MHP Ankara Milletvekili Prof. Dr. Özcan Yeniçeri, iktidarın kendisine karşı çıkanlara 'göze göz, dişe diş' stratejisi uygulamaya sokmasının ilginç olduğunu ifade ederek, "Başbakan, Gezi Parkı dolaysıyla ortaya çıkan sosyal ve sivil tepkiyi algılayıp gerekeni yapıp sükûnetin avdeti için gereğini yapacak yerde durumu güvenlik güçlerine havale etmiş bulunmaktadır." diye konuştu.
Tomalar, biber gazları ve tazyikli su ile sivil ve sosyal tepkilerin bastırılmaya çalışıldığını söyleyen Yeniçeri, "Sorunun çözümü, halk tepkisini alanlara taşıyan nedenleri, ortadan kaldırmaktan geçiyor. Ortaya konan tepkiyi polis şiddeti kullanarak bastırmak sorunu azaltmaz, artırır. Hükümet sorunu çözmek yerine sorunun görünen aktörlerini dövmek gibi bir yol izliyor. Bu yol sorunu geçici bir süre bastırır ama ortadan kaldırmaz. Freud 'ten bu yana "Bastırılan her şeyin bir gün geri döneceği" biliniyor." şeklinde konuştu.
Yeniçeri sözlerine şöyle devam etti:
Sorunu Çözmek Yerine Sorumluyu Dövmek!
Tazyikli su, biber gazı, Çarşı, “Duran Adam” derken Türkiye’de iktidara karşı protestolar kurumsallaşmıştır. Başbakan Erdoğan tarafından protestocu halk kitlelerine karşı partililer mitinglerle alanlara, sivil şiddete karşı da kamu şiddeti güvenlik güçleri vasıtasıyla sokağa sürülmüştür. AKP, iktidarını muhafaza edebilmek için kendisine karşı çıkanlara “göze göz, dişe diş” stratejisi uygulamaya sokması ilginçtir.
Başbakan Gezi Parkı dolaysıyla ortaya çıkan sosyal ve sivil tepkiyi algılayıp gerekeni yapıp sukünetin avdeti için gereğini yapacak yerde durumu güvenlik güçlerine havale etmiş bulunmaktadır.
Tomalar, biber gazları ve tazyikli su ile sivil ve sosyal tepki bastırılmaya çalışılıyor. Sorunun çözümü, halk tepkisini alanlara taşıyan nedenleri, ortadan kaldırmaktan geçiyor. Ortaya konan tepkiyi polis şiddeti kullanarak bastırmak sorunu azaltmaz, artırır. Hükümet sorunu çözmek yerine sorunun görünen aktörlerini dövmek gibi bir yol izliyor. Bu yol sorunu geçici bir süre bastırır ama ortadan kaldırmaz. Freud’ten bu yana “Bastırılan her şeyin bir gün geri döneceği” biliniyor.
Başbakan olanı biteni “Asıl hedefleri çözüm sürecidir… İnsanlar Cudi dağında piknik yapıyor. İşte bundan rahatsız oluyorlar” diyor.
Başbakan Erdoğan’ın çözüm ortaklarından birisi de BDP’li Sırrı Süreyya Önder’di. Kandil ve Öcalan arasında mektup taşımak, Nevruz’da Diyarbakır Meydanında kitle katliamcısı Öcalan’ın mektubunu Başbakanın verdiği izin ve sağladığı imkânla okuyan da oydu.
Sırrı Süreyya Önder, daha ilk günlerde Taksim’de grayderlerin önündeydi. Başbakan Erdoğan’dan sonra çözüm sürecinin en ateşli savunucusu olan Sırrı Süreyya Önderdir.
Bu durum bile yalnız başına Başbakan Erdoğan’ın Taksim’deki tepkiyi ve nedenlerini kavrayamadığını göstermesine yeterlidir.
Gezi Parkı olaylarını kendi amaçları, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek isteyen, bu olayları kullanmak isteyen yerel, bölgesel ve küresel güçler var. Ama bu Gezi Parkı olaylarıyla açığa çıkan toplumsal tepkiyi açıklamaya yetmiyor!
