Yeni Sömürgecilik ve Demokrasi Talepleri Arasında Ortadoğu Geleceğini Arıyor
Kendinizi tanıtır mısınız?
Gazi Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü`nde öğretim üyesiyim. Ana çalışma alanlarım uluslararası ilişkiler teorileri, uluslararası politik ekonomi ve Amerikan dış politikası. Bu konularda dersler veriyor, makaleler ve kitaplar yayınlıyorum. Nitekim son çıkan “Emperyalizm, Hegemonya, İmparatorluk” başlıklı kitabım, Irak’ın işgali olayını uluslararası politik ekonomi alanındaki önemli teorilerin analizi etrafında incelediğim, doktora tezime dayalı bir çalışma. Ortadoğu siyasetini anlama gayretimin başlangıcı ise akademiye intisabımdan öncesine uzanıyor. İlk gençlik yılları soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Türk dünyası ve Osmanlı beşeri coğrafyasından Türkiye’ye doğru esen heyecan dalgasının ortasında geçen bir kuşaktanım. Sonrasında da bu bölgelere duyduğum özel ilgi eksilmek bir yana daha fazla pekişti ve akademik çalışma gündemimin değişmeyen bir parçasına dönüştü.
Konuya girecek olursak, Ortadoğu’da yaşanan istikrarsızlığın temeli hangi tarihe dayanıyor?
Ortadoğu; tarihi önemi, zengin doğal kaynakları ve insanlığın anlam haritasındaki konumu bakımından çok önemli bir yer. Aynı zamanda burası, Osmanlı’nın çöküşünden itibaren büyük güç boşluğunun yaşandığı ve dünya düzenindeki değişmelerden en fazla etkilenen bölge. Sistemik düzeyde istikrarsızlığın yaşandığı dönemlerde bu coğrafya büyük güçler arasındaki rekabeti derinden hissediyor. Örneğin soğuk savaş sona erer ermez ilk sıcak çatışmaları Balkanlarla birlikte burada gördük. Sovyet bloğunun çöküşünün ardından, Irak’ın Kuveyt’e girişi ve bölgeye yapılan müdahale yeni dönemi karakterize edecek müdahalecilik dalgasının ilk örneğiydi. Ayrıca iç savaşlara (Cezayir iç savaşı gibi), şahit olduk. Kangren halinde devam eden İsrail-Filistin meselesini de hatırladığımızda bu coğrafyanın hayli zamandır bir çatışmalar ve istikrarsızlıklar yumağıyla sarmalandığını görürüz.
Ortadoğu üzerindeki Türk kalkanının tamamen parçalanmasıyla başlayan bölgenin en zor yüzyılının sonuna yaklaştığımız şu dönemde, yeni bir alt üst oluş dalgasıyla karşı karşıyayız. Bu başdöndürücü gelişmeleri anlamlandırabilmek için ana hatlarına işaret ettiğim uzun vadeli dinamikleri göz ardı etmeden, dikkatlerimizi daha yakın bir zamana, küreselleşme sürecinin ikinci evresine yöneltmeliyiz. Hatırlayacağınız gibi soğuk savaşın sona erişi Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Batının zaferi olarak kutlanmıştı. Sonra piyasa güçleri yeryüzü ölçeğinde serbest bırakıldı ve küreselleşmenin dinamikleri hızlandı. Bu sürecin ilk aşamasında Amerika ve Avrupa merkezli küresel sermaye yaşanan dönüşümün kazananıdır. 1990’ların ikinci yarısından itibaren ise kapitalizmin mantığının doğal sonucu olarak üretimin coğrafyasında değişim yaşandı. Merkez ülkelerden çevreye doğru sermaye akışının hızlanmasıyla bir güç birikimi oluşmaya başladı. Böylece dünya sisteminin merkezi dışında kalan bazı coğrafyalarda kalkınmanın ivme kazandığı bir sürece girdik. Çin’in yükselişi bu hızlı kalkınma dinamiğinin en somut örneğidir. Çin 2000’lerde hâlâ gelişmekte olan ülke kabul edilirken, IMF’nin son yayınladığı gelecek tahminlerine göre 2016 yılında dünyanın en büyük ekonomisi sıfatıyla Amerika`yı geride bırakacak. Bu durum Batı’nın üstünlüğüyle geçen yaklaşık yüz elli yıllık bir süreçte çok önemli kırılma anlarından birini yaşadığımız anlamına geliyor. Ekonomik gücün Doğudan Batıya doğru istikrarlı biçimde akışı çok büyük jeopolitik depremlerin habercisi. Ortadoğu da bu deprem kuşağının tam göbeğinde yer alıyor.
