Türk fikir ve ilim hayatına, “Târihî ve Sosyolojik Mânâda Türkler’de Devlet, Mistisizm ve Tasavvuf, 21. Yüzyıl Türk Cihân Hâkimiyeti’nin Jeopolitiği, Mustafa Kafalı, Koca Reis Fahri Uzun, Türklüğe Bakış, El Neştere Değince, Gerçeğe Hû Diyelim, Yakılacak Kitap, Genel Cerrahi’ye Giriş gibi çok sayıda eser kazandıran Prof. Dr. Kenan Erzurumlu, 24. eseri olan “Yesevî’den Yûnus’a İslâm, Tarih ve Yaşadıklarımız” adlı kitabıyla okurla buluştu.
Prof. Dr. Erzurumlu; eserine yazdığı GİRİŞ’te; “Millet olarak, bin iki yüz yıldır, kimlik bunalımı yaşıyoruz. Millî-dinî kimliklerimizi ayırt edemeden; kimin bizden, kimin hariçten olduğunu bilmeden, yüzyıllar geçirdik” dedikten sonra şu görüşlere yer veriyor:
“Yaşanan bozulmalar ve tahripleri, Prof. Dr. Mümtaz Turhan Hoca’nın tanımlaması ile “kültür değişmeleri” olarak kabul etmek mümkün değildir. Bu, millî kimliğin aşınmasıdır.
(…) Bugün, Türkiye’de, “Türk-Müslüman” kimliğini kabul edenlerin oranı yüzde 80’in altına inmiştir. Belirli güç odakları tarafından hedeflenen rakam ise yüzde 60’tır. Bunun en büyük sorumluluğu, İslâm’ı yeterince anlatamayan ilâhiyatçılara-diyânetçilere ve ardından, tarihçilere, edebiyatçılara ve toplum bilimcilere aittir. Özellikle gençlerimiz arasında hızla yayılan ateizm-deizm, yetersiz anlatımlarıyla din eğitimi verenlerden ve İslâm’ı siyâsete âlet eden politikacılardan güç almaktadır.” (Sf. 10)
Doğu Kütüphanesi Yayınları arasında yayınlanan 220 sayfalık eserde, Prof. Dr. Erzurumlu, İslâmî değerlerin tahrip edilmesinden duyduğu endişeleri dile getirerek, fikirlerini bir ‘iç müzâkereye” tâbi tutmak suretiyle yeni tahlillere girişmektedir.
“İç müzâreke”, Erzurumlu’nun, sık sık ifade ettiği, başkalarına karşı “tenkide açık oluş”un ötesinde; kendini, dâimî bir murakabe altında tutarak yazdıklarını süzgeçten geçirmesi hâdisesidir ki, bunu, keşke herkes yapabilse!..
Türkiye’de, umumiyetle, ‘yerme ve övmeye” dayalı bir okuma alışkanlığı olduğu ve “objektif bakıştan uzak tenkide” yer verildiği için, yazar, eserinin hazırlık safhasında, bizzat sorulu-cevaplı/ iç muhakemeli bir gayret içinde bulunuyor ve zaman zaman da, ‘kendini murakabeye’ çekiyor. Bu durum, bir yazar için çok mühim ve kayda değer bir hususiyettir.
Hattâ, eserini yayınlamadan önce de, birkaç kişiye ‘okutma cömertliğini/ ilmî cesâretini’ gösterir ki, bu da, Prof. Dr. Erzurumlu’nun ‘tenkide’ ne kadar açık olduğunun işâretidir.
Yayınlamadan önce, eseri okuyanlardan biriy(d)im. Şüphesiz ki, birçok mevzuda, istişârelerimiz olmuştur ve hâlen de oluyor/olacaktır.
Şu anki maksadım; hem eseri duyurmak/tanıtmak ve hem de, iki husus üzerinde fikir-alışverişi mahiyetinde bir müşâvere yapmak ve belli ölçüde ‘katkı’da bulunmaktır.