Taksim Olaylarının Sosyal Maliyeti giderek artıyor. Bunun siyasi maliyetinin de olacağını Başbakan bir türlü göremiyor.
Beş can kaybı, 7 bin 800’den fazla yaralı, 59 ağır yaralı, 100 kafa travması, 11
gözünü kaybeden yurttaş var orta yerde. Başbakan Erdoğan, miting düzenleyerek sorumluluğunu ortadan kaldırmış olmuyor.
İşin mali ve ekonomik yönü ise sanılanın çok ötesindedir.
Türkiye bir bütün olarak moralini, heyecanını ve kendine güvenini kaybetmek üzeredir.
PKK’nın Verdiği Mesaj!
Türkiye süratle bir felakete sürükleniyor. Terör örgütü çekildi, çekiliyor, çekilecek derken yaşanan şantiye baskını, askeri helikopter saldırısı, Hükümeti elinde oynatan kitle katliamcısı Öcalan ve medyaya yansımayan terörist aktiviteler yaşanacakların habercisi niteliğindedir.
Hükümet partneri Öcalan’ın ve PKK’nın çekiliyoruz şeklindeki taktik söylemlerine güvenerek bölgedeki askeri birliklerin yerlerini değiştirmesi, güvenlik zafiyeti meydana getirmiştir. Yıllardır sağlanamayan sınır güvenliği bu durumda iyice laçka hale gelmiştir.
Terör örgütünün çekilme görüntüsü yaratması ya da sınırın Irak tarafına çekilmesi kendi içinde büyük bir oyundur. Terör örgütünün sınırın diğer yanına ancak sembolik bir takım unsurları taşınmıştır. Gerçekte PKK’nın silahlı çeteleri, bir kısmı yöre köylerine bir kısmı kentlere inmiş, diğer bir bölümü pusuya çekilmiş, araziye uymuş, elleri tetikte olanı biteni izlemektedir.
Yaklaşık iki aydır, çekildi, çekiliyor, çekilmek üzere denilen terör örgütü mensupları nasıl oluyor da askeri araçlara saldırabiliyor, şantiye basabiliyor.
Askeri helikoptere PKK’nın ateş açması, “eylem kapasitemiz yerli yerinde duruyor. İstediğimiz an vurabiliriz!” mesajıdır. Teröristler istemiş olsalar roket atar ya da daha etkili silahlarla içinde generallerin de bulunduğu bu helikopteri düşürebilirlerdi. Bu olayı “münferit” olay olarak görenler, saflar ve gafillerdir.
TSK’nın “çözüm ve barış süreci” havasına nasıl girdiği, PKK’nın hedefi olacak ihtiyatsızlık içine girmeleriyle de ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Terör örgütü, nasıl çekildiyse “her an eylemlere başlayabiliriz, savaşa hazırız” mesajı gönderebiliyor.
Başbakan “terör bitti/dağlarda çiçek açtı” havasında, terör örgütü ise şartlarını dayatıyor ve gereğinin yerine getirilmemesi halinde “yeniden eylemlere başlayacağız” mesajı veriyor.
Sözde Türkiye sınırlarının dışına çekildiği söylenen PKK, adına yapılan basın açıklamasında şunlar talep ediliyor: “Abdullah Öcalan üzerindeki gizli tecrit koşullarının kaldırılmasını ve sürece katılımının sağlanması”. Devletten bekledikleri diğer adımları ise şöyle sıralıyor; "Bir rehin gibi tutulan KCK tutuklularının serbest bırakılması, 12 Eylül askeri darbesinin bir eseri olan seçim yasasının değiştirilmesi, halkların iradesinin temsilini engelleyen yüzde 10 barajının kaldırılması, Terörle Mücadele Yasası'nın kaldırılması gibi bir takım adımların atılması gerekiyor".
İlginçtir terör örgütü terörü, çatışmayı, silah bırakmayı, sınır diğer yanına gitmeyi değil, Türkiye’nin anayasasını ve seçim sistemini değiştirilmesini hükümete dayatıyor.
