Bugünün gençliği sessiz… Ama bu sessizlik, kabullenişten değil; yorgunluktan, kırılmışlıktan ve çaresizlikten doğuyor. Gallup’un 'Küresel Duygular' Raporu’na göre Türkiye, dünyada en yüksek stres düzeyine sahip ülkelerden birisidir.
Ipsos’un araştırmasına göre ise halkın en büyük sağlık meselesi bunalım. Bu tablo yalnızca yetişkinleri değil, gençliği de içine alan geniş bir çöküntüyü gözler önüne seriyor.
Üniversite okumuş, birkaç dil bilen, hayatını sınavlarla geçirmiş bir genç, okuldan sonra işsiz. İş bulan ise geçim derdiyle boğuşuyor.
Kiralar almış başını gitmiş. Evlilik, aile kurmak, çocuk büyütmek... Bunlar artık lüks. Universum’un verilerine göre genç profesyonellerin yarıdan fazlası hayatını “çok bunalımlı” buluyor.
Ama asıl tehlike bu dış problemlerin ötesinde, iç dünyada.
Gençliğin en büyük yarası, idealsizlik. Ve bu yaradan sızan her damla, bizi kimliksizliğe götürüyor.
Kökünden Koparılmış Bir Kuşak
Eskiden gençler için bir hedef vardı: Yalnızca iyi bir iş değil, iyi bir insan olmak.
Ya şimdi?
Gençler, ne milletiyle bağ kurabiliyor, ne kültürüyle. Ne tarihini biliyor, ne geleceğine güveniyor. Diller değişti, değerler ters yüz oldu. Modernleşme adı altında, ruhsuzlaşma yaşanıyor.
Peyami Safa yıllar önce şöyle uyarıyordu: “Kültürsüz, fikirsiz, inançsız bir gençlik yığın hâlindedir; kolay sürülür, kolay kandırılır.” Bugün sokakta, okulda, sanal ortamda gördüğümüz genç profili bu tanımı doğrular nitelikte. Kendini yalnızca “tüketici” olarak gören, kimliğini marka ve telefonla tanımlayan, ahlâkı ekran dizilerinden öğrenen bir gençlik…
Nihal Atsız ise millî şuuru olmayan bir toplumun geleceğinin karanlık olduğunu söylerdi. Bugünün gençliği bu şuurdan yoksun büyüyor.
Aileye Açık Saldırı
Kültürel yozlaşma en çok ekranlarda kendini belli ediyor.
Son yıllarda dizi ve filmlerde evlilik değersizleştiriliyor; birlikte yaşama, günübirlik ilişkiler, “özgürlük” adı altında özendiriliyor. Aile, sanki bir yükmüş gibi gösteriliyor. Sadakat, bağlılık, çocuk büyütmek, sorumluluk almak... Bunlar artık "gericilik" sayılıyor.
Ziya Gökalp’in dediği gibi, milletin çekirdeği ailedir. O çekirdek dağılırsa, ne yapı kalır ne de anlam. Necip Fazıl ise yıllar öncesinden uyarıda bulunmuştu: “Aile çökünce millet çöker.”
Bugün bu çöküşün eşiğindeyiz.
Türk töresiyle, İslâm inancıyla yoğrulmuş bir milletin gençliği, dizilerdeki hayali hayatları gerçek sanıyor. Alparslan Türkeş’in “Dava adamı” dediği gençlik tipi, yerini günü birlik düşünen, yalnızca bugünü yaşayan, yarını umursamayan bir tipe bıraktı.
Eğitim Sistemi...
Gençliği kurtaracak üç temel direk vardır: Aile, çevre ve okul. Ama bugün bu üçü de çatlamış durumda. Eğitim sistemi gençlere yalnızca bilgi yüklüyor, ama yön vermiyor. Sınavdan sınava koşan, düşünmeyen, okumayan, sorgulamayan bir nesil büyüyor. Oysa bir millet, yalnızca “diplomalı”larla değil, ülkü sahibi gençlerle ayağa kalkar.
Necip Fazıl ne güzel söyler: “Genç adam! İnandığın gibi yaşa, yoksa yaşadığın gibi inanmaya başlarsın.”
Bugünkü genç, artık yaşadığı gibi inanmaya başlamış durumda. Yani inançsızlık içinde, anlamsızlıkla boğuşuyor.
Umutsuzluğa Karşı Ülkü
Bu gidiş değişebilir. Gençlik yitirilmiş değil, yalnızca yönsüz. Yönü ise geçmişinde, kültüründe, dininde, töresinde gizli.
Milliyetçi bir şuurla, Türklük gururu ve İslâm ahlâkıyla yoğrulmuş bir eğitim, aile ve toplum düzeni kurulmadıkça, bu karanlık büyür.
Alparslan Türkeş’in sözünü hatırlayalım: “Bir genç, milletinin geleceğidir. Eğer gençlik millî şuurdan uzaksa, o milletin yarını karanlıktır.”
Karanlığa karşı ülküyle direnmek, yeniden diriliş ruhunu canlandırmak zorundayız. Gençliğe yalnızca iş değil, ideal; yalnızca para değil, yön; yalnızca bilgi değil, anlam vermeliyiz.
Ancak o zaman yeniden bir millet olabiliriz.
Kalın sağlıcakla...