Şu veya bu cihetten, herkes kendine mahsus bakış/telâkki/görüş/inanış/duyum hattâ seziş, tasavvur ve kanaatlarla, bir ‘portre’ çizip, başkalarına ‘kefen’ biçmeye çalışıyor.
İnsanoğlu, elbette ki, beşerdir-şaşardır!..Ben, sen veya o, kendini ne sanıyor ki, kusursuzlukta önde yürümeye çalışıyor?
Kendi kusurunu, bizzat kendisi tarafından söyleyebilen birkaç numûne gösterilse de, baksak ki, ‘bu kusursuzluk’ nasıl bir şeymiş!..
Sadî-i Şîrâzî: “Kusuru kendisine söylenmeyen adam ayıbını hüner sanır” derken, akl-ı selîm sahiplerini derin derin düşündürmektedir.
Bir ‘kusur’ illâ da, söylenmeli midir?
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Kim, bir Müslümanın ayıplarını örtüp gizlerse, Hak Teâlâ da, dünya ve âhirette onun ayıp ve kusurlarını örter.”
Hassas mesele üzreyiz!..
“O Ve Ben” adlı kitabında, yirmi yaşında gittiği ve “Kâbus Şehir” diye namlandırdığı Paris ve oradaki kısacık hayatına hakkında şöyle diyor:
“Paris, remzleştirdiği bütün Batı mâmuresiyle beraber, perdenin önünde aldatıcı nakışlar olarak öyle (plâstik) hârikası ki, sadece perde gerisindeki karanlık ve haraplıktan haber vermeye memur ve dertli başını taşa vura vura, bunalımdan bunalıma kıyamete kadar köşekapmaca oynamaya mecbur…Ve işte Batı!
Kâbus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicabım ve İslâmî edebim mânidir.” (Bkz. b.d yayınları, Sf. 66)
Şimdi, durup, “Ey kusursuzlar/ayıpsızlar cemaati, mâsûmiyetini ispat ettirebilecek ve onu, ve emânet edebilecik kaç kişi bulabilirsiniz, hadi söyleyin!” diye haykırmak gerekmez mi?.
Siz, yânî, o her cephenin istismarcıları…Bir defa, fikir’den mahrumsunuz ki, fikir hürriyeti bahsine hiç girmeniz de asla mümkün değildir; ve elbette ki, vicdân muhasebesi yapmasını ve tövbe etmenin de ne demek olduğunun idrâkinde değilsiniz!..
Bu cihanda, böyle gönlü açık, işte göğsüm burada, gelin vurun diyebilen kaç yiğit vardır?
Bu kişi; henüz 17 yaşında , 1921 yılında, Darülfunün Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girer ve Yakup Kadri’nin çıkardığı Yeni Mecmua’da, 1922 yılında, 18 yaşında iken yayınlanan “Mezar Taşı kitâbesi” şiiri üzerine dönemin yine önemli şâirlerinden olan Ahmet Haşim, acaba, niçin ona, “Çocuk! Bu sesi nereden buldun sen?” diyecektir.
En genç çağında, işte, bu ‘Kâbus Şehir’e giderken, -ki, yirmi yaşındadır-kendisini yolcu etmeye gelen, üniversiteden hocası Prof. Dr. Mustafa Şekip Tunç, acaba, O’na, niçin: “Tarihin malı olduğunu unutma!” diye hitap eodecektir?
Demek ki, 1924’lü yıllarda, bir üniversite hocası, talebesini yolcu etmeye gidebiliyormuş ve ona , ondaki istidadı görerek, bu şekilde de hitap edebiliyormuş!..
Sizce, Prof. Dr. Mustafa Şekip Tunç hoca, doğru söylememiş midir? Ne dersiniz?
Paris’ten döndükten sonra, Kaldırımlar kitabını çıkardığı 1927lerde, yâni, yirmi üç yaşında iken, dönemin edebiyat önderlerinden Yaşar Nabi Nayır, ondan, “Bir mısraı bir millete şeref verecek şâir” diye söz ederken, acaba, sizler kadar şiirden anlamıyor muydu?