Terör örgütün siyasi kanadı BDP de hükümetle görüşüyor. Benzer talepleri şöyle dile getiriyor:
Selahattin Demirtaş, hükümet üzerinde “demokratik baskıyı artıracağız”
diyor. Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay ve Adalet Bakanı Sadullah Ergin ile görüşen BDP heyeti şu taleplerde bulunuyor:
KCK tutuklularının tahliyesini sağlayacak Terörle Mücadele Kanunu'nun(TMK) kaldırılması ve Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) örgüt üyeliğini düzenleyen ilgili maddelerinde değişiklik gerçekleştirilmesi.
Toplantı ve gösteri hakkı ile ilgili yasal düzenlemeler yapılsın,
Seçim barajı düşürülsün,
Seçim Kanunu ve Siyasi Partiler Yasası'nda (SPY) demokratikleşme yönünde değişiklikler yapılsın,
Öcalan'a ev hapsine çıkarılsın…
Böylece kitle katliamcısı Öcalan'ın koşulları düzeltilecek, Öcalan'ın Kandil ile görüşmesi ve dış dünya ile doğrudan irtibat kurması sağlanmış olacaktır. BDP’li Baluken, "Cezaevi koşullarının iyileştirilmesi ve sonra aşama aşama İmralı sisteminin tamamen sonlandırılması ve ev hapsi taleplerimiz arasındadır. Ancak bu süreçte öncelikli talebimiz, ada koşullarının iyileştirilmesidir" şeklinde durumu açıklamış olmaktadır.
Çok açıktır ki, bir yandan Kandil’deki terör şebekesi elemanları, terör örgütüne uluslararası meşruiyet sağlamak için süreci kullanırlarken diğer yandan da AKP hükümeti üzerinde baskıyı giderek artırmaktadırlar.
Terör örgütü ve BDP, “süreçte birinci aşama tamam, bir kısım teröristleri çektik, ikinci aşama şartlarını yerine getir!” diyorlar. Terör örgütünün çekildiğine ilişkin bilgileri ne TSK ne de bir başka kurumun denetlemesi söz konusu değildir. Bir yandan da çekildiğini söyleyen teröristler helikopter vuruyorlar ve şantiye basıyorlar. Böylece hükümete “teröre yeniden başlarız, yerlerimizi muhafaza ediyoruz” mesajını vermiş oluyorlar. PKK çekiliyor gibi yapıp, araziye uyduğunu bu eylemleriyle ortaya koymuş olmaktadır.
Başbakan Erdoğan, bütün bu yaşananlara rağmen “terör sona erdi. Hiçbir taviz vermedik. Öcalan ile pazarlık yapılmadı” diyerek, durumu geçiştiriyor.
Gelişmeler AKP hükümetinin daha çok da Başbakan Erdoğan’ın Gezi Parkı ile Kandil arasına sıkıştığınıgösteriyor. Başbakanın yerel seçimler öncesi PKK’nın taleplerini zamana yayarak, Gezi Parkının baskısını dazor kullanarak hafifletmeye çalışıyor. Kandil’e zeytin dalı uzatan hükümet, Taksim’e TOMA’lı müdahale ediyor. KCK’lıları dışarı çıkarmanın yollarını ararken Gezi Parkı itirazcılarını içeri atma hesabı yapıyor.
Hükümet yangına körükle gidiyor. Hükümet, Gezi Parkı olayları dolaysıyla ortaya çıkan krizi, berbat bir biçimde yöneterek, krizi bütün Türkiye’ye yaymıştır. Şimdi de mitinglerle felaketi zafere çevirmeye çalışmaktadır. İktidar sorunu marjinalleştirecek, hedef küçültecek yerde, kendisini marjinalleştirmiş, işin içine iş adamlarını ve sanatçıları da katarak hedef büyütmüştür.
AKP’nin hesaba katmadığı şey, bu defa toplumun uyuyan bütün unsurlarının uyandığı, ekonominin olan bitenden olumsuz biçimde etkilendiği ve dış şartlarında hükümetin istediği biçimde şekillenmediğidir.