Peki, sizce Amerika bu jeopolitik depremin ne zaman farkına vardı?
Bu değişim dinamiğinin Amerika Birleşik Devletleri tarafından 1990’ların sonundan itibaren ciddiye alınmaya başlandığını düşünüyorum. 2000’li yıllarda George W. Bush yönetimiyle iktidara gelen tarihsel blok, dünya düzeninin girdiği yeni güzergâhtan rahatsızdı. Clinton’a yönelttikleri eleştirilerde de bu rahatsızlık açıkça görülmekteydi. İşlediği haliyle ekonomik küreselleşmenin, Amerikan gücünü diğer oyuncular karşısında görelileştirdiğini düşünüyor, Clinton yönetiminin stratejik bir hata yaparak Amerika’nın gelecekteki jeopolitik rakiplerini beslediğine inanıyorlardı. Bu vizyona alternatif olarak, Amerikan askeri gücünün desteği sayesinde, küreselleşmenin ABD ulus devleti etrafında merkezileştirilebileceği kanaatindeydiler. Yani ne türden bir küreselleşme olacak ve nasıl olacak sorusu, Amerikan iç politikasında birbirleriyle rekabet eden iki önemli grup arasındaki çatışmanın eksenini oluşturuyordu.
Tartışmanın odağında yalnızca Asya’daki dönüşüm yer almıyordu. Yeni mıuhafazakarlar, Avrupa’daki gelişmeleri de tedirginlikle izliyorlardı. Soğuk savaşın ardından Sovyet tehdidi ortadan kalkınca Avrupa, Amerika’dan daha fazla uzaklaşmaya başlamış ve kendi evini inşa etme işine girişmişti. Avrupa ordusu, Avrupa anayasası, Avrupa bütünleşmesinin derinleşme süreci… Bunlar 2000’li yıllarda en çok konuşulan gündem maddeleri haline gelmişti. Amerika’yı gittikçe daha fazla eleştiren Avrupalılar, artan özgüvenleriyle yeni dünya konjonktüründe bağımsız bir jeopolitik aktör olabileceklerine inanmaya başlamışlardı.
Amerika bu denkleme bakarak, kazanılmış zaferin tarihin sonunu getirmek bir yana elden kayıp gitmekte olduğu kanaatine vardı. En azından Bush’un dış politika takımının iki önemli parçası, yani yeni muhafazakârlar ve geleneksel Amerikan milliyetçileri söz konusu resmi bu şekilde okudular. Tehdit kapıdaydı ve acilen üretilecek bir cevapla göğüslenmeliydi. Amerika’nın bu iş için ihtiyaç duyacağı kaynaklar ise ne sınırsızdı ne de rakipsiz. ABD artık ekonomik bakımdan meydan okunabilen bir ülkeydi. Benzersiz tek güç unsuru ise askeri yapılanmasıydı. Bunu kullanarak dünya düzenine yeniden şekil verebileceklerini düşündüler. Elbette 21. yüzyılda askeri araçların, diğer büyük güçlere karşı doğrudan kullanılabilmesi pek mümkün değil. O zaman yapmanız gereken şey rakiplerle doğrudan çatışmak yerine, herkesin hayati çıkarlarının bulunduğu bölgelerden başlayarak askeri kuvvetiniz aracılığıyla yeni bir jeopolitik dizayna girişmektir. Nitekim 11 Eylül saldırılarını takiben Amerika’nın Ortadoğu’ya yönelişinde bu tarz bir stratejik akıl yürütme biçimi pay sahibidir. 11 Eylül saldırıları da bu yönelişe fırsat vermiştir.
