Dünyâ değişiyor...Bu, elbette ki, yeni bir şey değildir!..Zîra değişim; dünyâ kurulalı beri devam eden bir hâdisedir. Hem iyiye, hem de kötüye doğru olabilir ve sosyal hayatın da icabıdır!..
İlim; bütün tecrübî faaliyetlerin neticesi olarak karşımıza çıkar. Bu tecrübeleri, doğuşumuzdan itibaren yaşarız. Ancak; zihnî faaliyetlerimizin ulaşamadığı mertebelerde, bilginin asıl kaynağına müracaat etmek elzem ve şart olmaktadır.
İnsan; kendi kendinin mahsulü değildir. Bir tecellînin, bir ilâhî kudretin hükmüyle, hâkimiyeti veya emri ile, - maddî ve ruhî/mânevî- olarak vücût bulmuştur.
İlim yolu; bütün bu meydana gelişleri/hâsıl oluşları/ yaratılışları/ varoluş ve yokoluşları araştıran, kaideleştiren ve sosyal hayata kazandıran bilgiler mecmuasıdır.
Bunların tedkiki için ise, dünya üniversitelerinde nice dershâneler, nice sosyal/dîn/kültür, fen ve lisân bilgilerini araştıran laboratuvarlar kurulmuştur ve bu faaliyetler, akıl almaz bir hızla da devam etmektedir.
Mâlûmdur ki, bilgi iki kısımdır. Birincisi, naklî yâni din bilgileri; ikincisi ise, aklî yâni fen bilgileridir.
Mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı Kerîme göre; din bilgileri kadar, fen bilgilerinin de öğrenilmesi gereklidir, şarttır.
Tabiîdir ki, naklî ilimler, akıl üstü’dür. “Akıl üstülük” ile, ‘aklı olmamak’ başka bir şeydir. Zîra; aklı olmayan yâni akılsız olan, hiçbir şeyden mes’ul değildir. Çünkü o; idrake ve muhakeme gücüne sâhip değildir.
Aklın kabul etmeyeceği şey/şeyler başkadır; akıl üstülük, başkadır.
Naklî ilimler; tefsir, fıkıh, hadîs ve kelâm gibi ilim sahalarıdır ki, bunların da ‘akılsız’ olması mümkün değildir.
Aklî ilimler ise, duygu organlarıyla algıladığımız, akıl ile, araştırıp, tecrübe ederek öğrendiklerimiz ve ortaya koyduklarımızdır. Bunlar; matematik, fizik, kimya, mantık, biyoloji, jeoloji, astronomi gibi ilim sahalarıdır ve öğrenilmeleri farz-ı kifaye’dir. Yâni herkes için şart değildir ammâ bir hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi,” Hikmet yâni fen ve sanat müminin kaybedilmiş malıdır. Nerede bulursa alması gerekir.”
Zîra; El-Alâk sûresinin 4-5. âyetlerinde: “Kalemle (yazı yazmayı) öğreten O’dur. İnsana bilmediğini O öğretti” buyurulmaktadır. Yâni; daha geniş mânasıyla kâinatın Yaratıcısı, insana, ‘yaşama kılavuzu’nu da göndermiş ve göstermiştir.
“Gökler ile yer, bitişik bir hâlde iken, onları, birbirinden yarıp ayırdığımızı…” (Enbiya,30);
“Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın/dillerinizin ve renklerinizin/benizlerinizin değişik olması yine onun varlığının delillerindendir” (Rûm, 22);
“Dağları yerinde duruyor görüyorsun; hâlbuki bunlar bulut gibi hareket etmektedirler” (Neml, 88) ve;
“Biz, göğü sağlamca kurduk ve biz, onu genişletmekteyiz” (Zariyat, 47)
Âyetleri hakkında hüküm yürütmesi gereken yegâne vasıta, elbette ki, ‘akıl’dır.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, “Astronomi ve anatomi bilmeyen, Allahü teâlânın varlığını ve kudretini anlayamaz” diye buyururken, “aklı kullanma’nın önemine de işâret etmektedir.
Muhakkaktır ki, mukaddes kitâbımızda ‘tefekkür etmek”, “düşünmek”, “fikretmek”, “akletmek” ve “aklı kullanmak” ile alâkalı çok sayıda âyet bulunmaktadır. Bunların herbiri, kitâb-ı ekber olan kâinatı okumamızı, aklımızı kullanarak ibretler alarak tecrübelerimizi geliştirmemizi telkin, tavsiye ve emretmektedir.