Hükümete Darbe Suç: Devlet Yıkmak Serbest
Başbakan Erdoğan, hükümetini muhafaza için canhıraş bir mücadele verirken, hükümetinin de dayandığı meşru zemin olan TC devletini müdafaa için kılını dahi kıpırdatmıyor. Aksine bizzat TC kavramını devlet binalarından kendi elleriyle indiriyor. Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve otoritesinin Güneydoğu’da hain masalarda param parça edilmesini seyrediyor hatta teşvik ediyor.
Her türlü bölücülük, ayrımcılık ve devlet yıkıcılığı devletin gözetimi altında serbestçe yapılıyor. Türkiye’de devlet içinde devlet, millet içinde millet inşa etme faaliyetleri alabildiğine sürmektedir.
Alternatif Parlamento Kuruluyor!
Gelişmeler AKP iktidarının terör ve terörist kurtulmak adı altında ülkeyi tam bir felakete sürüklediğini göstermektedir.
İmralı’daki kitle katliamcısı Öcalan ile varılan, sözde “Çözüm Süreci” mutabakatı kapsamında AKP ile PKK ikilisinin düzenlettikleri konferansların ikincisi Diyarbakır’da yapıldı. Türkiye’nin her taşını oynatacak bu bölücü konferansa ve yayınlanan sonuç bildirisine yönelik olarak hükümetten hiç ses gelmemektedir. İktidar durumu sessiz sedasız geçiştirmeye çalışmaktadır. Zilleti bilerek ve isteyerek kendisi sineye çekmekte, halkın da gözünden saklamaya çalışmaktadır.
Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesini, “Kuzey Kürdistan” olarak niteleyen bu konferansa Türkiye’nin bölünmesini isteyen bütün guruplar katılmıştır. Bölgenin adı “Kuzey Kürdistan”, uydu devlet bürokrasinin adı KCK, Silahlı Kuvvetlerinin adı PKK/HPG, düzenlenen konferans ise “Kürdistan Büyük Millet Meclisi” olarak işlev görecektir. Nitekim Diyarbakır’da düzenlenen bu konferansın daha sonraki süreçte bir tür yerel parlamento gibi çalışacağı açıklanmış bulunmaktadır.
AKP’nin “çözüm süreci” adını verdiği bu olgunun “Bağımsız Birleşik Kürdistan”ın inşa süreci olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır.
AKP Halka Doğruları Söylemiyor!
Türkiye’de halka doğruları söylemeyen bir iktidar iş başındadır. Öcalan ile “biz görüşmedik”, -halkın zekâsıyla alay eder gibi- “emrimiz altındakiler görüştü” diyorlar. Sanki görüşenlere “görüşün” talimatını uzaydakiler veriyor!
Bir yandan terör örgütüne “hiç söz vermedik”, Öcalan ile sağlanmış mutabakat yok diyorlar. Diğer yandan İmralı’daki kitle katliamcısının mektubunu Diyarbakır’daki meydanda halka okutulmasına izin veriyorlar. MİT’in katkılarıyla Kandildeki teröristlere kitle katliamcısının mesajlarını iletiyorlar.
Paralel Kürt Devleti kurmaktan içeri alınan KCK’lılar, Öcalan’ın açıkladığı biçimde aşamalı olarak hapishanelerden salıveriliyor. Hapishaneden çıkan KCK’lılar “Kürdistan devlet bürokrasisi”ndeki yerlerine derhal almış oluyorlar.
“Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı” Kitle katliamcısı Öcalan’ın yapılmasını istediği konferansların ikincisiydi. AKP hükümeti, hiç söz vermeden (!), mutabakat sağlamadan (!) ve haberi dahi olmadan Öcalan’ın istediği konferansların yapılmasına izin vermiş oluyor.
“Silahlarını mağaralara bıraksınlar ya da gömüp çekilsinler”den “sınırlardan nasıl girdilerse öyle çıksınlar” söylemleri bizzat Başbakanın ağzından çıkmıştır.