Büyük Ortadoğu Projesi 11 Eylül saldırılarıyla şekillendi diyorsunuz. Peki, proje saldırılardan sonra nasıl bir şekil aldı?
Ortadoğu’da hayata geçirilmeye çalışılan jeopolitik düzenlemenin birbirleriyle yer yer çelişen iki tane önemli sac ayağı vardı.
Bunlardan bir tanesi Irak’ın işgali örneğindeki gibi bölgede potansiyeli olan bir ülkenin, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya ve Japonya’da uygulanan tarzda bir ulus inşası sürecinden geçirilerek bölge ülkelerine model oluşturmasıdır.
BOP adıyla anılan ikincisi ise sivil toplum katında biriken muazzam enerjinin pasif devrimler yoluyla kanalize edilmesini hedeflemiştir. İlkiyle eş zamanlı biçimde yürütülmeye çalışılması, bu ikinci sürece darbe vurmuştur.
İkinci sürecin pasif devrim mantığı neyi anlatıyor?
Burada kullandığım şekliyle pasif devrimin mantığını, kendi dinamikleriyle gerçekleştiğinde sistem içindeki iktidar ilişkilerini kökünden sarsacak toplumsal dönüşüm dalgalarının daha az tehlikeli olacak bir mecraya yönlendirilmesi çabası şeklinde özetleyebiliriz. 11 Eylül saldırılarına karışanların büyük kısmının Ortadoğu’da ABD’ye düşman değil, dost rejimlerin vatandaşları olmaları, Amerikan yönetimine bölgede biriken muhalefet enerjisinin belirli eşikleri aştığında nelere kadir olabileceğini göstermişti. Bu fotoğrafı en iyi okuyanlardan birisi aynı dönemde ABD hükümetine danışmanlık yapan Ortadoğu uzmanı ünlü akademisyen Bernard Lewis’tir. Lewis bu noktaya dikkat çeker ve der ki: ‘Bu insanların temel problemleri kendi ülkelerindeki otoriter rejimlerle, diktatörlerle. Ancak bunlar; yani Mısır ve Suudi yönetimleri Amerika’nın Ortadoğu’daki en yakın dostları olarak görünüyorlar. Bu ülkelerdeki muhalifler de kendi iktidarlarıyla baş edebilmek için, önce Amerikalıları bölgeden göndermeleri gerektiğine inanıyorlar. Amerikalıları yollayabilmek için ise ABD’nin Ortadoğu politikası yüzünden canının acıyabileceğini Amerikan toplumuna göstermek gerektiğini düşünüyorlar. Bu yüzden terörü Amerikan topraklarına taşıdılar.’ Amerikan yönetiminin önemli bölümünün benimsediği bu değrlendirmenin ardından izlenen strateji ise şu oldu: Ortadoğu’daki muhaliflerle temasa geçip onlara Amerikan karşıtı yönlerinin törpülenmesi karşılığında bölgede ABD’nin nüfuzu altında bulunan rejimlerin demokrasiye geçirileceği sözünü verdiler. Demokratik bir sisteme doğru evirilecek olan bu ülkelerde, muhalif hareketler de iktidar için diğer gruplarla yarışabileceklerdi.
Peki diğer gruplarla yarışıldığında ne olacak?
İdeolojilerinin Amerikan karşıtı yönleri törpülenecek. Arkalarındaki halk desteği yüzünden eski rejimlere kıyasla daha geniş toplumsal meşruiyete sahip olacak yeni yönetimler, kendilerine iktidar yolunu ABD açtığı için de Washington’la dostane ilişkiler kuracaklar. Böylece bir taşla iki kuş vurulacak.
Aksi durum neyi getirir?