Çok zaman geçmedi…
Yıl, 1935’tir. Muhsin Ertuğrul’un da hazır bulunduğu Sovyet Konsoloshânesi’nde, Elçiliğin Kültür Ateşesi Mihailof, Necip Fâzıl’a, acaba, niçin: “ Siz komünist olsanız, misal bu ya size (Kremlin)in yarısını verirdik. Ama zırnık vermeyiz; çünkü olmayacağınızı biliriz” demiştir.
Yoksa; Millî Mücâdele döneminde, Gazi Mustafa Kemal’in emrine rağmen, “muallimlik yapmayıp” Rusya’ya kaçanlardan mı olmalıydı ki, kıymete binsindi!?
Yine 1935 yılında, Agâh Sırrı Levent, O’nun, “Tohum” adlı tiyatro eseri hakkında şu esrarengiz cümleyi kuruyordu. Lütfen, dikkat okuyun!
“Maddeyi ruhla dolduran, ateşi kanla söndüren Anadolu’yu, İstiklâl Savaşının sırrını o zaman anlıyoruz. Millî Mücâdelenin ruhunu bu kadar kuvvetle bize duyuran bir eserin (Tohum) henüz yazılmadığını itiraf etmek, en doğru hak tanımak olur.”
Döneminin Şairlerinden Bâki Süha Ediboğlu, O’nun bir başka cephesini dile getiriyor ve şöyle diyor: “
Neme lâzım, eli açık hatta müsrif insandır. Para onun için avucunda hazan yaprakları gibi uçar gider. ..
Şiirimize getirdiği yenilikleri ve güzellikleri burada bir bir sayacak değilim.”
Lisanımızda “At gözlüğüyle bakmak” diye bir tâbir vardır. Tahlilimizi yaparken, istikametimizi şaşırtan yegâne bakış bu ‘bakış’ merkezdir. Meseleleri ‘etraflıca’ veya bütün objektifliğiyle/teferruatlı görebilmek ise, hem insânî ve hem de adlî bir tavırdır.
San’atın her dalındaki ‘tenkid’ bahsi, buna istikamet tâyin edici vasıftır.
Meselâ; Gazeteci Yazar Çetin Altan, bu ‘bakış’tan sıyrılmış ve objektif vasfı taşıyan biri olarak şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“Tanzimattan sonra Abdülhak Hamid’le gelişmekte olan, insan içi derinliği ile insan dışındaki değer derinliği arasında salıncaklanmanın şâiridir Necip Fâzıl. Paraya değer vermeyen adamdır. Nereden gelip nereye gittiğine bakmazdı. Necip Fazıl mistiği, pratik mistik hâline getirmek tutarsızlığına düşmüştür. Ama her zaman iyi şairdir. Bir başka özelliği de iktidarı tuttuğu hâlde, hapisten kurtulamayan adam oluşudur. Bu da, şâir mizacından gelse gerek.”
Necip Fâzıl, gün gelecek, “Bir Necip Fâzıl vardı!” dendiği zaman daha da çok anlaşılacaktır. Bunu söylerken, zamanında yeterince anlaşılmadığı kanaatini taşımıyorum. Aksine; O’nu çok iyi anlayanların olduğuna inanıyorum. Fakat, gerçek mânada anlamak, ne bugünki dînî istismâr edenler gibi, ne Türk’ü aslî değerini bilmeyenler gibi, ne de Atatürk’ü öne sürerek bir takım hezeyanlara kapılan sahte lâikler gibi’dir.
Necip Fâzıl, birçok defa ifade ettiğim gibi, deh3a sahibi bir insandır. Yâni, bir insan’dır ve dehâ sâhibi’dir. Bütün bunları, daha evvelki bir yazımdan, aşağıda nakledeceğim!