Başbakanın bu sözleri ya da PKK’nın bu süreçte eylem yapmaması, hiç kuşkusuz tek taraflı bir kararın sonucu değildir. Yani PKK, Öcalan’dan ve AKP’den bağımsız olarak hareket etmiş değildir.
AKP’nin, Kürt kökenli yurttaşların temsilcisi olarak kitle katliamcısı Öcalan’ı alması en büyük stratejik hata olmuştur. Böylece terör örgütüyle Kürt vatandaşları AKP’nin sayesinde aynı konsepte bir araya getirilmiştir.
Kitle katliamcısı Öcalan ise konferansa gönderdiği mesajda tek başına karar almasının demokratik ve gerçekçi olamayacağından söz ederek, “konferansta alınacak ortak kararlar, her birimizin arkasında duracağı perspektif olacaktır” demiştir. Böylece bizzat AKP, Güneydoğu’daki halkı kitle katliamcısı Öcalan’ın arkasında toplanmaya zorlamıştır. Böylece bölgedeki bütün bölücü örgütler ve aktörler Türkiye Cumhuriyetine karşı Öcalan odaklı güç birliğine gitmişlerdir.
AKP, kitle katliamcısını muhatap alarak, onun mesajlarını Diyarbakır’da kitlelere okutarak, İmralı’ya BDP’li heyetlerin ziyaretine izin vererek fiilen Öcalan’ı ve PKK’yı meşrulaştırmıştır. Durum vahimdir!
Kürt Sorunu: “Kuzey Kürdistan” Sorunudur!
Güneydoğuyu “Kuzey Kürdistan” ilan eden konferansta yapılan konuşmalar ve ilan edilen sonuç bildiri tüyleri diken diken edecek türdendir. Bu bildiriyle aslında “çözüm” ve “barış süreci” adı altında yapılmak istenilen ne olduğu açıkça ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Katılımcılardan Kürdistan İslami İnisiyatif (AZADİ) adına İbrahim Sediyani, Kürdistan konferansının düzenlendiği mekânda ilk önce “neden Kürdistan Bayrağı yok” diye isyan ediyor.
Hiçbir yoruma gerek duymayacak şekilde şunları ifade ediyor: “Ben Frankfurt’tan Ankara’ya “Türk” olarak geldim. Ankara’dan Elazığ’a “Türk” olarak geldim. Elazığ’dan Diyarbakır’a “Türk” olarak geldim… Hiç boşuna “Kürt”, “Kürdistan” diye bağırmayın kürsüden! Siz hepiniz “Türk”sünüz! Çıkarın kimliklerinize bakın! Taşıdığınız kimliklerden sizin “Türk” olduğunuz yazılı. Dolayısıyla dünyanın neresine giderseniz gidin, “Türk” olarak gidersiniz”.
Ardından şunu soruyor: “Neden Türk olmadığımız halde attığımız her adımı, aldığımız her nefesi bir “Türk” olarak ifa ediyoruz?
Sonra da cevabı kendisi veriyor: “Çünkü biz köleyiz. Köle olduğumuz için, kimliğimiz yok. Köleler, sahiplerinin adıyla çağrılırlar. Bizler de köle olduğumuz için, sahiplerimizin adıyla çağrılıyoruz”.
Seyidani, hızını alamayıp işi ABD’li Malcom X’e ve oradaki siyahi harekete kadar getiriyor. Bugünkü şartlarda bu Seyidani, Malcom X’in vatanında doğmuş olsaydı “ABD vatandaşı” sayılacaktı.
Adam Türk vatandaşı sayılmayı “kölelik” olarak nitelendiriyor. Türkçede “Ölmeyi bayılma sanmak” diye bir tabir var, Seyidani gibiler böyle bir algı içindeler.
Bağımsız Kürdistan Mücadelesi!
AKP ve Yeni Anayasacı liberallerin ifade ettiği gibi “Türkiyeli ya da Türkiye Yurttaşlığı” ve benzeri söylemleri de Seyidani’yi kesmeyeceği anlaşılıyor. Çünkü bu defada Seyidani, “nedenTürkiye Yurttaşlığı da Kürdistan yurttaşlığı değil” diye soracaktır? Ardından da Türk Bayrağına itiraz edecektir. “Niçin Kürdistan Bayrağı yok?” Diye bu nedenle soruyor.