Aksi durumun en önemli örneği İran’dır. Şah dönemi İran’ı 1979’a kadar neredeyse İsrail’den daha güçlü bir Amerikan müttefikiydi. ABD de son ana kadar şahın arkasından çekilmedi. Sonuçta ise şöyle bir fotoğraf ortaya çıktı: İran’da rejim değişti ve yeni iktidar 30 küsur yıldır Amerika’nın Ortadoğu politikalarını belirlerken temel unsur olarak dikkate almak zorunda kaldığı bir hasma dönüştü. Tahrir meydanındaki gösterilerle gündemimize giren Mısır, bölgesel güç dengeleri bakımından Türkiye ve İran’la birlikte en önemli ülkeler arasında yer alıyor. Mısır’da İran’dakine benzer büyük bir isyanın kontrolsüz patlaması, İsrail’le tırmanabilecek yeni çatışmalar üzerinden insanlığı bir dünya savaşının eşiğine getirebilecek düzeyde istikrarsızlık yaratma potansiyeline sahiptir. Bu yüzden de değişimin mekanizmaları oluşturulmaya çalışılıyor.
Büyük Ortadoğu Projesi, Ortadoğu’yla kısıtlı bir proje mi?
Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir diğer önemli hedefi Avrupa’ydı. Avrupalılar, uluslararası kurumların itirazlarına rağmen askeri güç kullanacağını ilan eden Bush yönetiminin Irak’ı işgal ederken aslında ne yapmak istediğini anladılar. Dünyanın önemli bölümüyle birlikte başlıca Avrupalı müttefiklerin karşı çıktığı bir müdahale ısrarla gerçekleştirilerek, Amerikan gücünün diğer aktörlerin tamamının toplamından üstün olduğu anlatılmaya çalışılıyordu. ABD’de iktidarı elinde tutan koalisyon, ‘biz askeri kuvvetimizle eski denklemleri değiştiririz ve herkes de kuracağımız yeni statükoyu kabul etmek zorunda kalır.’ demekteydi. Avrupalılar ne kadar zayıf olduklarını hissedeceklerdi, bu farkına varış sürecinin ardından da güce yanaşacaklardı.
Ancak işgalle birlikte büyük bir muhalefet dalgası kabardı. Yeni bir siyasi ve psikolojik iklim ortaya çıktı. İşlerin kısa sürede hallolmayacağı ve Irak’ın bir bataklığa dönüştüğü görüldüğünde ilan edilen BOP sayesinde, müttefiklerle ilişkileri tamir etmenin mümkün olacağı düşünülmüştü. Çünkü BOP, sağladığı demokratik meşruiyet çerçevesiyle Avrupalılara Ortadoğu’yu yeniden şekillendiren iradeye paydaş olabilecekleri bir alan açmaktaydı. BOP’a Avrupalı müttefiklerin işgal sürecinin başlarındaki dışlanmışlıklarının giderilebileceği bir diplomatik çerçeve olarak da bakılmaktaydı. Bu yüzden proje Rusya’nın da temsil edildiği bir G8 planı olarak gündeme getirildi. Bunun anlamını çözmek için Irak’ın işgal edildiği günlerde Almanya, Fransa ve Rusya’nın bir araya gelerek verdikleri mesajı hatırlamak lazım.
Yani BOP’un diğer yüzünde daha az tartışılan bir ilişkiler ağı var. Bu proje, Avrupalılara Ortadoğu sizin yakın çevrenizdir, dolayısıyla buranın yeniden şekillenmesi Avrupa güvenliğiyle de ilgili bir meseledir diyordu. Bu tavrıyla Amerika, soğuk savaş döneminde Sovyetlere karşı nasıl Avrupa güvenliğinin temel bir parçası olmuşsa yine aynı şekilde Avrupa’nın yanında duracağını taahhüt ediyordu. Sovyetlerin yerini çağdaş terör tehdidi almıştı. Terör istikrarsızlık anlamına gelmekte ve Avrupa’nın yakın çevresindeki tüm güvenlik iklimini dönüştürmekteydi. BOP’la Avrupa, bu coğrafyadaki istikrar kurucu düzenleme ve adımların paydaşı haline gelecekti.
