Değerli Basın Mensupları;
Bugün, Türkiye ekonomisinin mevcut durumuna ve geleceğine ilişkin değerlendirmelerimi sizlerle paylaşmak için bir araya gelmiş bulunmaktayız.
Ancak yalnızca ekonomiden bahsetmek yaşanan gelişmeler sebebiyle mümkün değildir.
Türkiye’nin içinden geçtiği bu sancılı dönemde, uygulanan baskı ve karartmanın, gerçeklerin üzerini örtmekten başka bir işe yaramadığını görmekteyiz.
“Üzeri örtülen ve görmezden gelinen nedir?” diyenlere cevabım: İşte bakınız, adına müzâkere denilen aldatmacanın son mağduru, bölücü saldırganların hunharca yaraladığı üniversiteli genç Yusuf oldu. Ankara’nın göbeğinde akşam saatlerinde evine giderken saldırıya uğrayan genç arkadaşımız, aldığı 11 ağır yarayla hastaneye kaldırıldı.
Memleket hayrına başlatıldığı söylenen bu girişimin, gösterilen müsamahanın kimlere ne fayda sağladığı yaşanan bu olaydan da anlaşılmaktadır.
Alınmayan tedbirler ve göz yummalar ile anlaşılan odur ki; onlar bu memleketin, ülke ve millet sevdalısı neslini yine kurban etmek istemektedirler. Ancak; şu da bilinmelidir ki; bu genç nesil asla yalnız ve sahipsiz değildir.
Bugüne kadar, AKP’nin ve güvenlik güçlerinin yönetim zafiyetleriyle üniversitelerde ülkücü dünya görüşüne sahip öğrencilere yönelik saldırılar had safhaya varmıştır. Memlekette terörü çözmek amacıyla yola çıkanlar, içinde bulundukları aymazlıkla, acaba bir arada yaşama iradesine darbe indirdiklerinin idrakindeler mi?
Unutmayınız, bölücülüğe en büyük hizmeti, ancak bölücülerle kol kola girenler, onlarla kapalı kapılar arkasında gizli müzakereler yürütüp, milleti kandıranlar yapmaktadırlar.
Değerli Basın Mensupları;
Şimdi bugünkü gündemimize geri dönersek;
2012 yılının Türkiye ekonomisinin yeni milâdı olduğundan kimsenin şüphesi olmasın. Bu milat, yüksek borçlanmaya dayalı, riskli ve katma değer üretmeyen ekonomik modelin artık iflas ettiğini ve yeni bir sürecin başladığını işaret etmektedir.
Türkiye’nin 10 yıllık ekonomik performansını sağlayan model, bazılarının memnuniyetine rağmen artık bir mevtâdır.
Otopsisine gelince; Türkiye bizim iktidarımız döneminde dünyanın 16’ncı büyük ekonomisiydi. Bugün de 16’ncıdır. Geçen 10 yıllık dönemde Türkiye yerinde saymıştır. Ama üzücü olan husus, “her fırsatta insan aklı unutmakla malûldür” şiârını tekrar tekrar hatırlamamızdır. Türkiye o yıllarda 16’ncı olurken, bugün ileriye doğru, olumlu tek bir adımın atılamamış olması bir başarı değil, kayıptır.
Değerli Basın Mensupları;
Ekonomiyi yöneten zihinlerin büyüklük kompleksi içinde olduğunu görmekteyiz. Rakamların sanal gerçekliğine dayanan, bir rüya vaat ederken insanını kabusa hapseden bir hastalıktır bu. Yalnız ekonomide değil, dış politikada, iç siyasette de bu durumun yeni hallerini müşâhede etmekteyiz.
Geçtiğimiz yıllarda, ‘yabancı sermaye yatırımlarında Cumhuriyet tarihinin rekorunu kırdık’ diye övünenler, acaba Cumhuriyet tarihinin en büyük borçlanma rekorunu da kırdıklarının farkındalar mı?
İktidarlarının icraatları sayesinde bugün Türkiye’nin brüt dış borç stoku 2012 yılının 3’üncü çeyreği itibarıyla 326 milyar dolar seviyesine ulaşmıştır. Böylece kişi başına düşen borç 4 bin 300 dolar olmuştur.
Bu otopsiden çıkan bir başka sonuç ise; Türkiye ekonomisinin 2002-2012 yıllarında ortalama yüzde 5 olarak gerçekleşen büyümesinin bir fark yaratamamasıdır. Toplumu yorgun düşüren en uzun 10 yıllık dönemde, işsizlik yüzde 10’ların biraz altı seviyesinde takılmış, övünülen genç nüfusta işsizlik oranı artmıştır. Yüksek büyümenin olduğu bir ülkede istihdam oranının artması, işsizliğin düşmesi kadar tabii bir durum yoktur. AKP’nin ekonomik mucizesi işte buradadır. İstihdam oluşturmayan bir ekonomiyi yaratmayı başarmışlardır.
Otopsinin tespitiyle içinde bulunduğumuz durum birlikte değerlendirildiğinde, 10 yıllık dönemde uygulanan ekonomi politikaları, geleceğimize iki karanlık mirâs bırakmıştır: “Cari Açık” ve “Orta Gelir Tuzağı”.