Devam eden konuşmasından Seyidani amacını açık söylüyor: “Kuzey Kürdistan”, Türkiye’nin mi yoksa Kürdistan’ın mı parçasıdır? Sınırları tartışmaya açmadan sorunu konuşmanın da anlamı yoktur…Kürtlerin mücadelesi, Ankara, Tahran, Bağdat ve Şam’daki rejimleri değiştirme mücadelesi olmamalıdır. Kürtlerin mücadelesi, Diyarbekir, Mehabad, Hewler ve Qamişlo’nun hürriyet ve istiklal mücadelesi olmalıdır.
Biz de Varız Diyenler
Öze Dönüş Platformu’ndan Fikri Amedi; bütün meselelerin kaynağı olarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin üzerinde inşa edildiği kuruluş felsefesini, ilkelerini, kurumlarını ve militarist zihniyetin hazırlayıp dayattığı anayasayı göstermiştir. Kürdistan halklarının hakları anayasal güvence altına alınması ve yeni anayasa konusunda uzlaşılması gerektiğini söylüyor.
Amedi, tebliğinde şunları söylüyor: “Kürtlere hiçbir şey vermeden, veriyormuş gibi yaparak, sadece Abdullah Öcalan’ı muhatap kabul edip Kürdistan halklarını bu sürecin dışında tutarak bir barış gerçekleştiremez”.
Amedi, “Kürtlerin kendi tercihleriyle özerklik, federasyon, bağımsızlık hakkının olduğunu bunun tartışma konusu yapılmaması gerektiğini, Kürt halkının kendi geleceğine ilişkin söz sahibi olması ve kendi kaderini tayin hakkının sadece Kürtlerin kararına ve onayına bırakılması” gerektiğini ifade etmiştir.
Bölücülük Manifestosu
Kitle katliamcısı Öcalan tarafından 17 Mayıs 2005 tarihinde PKK’nın KCK adlı bir yapıya dönüştürülmesini öngören devlet yapısının anayasası yazıldı. KCK, bayrağı, vatandaşlığı, yargısı, öz savunma gücü, köy, mahalle ve şehir meclisiyle örgütleri olan bir yapıdır.
Nasıl olduysa bu KCK anayasası İmralı’dan dışarıya çıkarıldı. Güneydoğu’daki sivil PKK örgütlenmesi bu yapı bağlamında şekillendi. PKK ile görüşmeler yaptığı için uzun süre AKP iktidarı, KCK yapılanmasını seyretmekle yetindi.
KCK sözleşmesi “Kürt halkının demokratik konfederasyon ilkeleri temelinde birliğini esas alarak… Ortadoğu Demokratik Toplum Konfederasyonunu geliştirmek.. amacını öngörüyordu. AKP iktidarı, Oslo görüşmelerinin başarısız olması ardından KCK’nın devlet içinde devlet olduğunun farkına vardı ve KCK mensuplarına karşı operasyon gerçekleştirdi.
Kitle katliamcısı Öcalan ile yapılan görüşmeler sonrası başlatılan “Çözüm Süreci” (!) bağlamında KCK’lılar guruplar halinde serbest bırakılmaya başlanmıştır.
Kitle katliamcısı Öcalan bu defa KCK anayasası bağlamında Kürt asıllı vatandaşları mobilize etmek ve farklı guruplar arasındaki işbirliğini gerçekleştirmek için konferanslar düzenlenmesi talimatını verdi. Bu bağlamda Diyarbakır’da “Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı” düzenlendi.
Bu konferansın sonucunda yayınlanan sonuç bildirgesi, bölücülüğün geldiği aşama konusunda ciddi ip uçları vermektedir. Bütün bölücü kesimler, Öcalan’ın teklifi ile gerçekleştirilen bu toplantıya iştirak etmişlerdir. Bölücüler, bu toplantılarla bütün Kürtler arasında milli birlik ve milli bilinç yaratarak ‘kendi kaderlerini tayin etme hakkı’ elde etmeye çalışıyorlar. DTK adını, bu toplantıda “Ulusal Meclis” olarak değiştirdi. Böylece kendi tabirleriyle Kuzey Kürdistan’ın kurucu meclisi oluşmuş oldu.