Sonuç olarak ne yapıldı?
Sorunların anası olarak İsrail-Filistin meselesi görülüyordu ve Amerika’daki İsrail lobisinin hoşuna gitmeyecek bir adımın atılması için harekete geçildi. Bir başka söyleyişle o dönemden itibaren Amerika-İsrail ilişkilerini germeye başlayan şey, BOP’la ilgili bazı gelişmelerdir. Bu gelişmelerin ardında ise şöyle bir mantık zinciri vardı. Irak’ta istikrar isteniyorsa, Ortadoğu’daki muhalif hareketlerin, teröre meyilli radikal örgütler olmaktan çıkıp haklarını demokratik çerçevede arayan gruplara dönüşmesi isteniyorsa, öncelikle bölgeyi zehirleyen İsrail-Filistin meselesi çözülmeliydi.
O tarihlerde bu bakış açısının kılavuzluğunda birçok toplantı yapıldı. Hamas’la ve Müslüman Kardeşlerle temasa geçildi. Sonuçta anlaşma sağlandı ve Hamas seçimlere katılmaya ikna edildi. Seçimi kazandığında ise İsrail lobisi, Amerika’nın eski müttefikleri olan bölgedeki otoriter rejimlere ait lobi unsurlarıyla birlikte bu sürece karşı faaliyete geçtiler. Nitekim seçimleri kazanmasına rağmen HAMAS’ın demokratik meşruiyeti tanınmadı ve süreç durduruldu. Bunun ardından ise İsrail’in Gazze’deki operasyonları ve Filistin’deki iç savaş eşliğinde yeni bir çatışma dalgasıyla yüz yüze geldik.
Filistin’deki demokratikleşme sürecinin durdurulmasının nedeni nedir?
Hamas’ın demokratikleşme sürecinin gereklerini yerine getirmeye başlaması, İsrail’in Filistinlilere karşı başvurduğu şiddet eylemlerinin meşruiyet temelini zayıflatan bir adımdı. Çünkü Amerikan kamuoyunda İsrail’i sempatik kılan önemli gerekçelerden bir tanesi de bu ülkenin bölgedeki tek demokrasi olma iddiasıdır. İsrail Batı’da, otoriter, diktatörce yönetilen devletler denizinin içindeki biricik demokratik ülke olarak varlığını sürdürmeye çalıştığı tezini bolca işlemektedir. İsrail’in terörist kabul ettiği bir grubun demokratik sürece dahil edilmesi, bu örgüte karşı askeri güç kullanımının meşruiyet çerçevesini sarstı. İsrail’de iktidarı elinde bulunduran önemli çevreler ise gelecekte dayatabilecekleri bir çözümün çerçevesini ancak şiddet kullanmaya devam ederek hazırlayabileceklerini düşünüyorlar. Yani çatışmanın sürmesinin sorunu derinleştirdiği argümanını reddeden bir İsrail var.
Üstelik, Amerika Bush döneminin ardından Obama’yla direksiyonu sola doğru kırarken İsrail çatışma ikliminin de etkisiyle daha fazla sağa yattı. İki ülke arasındaki makas açılırken yeni Amerikan yönetimi pasif devrimler dosyasını raftan indi. Obama’nın dışişleri bakanı Hilary Clinton’ın 2009’da göreve başlarken Senato’da yaptığı bir konuşma var. Burada fikir babalığını ‘yumuşak güç’ kavramının mucidi ünlü akademisyen Joseph S. Nye’ın yaptığı ‘akıllı güç doktrini’nden bahsediyor. Yeni doktrininin temel özelliği ise dış politikada diplomatik ve askeri araçların yeni bir denge içinde kullanımını içermesi. Askeri güce Irak’ın işgali örneğindeki gibi, benzetme yerindeyse, ‘balyoz’ cesametinde değil de ‘neşter’ hassasiyetiyle başvurulacağını söylüyor.