Değerli Basın Mensupları;
Türkiye’de önceki dönem yüksek büyüme oranlarına rağmen, istihdam yaratılamamasının asıl nedeni; girişimcimizin sanayisizleşme eğilimine girmesi, yani üretmeyi bırakıp, daha kârlı gördüğü istihdam dostu olmayan sektörlere geçmesidir.
Uluslararası ölçekte, Türk sanayisinin rekabetçiliğini yitirmesinin doğal bir sonucu olan söz konusu bu gelişme, geleceğimizi ipotek altına alabilecektir.
TİSK tarafından açıklanan bir raporda, ihracatı sürüklediği iddia edilen otomotiv, demir çelik gibi sektörlerde uluslararası rekabet gücümüzün geride olduğu tespit edilmiştir. Bu duruma ilişkin bir başka tespit, aslında bir itiraf ise hükümetten gelmektedir.
Kalkınma Bakanlığı’nın 2013 Yılı Programı’nda AKP’nin ekonomi politikalarının Türk sanayisini nereye getirdiği gösterilmektedir. 2002 yılında toplam sanayi üretiminde, yüksek teknolojili ürün üretiminin payı yüzde 5,1 iken, bu oran 2011’de yüzde 3’lere gerilemiştir. Görünen o ki 2012 yılında bu oran daha da düşecektir.
Uluslararası doğrudan yatırım şovu yapanlara sormak isterim, gelen yabancı yatırımın ne kadarı enerji ve hizmet sektörü dışındadır? Bugün halen üretime ve ihracata dayalı olmayan, Türkiye’nin iç piyasa avantajlarından yararlanmaya çalışan parazit bir yabancı sermaye stratejisinin hükümetçe takip edildiği görülmektedir.
Öte yandan, Türkiye’de ar-ge ve inovasyon kavramları ekonomi yönetiminin süslü laflarından ibarettir.
Artan maliyetlerin bizi daha ileri götürmediği günümüz sanayi ve üretim yapısından tek çıkış yolu ar-ge ve inovasyondur. Hükümet bu konuda somut bir adım atamamış, sanayimiz uluslararası standartların altında kalmış ve uzun dönemde ekonomimizin yavaşlama riski belirmiştir.
Nitekim bu tespitimiz OECD’nin 2060 yılına kadar dünya ekonomisinde gelişmeleri öngördüğü raporunda açıkça yer almaktadır. 2011-2030 yılları arasında yüzde 4,5 oranında büyüyeceği tahmin edilen Türkiye ekonomisinin, 2030 yılından sonra yüzde 1,9 oranında büyümesi beklenmektedir.
Bu raporun en dikkat çekici yanı ise, 2011-2030 döneminde Türkiye’nin asla dünyanın 10 büyük ekonomisinden birisi olamayacağıdır. Bu yolun sonunun nereye gittiği aşikârdır, görmeyenlere tavsiyem; hâyâl dünyalarından çıkıp gerçek dünyaya karışmalarıdır.
Değerli Basın Mensupları;
Cari açık sorunumuz ise, AKP sanal mucizesinin bir başka görünümüdür. 1975-2002 seneleri arasında Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin verdiği cari açık yalnızca 40 milyar dolar iken, 10 yıllık dönemde cari açık 294 milyar dolar olmuştur.
Türkiye son on yıldır 294 milyar dolarlık açığı finanse etmek için ya borçlanmakta veya uluslararası spekülasyoncuların tehlikeli portföy yatırımlarına boyun eğmekte, yahut da öz kaynaklarını satmaktadır.
Düne kadar yüksek büyüme oranlarıyla makyajlanan bu durum, artık saklanamaz hale gelmiştir. Cari açığın finansman kalitesi ise giderek bozulmakta, kısa vadeli borçlanma artmakta, bu da dışsal riskleri büyütmektedir. Ama düşük büyüme trendine girdiğimiz şu günlerde, cari açığın kapanmasına yönelik etkin politikalar halen uygulanamamakta, yakın zamanda bu sorunu çözemeyecekleri ise hükümetçe itiraf edilmektedir.
Cari açık sorunu elbette bu ekonomik politikalarla çözülemez. Ülkede tasarrufu değil, borçlanmayı teşvik eden, sıcak paranın tatlı yüzüne kanan konjonktürel ekonomik politikaların başımıza bela açması eşyanın tabiatındandır.
Ancak asıl tedirgin edici mesele, dışa açık Türkiye ekonomisinin ilerleyen günlerde meydana gelebilecek gelişmelere aşırı hassas olacağıdır. ABD merkezli parasal genişleme politikalarının durması, gelişmiş ülkelerde faizlerin yükselmesine yol açacak, bu da bugüne kadar süren kredi akışını değiştirerek, Türkiye’yi cari açığın finansmanında zora sokacaktır.
Anlaşılmaktadır ki; AKP’nin önümüzdeki dönemde iki can simidi kalmıştır; özelleştirme ve raiting kuruluşlarının not artırımı.
Bu süreçte iktidarın ekonomi politikalarını vatandaşımız adına takipçisi olmaya devam edeceğiz.
Basın toplantımıza iştirak ettiğiniz için teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.