O; 17-18 yaşlarında bile anlaşılmış, zamanın salâhiyetlileri tarafından takdir görmesine rağmen bir takım anlamazlar tarafından benim tarifine muktedir olamadığım sebeplerden dolayı, geri p(i)lâna itilmeye çalışılsa da, altın, altın’dır!...
Yaşan Nabi Nayır’ın, O’nu. “Bir mısraı bir millete şeref verecek şair” diye takdim ettiği zamanları, Necip Fazıl, “O Ve Ben” adlı kitabında şöyle anlatır:
“Sene 1928…Benim şiir diyapazonumun herkesçe beğenilmek noktasında en dik irtifaları kaydettiği basamak…Bütün eser mevcudum o zaman 64 yaprak ve 128 sahifeyi geçmezken, hakkımda yazılıp çilenler bunun on mislini aşmakta. Yakup Kadri Alp Dağlarından gönderdiği makalelerde beni ilk defa tarafından keşfedilmiş bir dehâ diye belirtir. Nurullah Ata(Ataç), benim gedikli meddahım geçinir; İsmail Habib “Edebî Yeniliğimiz”de, bendeki his ve hayal yüksekliğine hiçbir şairin çıkmamış olduğunu kaydeder. Peyami Safa ile Mustafa Şekip de işi, dürüst plânda incelemeye çalışır; ve daha ilerde Yaşar Nabi, ismimi “Bir millete şeref verecek şair” diye anarken…” (Bkz. b.d.yayınları, Sf. 70)diye devam eder.
Benim; Türk Şiiri Muhteşemdir, diye makale yazıp, o muhteşemliği, Necip Fazıl’ın, “Şiirde varılmaz derece; Yûnus’tadır” sözüyle irtibatlandırmam, belki de nesir olsa bile, Orhun/Köktürk Kitâsbeleri’nden gelen o muhteşem “Gönüldeki sözümü”ye kavuşmanın bahtiyarlığını da yaşamış bulunuyorum.
Çünkü; Necip Fâzıl,: “Türkte bozulan ancak Türkte düzelebilir, Türkte düzelince de her yerde düzelir ve her şeyi düzeltir” der.
Öyleyse; bu ihtişamı koca bir millet olarak yaşamalı ve tadını çıkarmalıyız!..
O hâlde; nedir bu kargaşa, bu çapraşıklık, bu hengâme ve sözdalaşı?!
Söze başlamışken birkaç örnek daha sunmak istiyorum:
Prof. Dr. Mehmet Kaplan: “Necip Fâzıl, sâdece duyan bir insan değil, aynı zamanda tekniğine kuvvetle hâkim olan bir sanatkârdır...Şiirlerine kendi ruhî bunalımlarını kuvvetli bir şekilde aksettirmesini bilen Necip Fâzıl, sosyal bunalımları da aynı güçle ifade eden şiirler yazmıştır...Bir kafiye virtüözü olan Necip Fâzıl, bazı şiirlerinde âdeta Divan şairleriyle yarışır”.
Bu noktada hemen şunu ifade etmeliyim ki, bizde “Dîvân şiiri” hâlâ hor görülür. Hor görülmesi, maarif sistemimizin körlüğünden ve kendini bir şey sananların bilmezliği’nden ve anlamazlığı’ndandır.
Bu mevzuda, Prof. Dr. Ahmet Sevgi’nin yayınladığı oldukça hacimli -547 sayfalık-“Türk-İslâm Edebiyatı Üzerine Makaleler” adlı kitabını okumalarını tavsiye ederim. En azından, bu hususun anlaşılması için, Prof. Dr. Sevgi’nin Önsöz’nden iki paragraf naklediyorum:
“Türkler İslâmiyeti kabul ettikten sonra diğer birçok müesseselerini olduğu gibi edebiyatlarını da değiştirdiler. Arap ve Farslardan aldıkları “vezin”, “tür”, “konu” ve “şekillerle İslâmî bir dünya görüşü çerçevesinde yeniden oluşturulan bu edebiyatın en bariz vasfı şüphesiz dinî oluşudur. İslâmî Türk edebiyatının –elde bulunan- ilk yazılı kaynakları “Kutadgu Bilig” ve “Atabetü’l-hakâyık”ın şekil ve muhtevaları bunu gösteriyor.