Peki, Bush yönetimi devrettikten sonra Obama’nın karşısında nasıl bir Amerika vardı?
2000-2008 arasında ABD askeri kartlarını oynadı. Ancak bu hamleler Amerika’nın dünya düzenini şekillendirmesini kolaylaştırmadı. Aksine Bush yönetimi, dünya düzeninin iplerinin elden kayışının hızlandığı bir tarihi miras bıraktı arkasında.
İsterseniz hatırlayalım, Afganistan ve Irak’taki işgallerden önce dünya kimden korkuyordu, kimi insan hakları ihlalleri nedeniyle sempatik bulmuyordu? 1990’ların sonuna ait dergi ve gazeteleri karıştırırsanız Çin’in dünya kamuoyu nezdinde ne kadar olumsuz bir imaja sahip olduğunu göreceksiniz. ABD, işgallerin sebep olduğu insan hakları ihlalleri yüzünden yükselen yeni güç merkezleri karşısında ‘munis hegemon’ görüntüsünün sağladığı bu avantajını yitirdi. Dünya kamuoyunu saran ‘şok ve dehşet’ duygusu, umulanın aksine Amerika’nın stratejik imkanlarını sınırladı, hamle yapma kudretini zayıflattı. Örneğin BOP dosyasının bir müddet için rafa kaldırılmasının sebeplerinden bir tanesi de Irak’taki işgal görüntüleridir. Ebu Gureyb’ten sonra Ortadoğu’da demokrasi sözcüğünü ağzına alan neredeyse herkesin Amerikan ajanlığıyla, batı işbirlikçiliğiyle itham edildiği, itibarsızlaştırıldığı bir sürece girildi. Bunu neticesi olarak ise Çin gibi ülkeler sevimli hâle gelmeye, çekicilik kazanmaya başladı. ABD’yle çok yakın müttefik olduğu düşünülen ülkeler bile ilişkilerini çeşitlendirmek ihtiyacı hissettiler. Örneğin, 2000’lerin ortasında Kuveyt, Çin’de rafineri yaptı, Suudiler ise gelecek kaygısıyla bu ülkeye artan miktarlarda petrol satmaya başladılar. Ortadoğu’daki hemen hemen her ülke bir gün Amerikan müdahalesiyle yüzleşebileceği endişesine kapıldı.
Ayrıca işgallerin ardından ABD’nin hasımları yükselen petrol fiyatları sayesinde kuvvetlendiler. Rusya, İran ve Venezüella gibi aktörler parladılar. Amerika Irak’la savaşın düğmesine bastığında petrolün varili 30 doların altındaydı. Şimdi ise ekonomik krizin sebep olduğu düşüş trendinden sonra 120 dolara yaklaştı. Bu durumun en büyük kaybedeni dünyanın en çok petrol ithal eden ülkesi, yani ABD’dir. En büyük kazananı ise Amerika’nın jeopolitik rakip kabul ettiği bazı ülkelerdir.
Şunu anlatmaya çalışıyorum, Bush yönetimi işgaller ve takip eden çatışmalarla uğraşırken küreselleşmenin dinamikleri gittikçe ABD’nin aleyhine olacak biçimde hükümlerini icra etmeye devam ediyorlardı. Savaşın mantığının ekonomik rasyonalitenin önüne geçtiği bu sürecin faturası gerçekten ağırdır. Şöyle düşünün; savunma savaşı yapmıyorsanız, askeri maceranızın devamı için gerekli kamuoyu desteğini vatandaşlarınızdan can ve mal istemeyerek elde tutabilirsiniz. Yani bu tarz bir savaş döngüsünü, ancak zorunlu askerlik olmaksızın, ayrıca vergileri de arttırmadan sürdürebilirsiniz. Bush yönetimi de bu iki şeyi yaparak Ortadoğu’daki savaşı yürütmüştür. Üstelik askeri harcamalar artarken, vatandaşın refah düzeyinin de yükseldiği algısı yaratılmaya çalışılmıştır. Bunun için ise ucuz ithalat teşvik edilmiş, Çin’le yaşanan kornik ticaret açığı sarmalına göz yumulmuştur.