Bunları yerine getiren her kim ise, -insan/millet/topluluk/cemiyet-, dünyada, ileri hamleler yapmışlardır.
“Hiç bilenlerle, bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9) ve “Göklerin ve yerin mülkü O’nundur” (Burûc, 9) âyetleri de, ilim yolunda yürünmesi gereken istikametleri işaret buyururlar.
Okumak; geçmişin hatırlanması, hazır bilginin temini ve bu bilgilerin muhakeme edilerek gerekli olanların temel yapılmasıdır.
Yazmak ise; tâzelenmek, dinçleşmek, dirileşmek’tir!..
Akıl; yazmak’la, en üst düşünce merhalesine ulaşır. Her iki fiilin de, ne yeri, ne de zamanı vardır!..Yânî; her yerde ve her zaman ilim yapmak mümkündür…Mâdemki, esas olan ‘düşünmek’tir, diğerleri, birer vasıtadan ibârettir. Sağlanan müspet şartlar ve imkânlar, elbette ki, alınacak mesâfeyi hızlandırır.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî’sinin beşinci cildinde şöyle der:
“Öğrenilmiş bilgiyi yeter buluyorsun; gözünü. Başkasının mumuyla aydınlatmışsın.
O da, eğreti mala sahip çıktığını, er olmadığını bilesin diye mumunu, önünden kapıverir.
Ama şükreder, çalışırsan, çabalarsan, gam yeme; bunun gibi yüzlercesini verir sana.” (Gölpınarlı, Sf. 175)
‘Dondurulmuş/eğreti bilgi”; geçmişin tecrübelerinden elde edilmiş bilgidir. Elbette ki, bu bilgilerin kazanılması/temin edilmesi zarûrî ve şarttır. İstenen ise; yeni şeyler ortaya koyabilmek, üretebilmektir. Akıl; bunun için vardır. Cüz’i dediğimiz insan aklı, her zaman diliminde/her çağda/devirde, ‘buna’, ilâveler yapmıştır.
İnsanoğlu; sâdece yeryüzünü değil, yeraltını, denizaltını, gök katlarını keşfe çıkmıştır ve bu keşiflere devam da etmektedir.
Bizler, Türk Milleti olarak, bunları bir gaye, hedef ve ülkü olarak kabul edebilirsek, hem tâzelenir, hem dinçleşir ve hem de dirileşiriz!..
Bunun en son ve en bâriz örneği F(ı)ransız deniz bilimcisi Jacques-Yves Cousteau (1910-1997)’dur.
Cebeli Tarık Boğazı’nda iki deniz birleşiyor fakat bu denizlerin suları karışmıyor!...
Kâinat; deniz dibiyle, havasıyla, yeraltı ve yerüstü değerleriyle ve uçsuz bucaksızlığıyla, insanoğlunun inceleme ve araştırma sahasıdır. Ne kadar ’merak sâhibi’ olur ve ne kadar ilim aşkımız bulunursa, ilim yolunda da o kadar ilerleyişimiz/ilerlememiz olur.
Cousteau, nihâyet, ‘merak’ını gidermek için de ayrıca bir araştırma yapar ve nihâyet, kaynağını, ‘aklı kullanarak’, ‘vahiy’de bulur.
Rahman Sûresinin 19. ve 20. âyetlerinde Yüce Allah; “İki denizi birbirlerine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar” buyurmaktadır.
Yine; Furkan sûresinin 53. âyetinde de, şöyle buyrulur: “İki denizi salıveren de O’dur. İşte şu, susuzluğu gideren tatlı bir su, diğeri de tuzlu ve acı bir sudur. Aralarında ise, Allah, birbirlerinin sınırlarını aşmaktan alıkoyan bir engel koymuştur.”
Fen adamlarımız mübârek dinimizin; ve din adamlarımız da fennin kıymetini hakkıyla anlamış olsalardı, bugün, her sahada dünyanın gözdesi olurduk.
Târih sırasıyla bir hatırlatma yapayım:
17 Mayıs 2010 târihinde, Zonguldak/Karadon mâden fâciasında (30)/otuz kişi;
13 Mayıs 2014 târihinde, Manisa/Soma mâden kazasında (301)/üçyüzbir kişi;
8 Nisan 2018 târihinde, Çorlu t(i)ren kazasında (25)/yirmibeş kişi;
6 Şubat 2023 târihinde, Kahramanmaraş-Hatay-Gaziantep-Osmaniye-Adana-Kilis-İskenderun-Şanlıurfa-Diyarbakır-Adıyaman-Malatya-Elâzığ illerimizde meydana gelen depremde (53.000)/elliüçbinin üzerinde;
13 Şubat 2024 târihinde, Erzincan’ın İliç ilçesinde, altın madeni aranan sahadaki heyelanda (9) dokuz insanımızı kaybettik.