13 ve 14. asırlarda Anadolu’da teşekkül eden Türk edebiyatında da dinî-tasavvufî unsur ağırlıktadır. Ancak Hoca Dehhânî ile başlayan ve 15. Yüzyılda Şeyhî, Ahmet Paşa ve Necâtî ile gelişen bir de hüsniyat edebiyatı vardır ki, boynuz kulağı geçer misali Tanzimat’a kadar aralıksız –takriben- altı yüz yıl devam etmiş ve bu uzun zaman zarfında yüzlerce edip yetişmiş, binlerce eser kaleme alınmıştır.”(Bknz.Palet Yayınları, Konya,2024, Sf.5)
Şeyhül Muharrirîn Ahmet Kabaklı ise; “Necip Fâzıl’ın dünya şiiri içinde de muhakkak ve şüphesiz önemli bir yeri vardır...Hele Tevhîd ve tasavvuf fezâsına saldığı fikir ışıkları ve şiir hârikası dolayısıyla, diğer İslâm dillerine şimdiden tercüme ediyen Necip Fâzıl, “ümmed-i Muhammed” şâirlerinin en üstünleri arasında yerini alacağı şüphesizdir.” diyerek, O’nun Türk ve dünya edebiyatları içindeki üstün yerini ortaya koyar.
Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, eğer ki, Şâirler Sultanı ise, Türkçe’nin de Sultanı olması gerektiğini ifade ederek; Necip Fâzıl’ın, Türkçe’ye ve hâliyle Türk edebiyatına yaptığı hizmetlerden sitayişle bahsederek şöyle der:
“Kendisine Sultân-ı Şuarâ (=Şâirler Sultanı) pâyesi verilen Necip Fâzıl Bey, o mertebeye Türkçe’nin Sultânı olduğu için ulaştı. Ancak, O’nun bu sahadaki kudretini anlatabilmek, imkânsızlıktan da ötedir. Esasen, merhumun tefekkür iklimini görebilmek de, Türkçe’yi kullanırken gösterdiği yüksek dehâyı kavramaya bağlıdır. Nevâyi, Fuzûlî ve Şeyh Galib gibi hem Tasavvuf ummânının derinliklerine dalmış hem de şâirliğin zirvesine ulaşmış simâlar da böyledir. Onlar da, Türk Dilini, akıllara durgunluk verecek bir ustalık ve maharetle kullanmışlardır. Rahmetli Üstâd, bu vâdinin yirminci asırdaki zirvesidir. O, Türkçe’nin kimse tarafından bilinmeyen sihirli hazinesine, âdeta, tek başına girmiştir”.
1981 yılında, Prof. Dr. Ayhan Songar ve Ahmet Kabaklı ile yaptığı bir sohbette, bu Türkçe sevdâsını şu cümleyle ifade etmiştir:
“Nutuklarımı Türkçe söylüyorum, yarın öldüğüm zaman da affımı Türkçe isteyeceğim…”
Prof. Dr. Kaya Bilgegil: “Necip Fâzıl’ın ölümüyle, Türkiye’de alıştığımız şiir de son buldu. O’nun şiirleri esasen saftı; karşımda duran vasiyetnâme ile, bu nazım parçaları mâsiyete yönelmiş olabilme ihtimalinden dahi arındı. Şâir, yalnız üzerindeki dünya lezzetlerini, kokularını, renklerini değil, onlara dâir eski cümlelerini, kelimelerini, hecelerini de – ne kadar güzel olurlarsa olsunlar- şiirlerinden sıyırdıktan sonra huzûr-ı Kibriyâ’ya yükseliyor”.