Sonuç olarak 2008’e gelindiğinde Amerika’nın önünde büyük bir ekonomik fatura duruyordu. Doğrudan işgalle ilgili maliyetlerin 4 trilyon dolar civarında olduğu hesaplanıyor. Ayrıca pasif desteğini sürdürmesi karşılığında topluma dolaylı bir rüşvet gibi sunulan ekonomik enstrümanlar rayından çıkmış, ucuz ithalat ve mortgage kredilerinin yarattığı tahribat savaşın maliyetleriyle birleşerek krizi tetiklemişti.
Dolayısıyla Obama göreve başladığında önünde şöyle bir fotoğraf vardı: Dünya düzeninin ipleri çok hızlı bir şekilde ABD’nin ellerinden kaymaya devam ederken, Amerika’nın gücü 8 yıl öncesine oranla daha da azalmıştı.
Obama’nın bu durumda izlediği taktik nedir?
Amerika’nın kendini geri çekilerek toparlayabilir. Ancak çekilme sürecini de örgütlemesi gerekiyor. Bunun için ise arkasında kendisinden sonra daha çok iç enerjisine dayanarak ayakta kalabilecek bir sistem bırakabilmeli. Şu anda ABD, halk hareketlerinin yaşandığı tüm ülkelerde olmasa bile, örneğin Mısır’da rejimlerin değişim süreçlerini yönetmeye çalışırken bunu hedefliyor. Zira temel jeopolitik sorunlar en azından yumuşatılmadan geri çekiliş kolaylıkla sağlanamaz. Bu sorunlardan bir tanesi de İran’la yaşanan nükleer gerginliktir. İsrail’in istediği askeri müdahaleye şimdiye kadar geçit vermeyen ‘akıllı güç doktrini’, devrimler dalgasının İran’ı da vuracağı böylece meselenin içerden çözüleceği bir stratejiye yatırım yapıyor. Suriye’deki dalgalanmanın sebepleri araştırılırken bu nokta da hesaba katılmalı.
Ancak bu türden değerlendirmeler yapılırken, halk hareketlerini Batı’nın provakasyonundan ibaret bir komploya indirgeme yanılgısına da düşülmemeli. Ortadoğu’daki değişim talebi gerçek bir taleptir, meydanlarda dile getirilenler haklı isteklerdir. Bölgeyle ilgili tüm göstergeler çok ciddi bir değişim potansiyelinin varlığını gösteriyor.
Büyük güçler sürece, bu potansiyel enerji aktif hale gelirken değişim dalgasını gelecekte birlikte iş yapabileceklerini düşündükleri aktörlerin kontrolüne sokmaya çalışarak müdahil oluyorlar. Yoksa sokağa çıkan herkesi Amerikan ajanı gibi göstermek çok sağlıksız bir yaklaşım. Öte yandan olayların yönlendirilmek istendiği de bir başka gerçek.
Usame Bin Ladin’in öldürülmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Amerika sonrası dünyaya geçilirken Amerikan toplumunda yenilgi psikolojisinin yaratılmaması sağlıklı bir geri çekilmenin ön şartı. Usame Bin Ladin’in öldürülmesine bu pencereden bakılmalı. Şu anda Amerikan toplumunun yaşadığı zafer sarhoşluğu, çekilme sürecini kolaylaştıracaktır.
Peki, on yıldır neden yakalanmadı?
Çünkü Amerika’nın on yıldır bölgede kalarak düzen kurma iddiası vardı. Ortadoğu’daki askeri varlığının gerekçelerinden birisi de Usame’nin yakalanmamış olmasıydı.
Bundan sonra Ortadoğu’da nasıl bir yol izlenecek?