Birincisi; (Sf. 9’da) Hazret-i Mevlâna’nın Türklüğü’ne dâirdir. Bu hususta; TDV. İslâm Ansikloledisi, XXIX cilt, 441. Sayfada, Mevlâna’nın Farsça yazdığı:
“Bigane meğirid merâ zin kûyem
Der kûy-u şuma hâne-i hod mîcuyem
Düşmen neyem her çend ki düşmen rûyem
Aslem Türkest eğerçi Hindû gûyem”
Rübâisidir.
Yânî:
(Beni yabancı sanmayınız, ben bu mahalledenim.
Sizin mahallenizde evimi arıyorum.
Her ne kadar düşman görünüyorsam da düşman değilim.
Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türktür.)
Rübâînin Türkçe karşılığına, Prof. Dr. İsmail Yakıt, 4. mısrada: “Farsça yazsam bile aslım Türktür” ifadesini kullanmış ve şu açıklamayı getirmiştir:
“Hindû dediği, Hint-Avrupa dil kuşağına mensup Sanskritçenin bir lehçesi olan Lisan-ı Pehlevi yâni klâsik Farsça’dır.” (Yakıt, Batı Düş. S. 15)
İkinci (Sf. 37’de) “Tengri teg” hakkındadır ki, bu hususta da, üç kaynak sunacağım.
Birincisi; Türk Dili ve Türk Edebiyatı sahalarında en çok itimat ettiğim ilim adamlarımızdan biri olan Nihad Sâmi Banarlı’dır. Banarlı; “Resimli Türk Edebiyatı Tarihi” adlı eserinin birinci cildinin 61. sayfasının “Kitâbelerin Metni” başlığını taşıyan bölümde şu bilgiyi verir:
“Tanrı gibi gökde olmuş Türk Bilge Kağan, bu çağda (tahta) oturdum.”
Eserde, bunun hâricinde bir açıklama bulunmamaktadır.
Bu mevzuda, bugüne kadar, en teferruatlı bilgiye ise, Prof. Dr. Osman Kemal Kayra’nın makalesinde rastladım. Prof. Dr. Kayra, Türkiye Gazetesi’nin 19 Şubat 2022 tarihli nüshasının 13. sayfasında yayınlanan “Kut”tan “Zıllullâh-ı Fi’l-âleme”/ KUT KİMDEYSE KAĞAN ODUR” başlıklı makalesinde şu bilgileri vermektedir:
“Devletlerin idârî şekillerinin değişmeleri en mühim sosyal olaylardandır. Orta Çağ mutlakıyet demektir; krallıktır, sultanlıktır vb. daha da evveline gidilirse kağanlıktır, hanlıktır, beyliktir.
Eski Türklerde kağanlık, kanlık (hanlık) beylik, “Kök Tengri”den kut almadan mümkün olmazdı. Türk kağanları, çadırda da, obanın çemeninde de doğsalar, gökte doğmuş ve “kut almış” kabul edilirlerdi. Göktürk Kitâbeleri’nin giriş kısmında şöyle bir cümle vardır: “Tengri teg tengride bolmış Türk Bilgi Kağan bu ödke olurdum”KG/1 (Tanrı gibi gökte doğmuş olan “ben” Bilge Kağan bu zamanda idâreyi ele aldım.)
Kut alma maddî bir işlem değil mânevî bir kabuldür. “Kut” kelimesini Vambery, Radloff, R. Rahmetî Arat, Thomsen, Fuât Köprülü, Halil İnalcık, ve Kilisli Rif’at Bey gibi dilciler “saadet, mutluluk” olarak yorumlamışlardır. Daha sonra Sadri Maksûdî Arsal ve İbrahim Kafesoğlu “kut” kelimesinin aslında “siyâsî hâkimiyet” ifâde ettiğini belirtmişlerdir. Türklerdeki bu kut kelimesi, hukukî tâbir ile “imperium”dan başka bir şey değildir. İdârî, askerî, kazâî sahalarda hâkimiyet hakkı mânâsındadır. Toprağa da ancak idâre edilen insanlar vâsıtasıyla yansır. Kut yânî siyâsî iktidar kutsaldır; çünkü menşei tanrısal olarak kabul edilir. Bu konu kitâbelerde Bilge Kağan’ın dilinden şöyle ifâde edilir: Tanrı irâde ettiği için “kut”um var olduğu için hakan oldum.”