Prof. Dr. Ayhan Songar: “Necip Fâzıl Kısakürek, tecrid kaabiliyeti bakımından emsâline dünya durdukça pek de rastlanılması mümkün olmayacak seviyede bir dâhi idi. O’nun şiirinde, hayır, sâdece şiirinde değil, pek basit ihtitaçlarını bile dile getiren her konuşmasında korkunç bir tecrid, dehşetli bir sembolizasyon hemen dikkati çekerdi”.
Gazeteci Yazar Ömer Öztürkmen, çok önemli bir iddiada bulunarak: “Türk tasavvufu, Necip Fâzıl’ın sanat dehâsıyla, evet tek başına yalnız onun sanat dehâsıyla daha bin yıl sürecek güçlü bir soluğa kavuşmuştur” der.
Prof. Dr. Mümtaz Soysal, Milliyet’teki yazısında, edebiyatçı olmamasına rağmen, bir hakkı teslim eder: ” Necip Fâzıl’ın kavgalarına kızabilirsiniz, tutkuları konusunda farklı değer yargılarınız olabilir. Ama, hiçbir şeyini sevmemiş olsanız bile, Türkçeyi sevdiğiniz için onun şiirini de sevmişsinizdir. Hem de, için için, gizli gizli, dışa vurmadan değil. Tam tersine dudaklarınızı kıpırdatarak, hatta elinizde olmadan sesinizi yükselterek, ağzınızdan mısralar döküle döküle…”
Peyami Safa, O’nu en yakından tanıyanlardan biridir. Bu bakışla, Necip Fâzıl’ı değerlendirir: “Cesur ve engin bir adamdır; ölüm karşısında irkilir ve bazı da onun üstüne atılır; en büyük hakikatle en büyük yalanı aynı anda cesaretle söyler; güzel yazar ve yazdığını unutturmayan şâirdir. Her şiiri hayatının bir parçasıdır. Bunun için, şiirleri masa başında değil, yaşarken, kaldırımlarda, otel odalarında, dalgalarda, kâğıtsız ve kalemsiz, çünkü evvelâ beynin simsiyah tahtasına yazılmıştır, sonra kâğıda geçer”.
S. Ahmet Arvasî’nin Necip Fâzıl’la, Necip Fâzıl’ın da S. Ahmet Arvasî’yle derin bir gönül bağı olduğunu biliyoruz.
Diyor ki : “Bundan bir ay önce idi. Ziyâretine bir yakınım ile gitmiştik. Söz dolaşıp ölüm konusuna gelmişti ve şöyle sormuştum:
-Üstâdım, bâzı büyüklerin hayatlarını okuyor ve son anlarını öğreniyoruz. İçlerinde ölümü bir gerdek gecesi gibi, gül bahçesi gibi görenleri var. Oysa ben ölümden korkuyorum. Evet, kesin olarak ebediyete inandığım hâlde korkuyorum. Ne olacak hâlim?
Yüzünün renginin sarardığını hissettim ve âdetâ ürpererek şöyle cevap verdi:
-Ben de ölümden korkarım. Şiirlerimi okuyorsunuz. Ölüm çetin geçit. Onun ötesinde “ebedî saadet” veya “ebedî mahkûmiyet” var. Bizim gibilere bu kapının önünde tiril tiril titremek düşer. Kendini üzme, bu “korku”, “ümit” ile birlikte olunca güzeldir. Allah, son ânımızda bizi terketmesin”.
Bu satırların yazarı, ben Halistin Kukul, Necip Fâzıl’ın edebî hüviyeti hakkında makaleler yazıp eser ortaya koymuş biri olarak, O’nun vasıflarını şu cümlelerle ifade etmiştim:
“Dâimâ biri diğerinden önde iki vasıf: Mütefekkir ve şâir. Yâhût da şâir ve mütefekkir. Şâirliği başlıbaşına sarıcı ve sarsıcı; mütefekkirliği başlıbaşına beyin zonklatıcı fakat ufuk açıcı.
Şâirliği mütefekkirliğinin, mütefekkirliği şâirliğinin içinde, üstün bir idrâk ve fazîletli bir îmânla kaynaşmış hâlde.
