4 Mart 1924 bize ne ifade ediyor?
Türkiye Cumhuriyeti Devletini laikleştiren yasa 4 Mart 1924 tarihinde, 6 saat 45 dakikalık bir meclis
çalışmasından sonra kabul edilmiş ve o gün için meclis kapatılmıştır.
Tam 92 yıl önce o aydın insanlar durumu görmüş ve saatlerce kendi aralarında tartışıp dinin hepimiz için
kutsal, ayrı bir yeri olduğuna; fakat siyaset içinde yeri olmadığına karar vermişler.
Bu karar ile ülkemiz için yeni bir dönem başlamıştı.
Bundan sonra hukukun üstünlüğü din kurallarından önde gelecekti.
Din siyasetin üstünde bir gölge olmayacaktı. Olmamalıydı da!
Çünkü, milli egemenliği esas almış bir devletin oluşumunda laik hukuk anlayışı baz alınması gerekir.
Bu tarihten sonra dinin siyaset üzerindeki etkisi yasalarla tamamen engellenmişti. Artık Diyanet İşleri Başkanlığı vardı.
Görevi kısaca, ‘’İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmektir.’’ olarak kanunumuzda yer almaktadır.
Yani bu kurum hepimize dini konuda ışık olacaktı.
Böylelikle biz bir dini lider arayışına girmeyecek ve dini diyanet işlerinden öğrenecektik.
O dönemde bu köklü değişikliğin kabullenilmesi, halkın özümsemesi zaman almıştı.
Çünkü:
Bir kesim bu yasaların halkı dinden uzaklaştırmak için olduğunu düşünüyordu.
Bir kesim de vardı ki çıkarlarına ters düşüyordu.
Bu kesim 1924 TBMM üyelerini, milletvekillerimizi dinsiz, din düşmanı ilan etmişti. Karşılarında durmuş yanlarına insanları çekmeye çalışmıştı. Fakat onların derdi din değildi. Siyasi çıkarlarıydı.
Orta çağ Avrupa’sında ‘’ Bir prens merhametli, vefakâr, insancıl, insancıl ve dindar görünmek için çok dikkat etmelidir. Bir prensin sahipmiş gibi görünmesi gerektiği en önemli özellik de bu sonuncusudur.’’ derlermiş.
Galiba 1924 yasasının karşındakilerin de o hesap en önemli özellikleri ‘dinin’ olmadığına dair iftira atıp, alaşağı etmeye çalışmışlar.
Bugün olduğu gibi…
Yoktan biri çıkıp dini lider ilan edip kendini birçok insanı, birçok devlet kurumunu, birçok holdingi kendine bağladı.
O lider denen zât dini kalkan edip siyasete yavaş yavaş sinsice sızmayı başarmıştı.
Bu cemaatin derdi din değildi en azından hepsi için. Belki masumca düşünüp sırf dinen bağlılar da vardı. Ancak asıl amaçlarını çabuk belli ettiler Türkiye Cumhuriyeti devletini tamamen yakıp, yıkmak hatta ortadan kaldırmak.
Onlar için din sadece bir araç. Çünkü %99,2’si Müslüman olan bir ülkede dini kullanarak herkese ulaşmak o kadar kolaydı ki.
Onlar da bunun farkındaydı. Ancak bir şeyi atlamışlardı din onların kendine ait silahları değildi.
Meğer silahları hak kayıran hâkim, savcı, polis, askermiş. Hatta helikopterler, tanklar, tüfekler…
‘’Davut, Filistinli kahraman Goliath’la mücadele etmek için Saul’a kendini önerince Saul ona cesaret vermek için kendi silahlarını ve zırhını ve silahını verdi. Ancak Davut Saul’un silahlarını alıp zırhını kuşanır kuşanmaz onlarla yeterince iyi savaşamayacağını söyleyerek reddetti; çünkü onları kullanamayacağını, düşmanı sapanı ve bıçağıyla saldırmak istediğini belitti.‘’ Çünkü başkalarının silahları ya insanın üzerinden dökülür, ya ağırlık yapar ya da dar gelir.
Onlara da öyle oldu.
Üzerlerinden din silahları döküldü geriye ise vatan hainlikleri, teröristlikleri kaldı.
Yani takke düştü, kelle göründü.