Bu konferansta ortaya konulan görüşler sonucunda “Bağımsız Kürdistan”ın yapı taşları birer birer inşa edilmektedir. İlk aşamada Kürt ulusal kimliğinin inşa edilmesi gelmektedir. Sonrasında özerklik, federasyon ve ardından bağımsızlık aşamaları gelecektir. İlerleyen aşamalarda dört parçalı Kürdistan üzerinden Pan-Kürdizm hedefine ulaşılmaya çalışılacaktır.
Sonuç bildirgesi bölücü bir manifesto olup başlıca şu hususlara vurgu yapmaktadır:
Müzakere sürecinin sağlıklı ve güvenli biçimde sürdürülmesi için demokratik çözüm sürecinin başat aktörü Abdullah Öcalan’a özgürlük talep edilmiştir.
Konferansta Kürt sorunu olarak Kürdistan’ın statüsünü belirlenmesi esas alınmıştır. Bu da ‘Kürdistan’ın kaderinin Kürdistan halkının kararına ve onayına bırakılması’ yoluyla sağlanacaktır.
Kürdistan halklarının kendi kimliğiyle örgütlenme özgürlüğü, ana dilde eğitim ve Kürtçenin resmi dil olması talep edilmiştir. Bunu yapılacak yeni anayasasının güvencesi altına alınması gerektiğine vurgu yapılmıştır.
Konferans katılımcıları Suriye’deki Rojava parçasında kendi özgücüyle ve kendi özgün siyasetiyle gerçekleşen yapının yanında olduklarını kayıt altına almışlardır.
Konferans, Türkiye halklarını açığa çıkan iradeyi tanımaya, esas almaya ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini Kürt halkının haklarını tanıması için baskı kurmaya çağırır.
Durumun özeti şudur: Bir defa Türkiye’nin Güneydoğu’sunda “Kuzey Kürdistan” adıyla bir toplantı yapılmış, Türkiye Cumhuriyetine karşı bölücü güçler bir araya toplanmış ve TC’ye dayatmayı düşündükleri hususları büyük bir açıklıkla ortaya koymuşlardır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl bölüneceği, bu bölünmenin gerekçelerinin ne olduğu, devlete neyi dayatacaklarını açıkça ifade etmişlerdir. ‘İster özerklik, ister federasyon, isterse de bağımsızlık ilan ederiz’ kimse buna karışamaz denilmektedir. Adamlar açıkça Türkiye’yi istediğimiz gibi böleriz, parçalarız kimse de buna karışamaz demektedir… AKP’den bu söz ve talepler karşısında hiç ses çıkmaması manidardır.
Bölünmenin meydana getirmesi muhtemel çatışma riskini ortadan kaldırmak için, uygun yeni anayasa talepleri dile getirilmiştir.
Hükümet, Türkiye Cumhuriyeti devletinin birlik ve bütünlüğünü savunmadığı gibi bu toplantıları bizzat sessiz kalarak menfur emelleri cesaretlendirmektedir. Toplantılar hükümetin izni ve onayı, kitle katliamcısı Öcalan’ın da talimatıyla düzenlendiği bir gerçektir. Konferansın sonuç bildirgesi Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlığına yönelik bir saldırıdır. Diyarbakır konferansının sonuç bildirgesi bir bölünme manifestosudur.
AKP iktidarı bölücülüğe hem müsamaha göstermiş hem hamilik yapmış hem de kışkırtmıştır!
Bu toplantıya izin verenler, hamilik yapanlar ve düzenleyenler mevcut anayasal düzen ve yasalara göre suç işlemişlerdir… Başta hükümet olmak üzere yetkili makamların ve anayasal kuruluşların konuyla ilgili olarak harekete geçmemesi halinde kendileri de görevlerini yapmamış olacaklardır!