Ortadoğu’da dünya düzenindeki genel gelişmelere paralel bir gelecek beklemek lazım. Tek kutuplu ân artık çok geride kaldı. Yeryüzünün birçok bölgesinde yeni bir ‘bölgecilik’ dönemine geçiliyor.
Yeni bölgecilikle şunu kastediyorum: Dünyanın önemli jeopolitik havzalarında, çekirdeğinde bir ya da işbirliği halinde birden çok ulus devletin yer aldığı, küre ölçeğindeki kurumların işlev ve fonksiyonlarını bölgesel düzeye çeken yeni yapılanmalar ortaya çıkıyor. Bu yapılanmalar, kimlik tartışmalarından bölgesel güvenliğe kadar birçok şeyi yeni baştan şekillendiriyor. Örneğin Uzakdoğu’ya baktığımızda komünist partisinin 60 ve 70’lerdeki dar ve kendi geçmişini ötekileştiren diliyle değil; imparatorluk tarihine referans yapan, Asya’da kadim medeniyetinin bakıyeleriyle temas kurmaya çalışan, yeni jeopolitik ihtiyaçlar yüzünden tarih ve kimlik politikalarını güncelleyen bir Çin görüyoruz. Çin, aynı zamanda IMF gibi küresel kurumların fonksiyonlarını Asya’da görecek yapılanmaları da inşaya çalışıyor. Bölgeselleşme eğilimi, Şanghay İşbirliği Örgütü üzerinden güvenlik alanına da uzanıyor.
Benzer çabaların bir başka sahnesi Latin Amerika. Avrupa zaten en gelişmiş bölgeselleşme projesinin mekanı. Ortadoğu’nun dinamiklerinin de, belli sınırlar dahilinde böyle bir bölgeselleşme süreci için olgunlaştığı anlaşılıyor.
Bu potansiyel ve kıpırdanış dışardan da görülüyor. Bölge üzerindeki hesaplar geleceğin Ortadoğu’sunu şekillendirmeyi hedefleyen iki vizyon etrafında kutuplaşmaya başladılar. Bunlardan ilki, BOP gibi örneklerde somutlaşan bölgenin dışardan inşa edilmesi girişimleridir. Sarkozy’nin ve arkasına takılan Avrupalıların Libya’ya yaptıkları acil müdahale, Ortadoğu’yu Avrupa’nın çevresi olarak edilgenleştirilmiş bir coğrafya halinde tanzim etme arzusunun ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha gösterdi. Bunun karşısında ise, bağımsız, iç dinamikleriyle kendisini kuran ve Ortadoğu toplumlarının dünya sisteminde tıpkı diğerleri gibi yerlerini almalarını sağlayacak bir bölgeselleşme vizyonu gittikçe yükseliyor. Geleceği birbirleriyle çelişen bu iki vizyon arasındaki çatışma belirleyecek.
Avrupa Türkiye’nin bölgeye karşı olan temkinli tavrını neden eleştiriyor?
Avrupalıların, kendilerini göç vs. gibi yollarla doğrudan etkilemediği müddetçe, bölgedeki değişim enerjisinin hızla kangrene dönüşebilecek çatışmalarda eriyişini görmekten rahatsızlık duyacaklarını söylemek kolay değil. Bölge toplumlarının, yukarıda ana hatlarına işaret ettiğim ikinci vizyonun temsilcisi olarak görmeye başladıkları Türkiye için ise durum farklı. Eğer değişim süreçleri yönetilemez ve iç savaşlara dönüşebilecek kanlı çatışmalara kapı aralanırsa, bölge için beslenen tüm ümitler kabusa dönüşürler. İç savaşların galibi yoktur ve yeryüzünde demokrasinin kök salmasına en az uygun yerler, iç savaşların coğrafyalarıdır. Türkiye bu hassasiyetle davrandığında Avrupalıların tavırları göze batıyor ve sorgulanır hâle geliyor. Zannediyorum eleştirilerin önemli bir bölümünün ardında bu rahatsızlık var.