Türk nesrinin güzîde yazarlarından Ergun Göze, bir mülâkatında Necip Fâzıl Kısakürek'e şu soruyu tevcîh eder:
- " Necip Fâzıl olarak, Necip Fâzıl'ı tenkid eder misiniz?"
Necip Fâzıl, kendine mahsus o muhteşem üslûbuyla, Göze'nin sorusunu şöyle cevaplandırır:
- " Edeyim, kendi iç âlemimde bir turist gibi dolaştığım zaman, öz kıymetlerimi benim derecemde dile getirebilecek birisi bulunmadığını, buna mukabil de, sefâlet ve noksanlıklarımı yine benim derecemde görebilecek anlayışta birisine rastgelmediğimi söyleyebilirim. Bu hâl, bende çocukluğumdan beri devam eder. " ( Bknz: Ergun Göze, İçimizden 30 Kişi, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1975, Sf. 171)
Demek ki, ömür sürdüğü süre içersinde ne "öz kıymetlerini" ve ne de "sefâlet ve noksanlıkları"nı kendi "derece" sinde hiç kimse dile getirememiştir ki, bizim de iddiamız bunları dile getirmek değil, bunlara, sâdece bir perde aralamaktır. Bizim yapmaya çalıştığımız husus; bir insanı kendinden öğrenmektir. Bir insanın, kendini, bu cesâretle anlatabilmesi ise; her babayiğitin harcı değildir.
Fakat, öyle anlaşılıyor ki, Üstâd, bundan mustarip ve şikâyetçidir. Bu sebepledir ki, belki de dünya edebiyatında, Necip Fâzıl kadar kendi eserleri, bilhassâ şiirleri üzerinde büyük bir cesâretle değişiklik yapan ve hayatının "kıymet" , "sefâlet ve noksanlıkları"nı objektif olarak îzâh edebilen kimse de çıkmamıştır.
Yine; kendisi ile yapılan bir başka mülâkatta: "Beğendiğin ve beğenmediğin taraflarını izah edebilir misin?" sorusuna şu cevabı verir:
" -Bunları katiyetle izah edemem. Çünkü bunlar bende uzun, devamlı ve sonsuz bir nefis mücâdelesidir. Başını ve sonunu tayin edemem, determine değildir. Fakat bir kaç misâl söyleyebilirim. Meselâ, evvelâ beğenmediğim tarafım, muhakkak ki, beni beğendiğim tarafımdan daha çok meşgul etmiştir. Beğenmediğim tarafım, süpersansibl oluşumdur. Süpersansibilitemden nefret ederim. İsterim ki, tamamiyle hissiz, fikirlerime bağlı kalayım, müteessir olmıyayım, bana karşı bütün engellere lâkayt durayım." ( Bknz: Türkiye Gazetesi, 25 Mayıs 1994, Sf.13)
Fransız edebiyâtında Jean Jacques Rousseau (1712-1778) ve Rus edebiyâtında da Lev Nikolayevich Tolstoy'da (1828-1910) rastladığımız " Îtirâflar" ile Necip Fâzıl'ın; başta " Bâbıâli" ve "O Ve Ben" olmak üzere, kendini bulduğumuz "Kafa Kâğıdı, Cinnet Mustatili" hattâ "Bir Adam Yaratmak" ve "Çile" adlı eserlerinde de, onlardan hem fikir ve hem de tavır bakımlarından çok farklı olduğunu görürüz.
"Îtirâf''ın; sözlük mânâsiyle: "Kendi kusur ve noksanını, az çok aleyhinde bulunan bir hâli saklamayıp, inkâr etmeyip kabûl, teslim ve ikrâr etme." (Hayat Büyük Türk Sözlüğü,Sf. 617) diye tarifinden bakılınca, sanki bir fark yokmuş gibi görünse de, Rousseau ve Tolstoy'un, içinde bulundukları hâli " ifşâ"dan öteye geçemedikleri görülür. Zîrâ; Necip Fâzıl'da, hâdise, sâdece basit bir " ifşâ"da kalmamakta; O'nda, yeni bir "hâl" e ulaşabilme arzu ve cehdi bulunmaktadır.
Meselâ; Necip Fâzıl, 20 yaşında gittiği Paris hayatını anlatırken: " Kâbus şehirdeki hayatımı anlatmaya hicabım ve İslâmî edebim mânidir." ( Bknz: Necip Fâzıl, O Ve Ben, b. d. Yayını, İstanbul 1998, Sf. 66) der.