Üslûp: Harikulâde ve nefes kesen cinsten.
Düşündüren, düşünen, ürperten, titreyen, titreştiren, saran, sarsan, ve geliştiren bir beyin; fakat, dâîmâ birleştirici , kaynaştırıcı, genişletici, dâvetçi, tebliğci, kucaklayıcı, inandırıcı, güzelleştirici, ferahlatıcı, sevdirici…bir mecrâda akıp gitmekte.
Dâîmâ hür mânada aleni, cesur, tâvizsiz ve dehâ misâli bir zekâ.
Kıvrandıran, kıskandıran ve zaman zaman da âdetâ çıldırtan bir idrâk numûnesi.
Şiiri tefekkürüne; tefekkürü de şiirine dar gelen bir dâhi!..
Şâir, hikâyeci, romancı, tiyatro yazarı, senarist, nükteci, biyografici, otobiyografici, denemeci, târih tahlilcisi, fıkra muharriri, dînî irşâd edici, heccâv, münekkit, gazeteci, muallim, estetikçi, polemikçi ve hatip!” (Bknz. Bir Dâhî Portresi, Erciyes Dergisi, Ekim 2011, Sf.12-16)
Aralarında hiçbir fikrî bağı bulunmayan Aziz Nesin’in “Üstad” hitabıyla 05 Aralık 1980’de Necip Fazıl’a yazdığı mektup da, bir nezâket numûnesi olarak, Türk edebiyatında kayıtlara geçmiştir.
Aziz Nesin şöyle başlıyor:
“Çoktan beri ziyaretinize gelmek istiyorum. Ancak ben, sizden çok uzakta oturuyorum. Çatalca’da kimsesiz çocuklar için kurduğum vakıfta yaşamaktayım. Yine de bir gün ziyaretinize geleceğim.
Kültür Bakanlığı büyük ödülünü kazandığınız için sizi candan kutlarım. Bu ödülü almakla Kültür Bakanlığını onurlandırdınız…”
“Bir Necip Fâzıl Vardı” dendiği zamanlarda, elbette ki, sâdece bu kadar kısacık bir yazılarla muhatab olunmayacaktır.
Muhteşem Türk edebiyatı’nda, tefekküründe ve bilhassa şiirinde, O’nun mükemmelliği hep konuşulacak, Ömer Öztürkmen’in dediği gibi, “Türk tasavvufu Necip Fâzıl’ın sanat dehâsıyla , evet tek başına yalnız onun dehâsıyla daha bin yıl sürecek güçlü bir soluğa kavuşmuştur.”(Bknz. Ortadoğu Gazetesi, 14.06 1975)
Feyzi Halıcı ise; “Necip Fâzıl şâir olarak aliyyülâlâdır fakat taşkın adamdır” derken, O’nun birçok hususiyetini de ortaya koymuş ve âdeta birkaç kelimeyle hulâsa etmiştir.
Kıymetli dostlarından ve Türk nesir edebiyatının öncülerinden biri olan Peyami Safa’nın şu cümlesi bile O’nun büyük şairliğine tecüman olur:
“Necip Fâzıl’ın her mısraı bir şiir mecmuasıdır.”
Bir yazısında:
“Bu memlekette gerçek milliyetçi ve mukaddesatçılar, Moskof suratından iğrendikleri kadar Amerikan biçiminden tiksinirler ve Türkiye’de nice başıboşluk ve ahlâksızlığın sâikleri arasında (Amerikanizm) denilen nebâtîlik ve hayvanîlik sistemini ve onun ruhîyatını görürler.”
Uyarısında bulunan Necip Fâzıl; Türk Milleti’nin istikbâline dâir ümit verici milliyet şuurunu telkin edici beyanını da şu tek cümleyle ilân eder:
“Biz, gerçek Türk varlığının, Türk tarihinin, Türk ruhunun son ihtiyat akçesiyiz!”