Ve son olarak da, 21 Ocak 2025 tarihinde, Bolu Kartalkaya’da, Grand Kartal Otel’de 78 kişi yanarak can verdi.
Bunların, konuyla ne ilgisi vardır, demeyiniz! Vardır!..Zîra…
Çözümsüzlüğün yegâne sebebi; ‘ilimsizlik’tir!..
İlimsizlik; tedbirsizlik’le/ihmâl’le/vurdumduymazlık’la birleşmiş, bunca can ve mal zâyi olmuştur!..
Jeoloji sahasının ilim adamları, neredeyse, günün her saatinde televizyon ekranlarında muhtemel ‘depremler için’ îkazlarda bulundular…Gözyaşı bile dökenler oldu; daha ne yapabilirlerdi!..
Öyle kısır çekişmeler yaşadık ve yaşıyoruz ki, ‘akıl’ alacak gibi değildir!..
“Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı, sizin istifadenize vermiştir. Yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmiştir. Bunlarda, akıl edenler için dersler vardır” (Nahl, 12)
O hâlde;;
“Dünyâyı isteyen ilme sarılsın. Âhireti isteyen ilme sarılsın. Hem dünyayı hem âhireti isteyen de ilme sarılsın” (Hadîs-i şerîf)
Diye ne zaman haykıracağız!
Üniversite veya bu üniversitelerde okuyan öğrenci sayılarının fazlalığı ‘ilmî gelişmişlik’ işâreti değil; aksine, usûlbilim/metodoloji noksanlığının tıpatıp kendisidir.
En küçük ilçelere bile yüksekokul açılmasının arkasında yatan gerçek, Devlet eliyle yapılan savurganlığın bir başka türlüsüdür. Deniliyor ki; bu yüksekokulların açılmasıyla, o muhitlerdeki esnaf ticâret yapıyor ve onlardan istifade ediyor. Bu ‘mantık’, sosyolojik olarak da hiçbir değer kazanmaz ve tamamen, insanı/gençliği, bir başka şeye yâni ticârete ‘âlet etmek’tir.
Devlet’in onca binası, onca öğretim elemanı, -ki, yetersiz sayıdadır- ve diğer yurt binası, hizmet elemanı masrafı yanında, kalorifer, elektrik, su ve sâir giderler, hep üretimsiz tüketimden harcanmaktadır.
Resmî rakamlarda; 131’İ Devlet ve 78’i de Özel veya Vakıf üniversitesi olmak üzere 209 üniversitemiz olduğu ifade ediliyor. Dünya üniversiteleri sıralamasında ise; ODTÜ, İTÜ, Koç, Boğaziçi, Sabancı ve Bilkent üniversitelerinin ilk beşyüzde olduğu söyleniyor.
Senelerden beri, değişen nedir?
Bu üniversiteler, zâten kurulduklarından beri önde ve gözde üniversitelerdir.
Peki, niçin; hedefimiz, ‘ilk yüze’ veya ‘ilk ona’ girmek değildir? Var mı böyle bir iddia?
“Eskisinden daha iyiyiz” demenin, kandırmacadan veya oyalamadan başka bir şey olmadığını söylemek zorundayım!..
Adamlar; avuç içi kadar bir âletin içine kâinatı sığdırmışlar, biz ise, hâlâ koskocaman kâinata sığ(a)mıyor, kendimize yer arıyoruz!..
Eğitimin temeli, ‘kaliteli öğretim üyesi ve kaliteli öğretmen’dir.
Bunun çâresi ise, her ilim dalına, gereken önemi vermektir.
Biz, ne yazık ki, yabancıların geliştirdiği üst sistemleri bile taklide muktedir değiliz.
Bırakınız yeni bir sistem icadını, şöyle etrafımıza bakıp, ABD, Almanya, İngiltere, Çin, Rusya, Japonya veya F(ı)ransa üniversiteleri nasıl ön sıralarda yer alıyor, hangi usûlleri tatbik ederek başarı sağlıyorlar diyebilsek, elimizde bulunan bu becerikli, bu cevval, bu zeki ve bu hevesli gençliğimizi hebâ etmemiş olacağız!..