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra, uzun makalesini günümüze bağlayarak şu cümlelerle bitirir:
(…) Nitekim Nisâ Sûre-i celîlesi’nde bu gerçek net olarak şöyle geçer: “Ey îmân edenler! Allah’a itâat edin, Resûl’e ve sizden olan emir sâhiplerine de itâat edi.” Bundan Efendimiz ve ondan sonraki emir sâhipleri kastediliyor. Halîfeler, kâdılar, ve komutanlar da bunun içine girer. (Beydâvî Tefsîri, Ter. Doç. Dr. Abdülvehhâb Öztürk, Kahraman Yay. S. 539)
Prof. Dr. Kayra’nın “Kut alma maddî bir işlem değil mânevî bir kabûldür” ve Bilge Kağan: “Tanrı irâde ettiği için “kut”um var olduğu için hakan oldum” cümleleri, meselede bir ‘hacim/maddî unsur’ olmadığını, buna dâir bir işâret gösterilemediğini, “gibi”den maksadın sâdece bir ‘benzetme, benzerlik bildirme” olduğunu anlatmaktadır.
Kanaatimce; “Tengri teg”’deki “teg”, “gibi” değil de, “kadar’ mânâsını taşısaydı, o zaman, yapılacak olan kıyasta, “Tengri ölçüsünde/Tengri derecesinde/Tengri eşitliğinde/tıpkı” yorumları yapılabilirdi ki, bu tamamen yanlış olurdu. Öyle sanıyorum ki, şimdilerde, bâzıları, bunu böyle yorumluyorlar.
Demek istediğim şudur ki; burada, “gibi” kelimesine yüklenen/yüklenmek istenen mâna esastır. Söylemeye çalıştığım gibi, şayet, ona, “kadar” mânası yüklenirse, bu “şirk” /Allah’a eş koşma-ortak olma” demek olur ki, burada sözkonusu olan, asla, bu, değildir.
Bu mevzuda, üçüncü olarak, Prof. Dr. Erol Güngör ise, “Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik” adlı eserinde çok önemli bilgiler vererek şöyle der:
“En eski Türk Kaynakları Türklerin, Yahudilerle hâlen devam ettiği gibi, kavmî bir dine sahip olduklarını ve kendilerini Tanrı’nın seçilmiş milleti diye gördüklerini belirten bilgiler taşıyor: Türkler, Türk Tanrısına inanıyorlardı; bu Tanrı onları yeryüzünün hâkim milleti olarak yaratmıştı. Türk hükümdarları “Tanrı gibi gökte yaratılmış”tı. Gök Türk adı bile onların bu semâvî menşeini gösterecek şekilde “gökten gelen Türk” mânâsını taşıyordu. Türk milleti dünyanın yaradılışı veya ilk insanın çıkışı ile birlikte ortaya çıkmış ve ancak kıyamet kopunca ortadan kalkacak olan bir milletti. İslâm-öncesi devrin bu inanışları İslâmiyetle uzlaştı ve ondan sonra da devam etti. Osmanlı padişah-halifelerinin “Zıllullâh-i fi’l-arz” (Allah’ın Yeryüzündeki Gölgesi) olmaları daha çok Türklere has bir inançtı.” (Bknz. Güngör, Ötüken Yayınları, İstanbul 1995, Sf. 135)
Hulâsa; demek ki, Bilge Kağan, Kök Tengri’den kut almış ve hakan olmuştur.
Eseri ve bu istişâreye vesîle oldukları için, Prof. Dr. Kenan Erzurumlu’ya ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum. Başarıları dâim olsun!..