- " Necip Fâzıl olarak, Necip Fâzıl'ı tenkid eder misiniz?"
Necip Fâzıl, kendine mahsus o muhteşem üslûbuyla, Göze'nin sorusunu şöyle cevaplandırır:
- " Edeyim, kendi iç âlemimde bir turist gibi dolaştığım zaman, öz kıymetlerimi benim derecemde dile getirebilecek birisi bulunmadığını, buna mukabil de, sefâlet ve noksanlıklarımı yine benim derecemde görebilecek anlayışta birisine rastgelmediğimi söyleyebilirim. Bu hâl, bende çocukluğumdan beri devam eder. " ( Bknz: Ergun Göze, İçimizden 30 Kişi, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1975, Sf. 171)
Demek ki, ömür sürdüğü süre içersinde ne "öz kıymetlerini" ve ne de "sefâlet ve noksanlıkları"nı kendi "derece" sinde hiç kimse dile getirememiştir ki, bizim de iddiamız bunları dile getirmek değil, bunlara, sâdece bir perde aralamaktır. Bizim yapmaya çalıştığımız husus; bir insanı kendinden öğrenmektir. Bir insanın, kendini, bu cesâretle anlatabilmesi ise; her babayiğitin harcı değildir.
Fakat, öyle anlaşılıyor ki, Üstâd, bundan mustarip ve şikâyetçidir. Bu sebepledir ki, belki de dünya edebiyatında, Necip Fâzıl kadar kendi eserleri, bilhassâ şiirleri üzerinde büyük bir cesâretle değişiklik yapan ve hayatının "kıymet" , "sefâlet ve noksanlıkları"nı objektif olarak îzâh edebilen kimse de çıkmamıştır.
Yine; kendisi ile yapılan bir başka mülâkatta: "Beğendiğin ve beğenmediğin taraflarını izah edebilir misin?" sorusuna şu cevabı verir:
" -Bunları katiyetle izah edemem. Çünkü bunlar bende uzun, devamlı ve sonsuz bir nefis mücâdelesidir. Başını ve sonunu tayin edemem, determine değildir. Fakat bir kaç misâl söyleyebilirim. Meselâ, evvelâ beğenmediğim tarafım, muhakkak ki, beni beğendiğim tarafımdan daha çok meşgul etmiştir. Beğenmediğim tarafım, süpersansibl oluşumdur. Süpersansibilitemden nefret ederim. İsterim ki, tamamiyle hissiz, fikirlerime bağlı kalayım, müteessir olmıyayım, bana karşı bütün engellere lâkayt durayım." ( Bknz: Türkiye Gazetesi, 25 Mayıs 1994, Sf.13)
Fransız edebiyâtında Jean Jacques Rousseau (1712-1778) ve Rus edebiyâtında da Lev Nikolayevich Tolstoy'da (1828-1910) rastladığımız " Îtirâflar" ile Necip Fâzıl'ın; başta " Bâbıâli" ve "O Ve Ben" olmak üzere, kendini bulduğumuz "Kafa Kâğıdı, Cinnet Mustatili" hattâ "Bir Adam Yaratmak" ve "Çile" adlı eserlerinde de, onlardan hem fikir ve hem de tavır bakımlarından çok farklı olduğunu görürüz.
"Îtirâf''ın; sözlük mânâsiyle: "Kendi kusur ve noksanını, az çok aleyhinde bulunan bir hâli saklamayıp, inkâr etmeyip kabûl, teslim ve ikrâr etme." (Hayat Büyük Türk Sözlüğü,Sf. 617) diye tarifinden bakılınca, sanki bir fark yokmuş gibi görünse de, Rousseau ve Tolstoy'un, içinde bulundukları hâli " ifşâ"dan öteye geçemedikleri görülür. Zîrâ; Necip Fâzıl'da, hâdise, sâdece basit bir " ifşâ"da kalmamakta; O'nda, yeni bir "hâl" e ulaşabilme arzu ve cehdi bulunmaktadır.
Meselâ; Necip Fâzıl, 20 yaşında gittiği Paris hayatını anlatırken: " Kâbus şehirdeki hayatımı anlatmaya hicabım ve İslâmî edebim mânidir." ( Bknz: Necip Fâzıl, O Ve Ben, b. d. Yayını, İstanbul 1998, Sf. 66) der.