Ülkücünün çilesi bitmez… Bu ifade, nesilden nesile aktarılan, artık alışılmış bir söylemden çok daha fazlasını ifade ediyor.
Belki biraz kabullenilmiş, biraz da kader gibi görülmüş bir hakikat bu.
Çile, sanki ülkücünün alnına yazılmış bir yazı, ömrüne çizilmiş bir sınırdır. Fakat neden böyledir?
Bu durum, ülkücülüğün tabiatında mı var, yoksa kader diye kabullendiğimiz bu çileyi aslında kendimiz mi seçiyoruz?
Ülkücüler, tarih boyunca, hep çileye talip olmuş, sabretmeyi ve mücadeleyi hayatlarının merkezine almışlardır.
İyi güzel de, bu çile çekme ve sabır geleneğinin, bugün kimi zaman anlamını yitirdiğini ve yer yer bir istismar alanına dönüştüğünü de görmek lazım.
İşte burası özeleştirinin başladığı yerdir.
Ülkücülerin en büyük meziyeti, iki yüzlülüğe, riyakârlığa ve menfaat hesaplarına geçit vermemesidir. Ülkücülüğün tek yüzü vardır; o da milletine dönüktür.
İyi de günümüz siyaseti içinde bu düstur ne kadar geçerli kalmıştır?
Yoksa ülkücülük de günün siyasi dengelerine uyum sağlayarak, millet menfaatinden çok siyasetçinin menfaat hesapları arasındaki yüzdelik paylaşımlara mı sıkışmıştır?
Ülkücülerin, "zengin olmaya hakkı yoktur" düşüncesi de oldukça yaygındır.
Bu düşüncenin altında yatan şey belki de idealist insanların para ve zenginlikle imtihan edilmesinin, onların karakterlerinde yozlaşma yaratabileceği endişesidir.
Ancak bu mantıkla hareket etmek, ülkücülerin siyaset meydanında hep ekonomik olarak bağımlı, siyasi olarak da başkalarına muhtaç hâle gelmelerine sebep olmaktadır. Bu bağımlılık ilişkisi, beraberinde taviz vermeyi, omurgasızlığı ve dolayısıyla da çile çekmeyi getiriyor.
Ülkücülüğün çilesini yüceltiyor, onu bir hayat tarzı hâline getiriyoruz da, "adam gibi yaşamak", "rahata kavuşmak", "hak edilen refah" neden ülkücülere çok görülüyor?
Bu noktada kendimizi sorgulamamız gerekiyor.
Acaba bizler, ülkücülüğün çilesini mukaddes sayıp, çektiğimiz sıkıntıları siyasi sistem içinde değiştirmek yerine, onları mkaddes sayarak sadece geçiştirmeyi mi tercih ediyoruz?
Siyasetin bugünkü hâline baktığımızda, milletin menfaati ile siyasetçinin menfaatinin çatıştığı alanlarda, ne yazık ki, genellikle siyasetçinin menfaati galip gelmektedir. Ülkücüler ise, bu noktada ya görmezden geliniyor ya da fedakârlık sırası her zaman onlara düşüyor. Bir türlü hakikat anlamda hakkını alamayan, sesi çıkmayan, çıkarsa da sesinin yankı bulmadığı kesim oluyor ülkücüler…
Ancak biraz empati yapmak gerekirse, belki de ülkücülerin kendilerini sorgulamaya başlamaları, çilenin hakikat kaynağını görmeleri gerekiyor.
Başkalarının siyasi hesapları arasında yok olup gitmek yerine, kendi iradesiyle, açık, net ve dik duruşlu siyaset yapabilmenin yollarını aramalılar.
Bugün ülkücünün çilesi sadece karşı tarafın insafsızlığından değil, biraz da kendi iradesini yeterince ortaya koyamamaktan kaynaklanmaktadır.
Ülkücülük, ezilmek, yokluk içinde yaşamak, her türlü cefaya katlanmak değildir.
Ülkücülük, bu millet için gerekirse çile çekmeyi göze almak ama aynı zamanda hak ettiği itibara, refaha ve huzura da ulaşmayı hedeflemektir.
Evet, ülkücünün çilesi bitmez ama bu çilenin 'kutsanmış' bir eziyet hâline dönüşmesine izin verilmemelidir.
Ülkücülük, millet menfaatini siyasetçinin menfaatinden üstün tutan, çile çekmekten kaçmayan ama çilesini de bilinçle ve iradeyle çeken insanların yoludur.
Bu bilinçle hareket etmek, çilenin de anlamını, ülkücülüğün de itibarını yeniden yükseltecektir. Kalın selametle...