzünde kendine “halife” olarak yarattığı “san’atkâr insanı”, muhteşem “cemal” sıfatı ile cezbetmeye çalışmaktadır; “izafî güzellikten Mutlak Güzelliğe” giden yolları işâretlemektedir.” (26)
Arvasî; “Türk-İslâm Medeniyeti Yeniden Dirilirken” başlıklı makalesinde ise, şu görüşlere yer verir:
“Bizim medeniyetimizde, “ilim, san’at ve din” bir bütün teşkil eder. Gerçi, bütün medeniyetlerde, bu üç gayret, bir arada müesseseleşmiş bulunmaktadır. Lâkin, bizim medeniyetimizde müşahade ettiğimiz biçimde, bir ilim, san’at ve din âhengi kurulamamıştır. Türk-İslâm Medeniyeti, 17. asra kadar, bu konuda göz kamaştırıcı örneklerle doludur.
Bir Süleymaniye’yi düşünün, orada “hendesenin zaferi” ile birlikte “estetiğin zaferini” ve “dinin zaferini” bir arada ve muhteşem bir terkib içinde yakalayacaksınız. Gerçekten Mimar Sinan, yalnız “Taşı işleyen bir şair” değildir, o, hendesenin sınırlarını bilen, akustiğin esrarını çözen ve fiziğin kanunlarını yaşayan bir ilim adamı ve büyük bir aşk biçiminde taşıyan ve objektif âleme işleyen bir “iman adamı”dır” (27)
Dikkat edilirse görülecektir ki, Arvasî, çok önemli bir noktaya dikkat çekmektedir:
“Bütün medeniyetlerde, bu üç gayret” yânî “ilim, san’at ve din”, “bir arada müesseseleşmiş bulunması”na rağmen; bizde, ne yazık ki, “ ilim, san’at ve din âhengi kurulamamıştır”.
Zâten, estetik bahsinde, yeterince düşün(e)mediğimizden söz etmiş, ilim ve san’at adamlarımızın belki de en az akıl yürüttükleri sahanın estetik olduğunu üzülerek ifade etmiştik.
Türk san’atının hangi dalını icrâda kendini mes’ul gören olursa olsun, mutlaka estetik üzerinde akıl yürütmelidir. Bu saha, ne yazık ki, bizde hâlâ “kimsesiz”dir!..
KAYNAKLAR
12.Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Türk Kültür Yayını, İstanbul 1974, Sf. 12
13.A.,g., e., Sf. 125
- A.,g.,e., Sf. 127
15.A.,g.,e., Sf.130
16.A.,g.,e., Sf. 131
17.A.,g.,e., Sf. 132
18.A.,g.,e., Sf. 133
19.M. Halistin Kukul, Dilimiz Estetiğimiz Şiirimiz, Denge Gazetesi, 10-23 Ekim 2016, Sf. 8
20.William Shakespeare, Othello, Türkçesi: Ülkü Tamer, Varlık Yayınevi, İstanbul 1964, Sf. 51-52
21.Fuzuli, Hazırlayan: Nevzat Yesirgil, Varlık Yayınevi, İstanbul 1968, Sf. 16
22.Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Sf. 32
- A.,g.,e., Sf. 30
24.Necip Fâzıl Kısakürek, İman ve İslâm Atlası, b.d. yayını, İstanbul 1981, Sf. 219-220
25.S. Ahmet Arvasî, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, Türkmen Yayınevi, İstanbul 1982, Sf. 104
26.A.,g.,e., Sf. 170-171
27.A.,g.,e., Sf. 196
(DÜNDEN DEVAM)