İnsanları en kolay kandırmanın yolu dinleri kullanarak olmuştur. Yola çıkarken “Şeytandan ve siyasetten Allah’a (cc.) sığınırım”, “Zamanımız; iman kurtarma zamanı… Bizim görevimiz; “itfaiye erliği” denilerek yola çıkılır… Güç oluşunca siyasetin göbeğinde dans edilir, engel görülen kafalar koparılır, “CİHAT” kılıfına sokulur…
İnançlara müdahale yanlıştır. İnançlar kullanılarak siyaset üstünde otorite kurmaya çalışmak ta yanlıştır. Tarihi realite ise, siyasetçinin otoritesini dini otoriteye dayanarak sağlamaya kalktığı, dini otoritenin de bundan yararlanıp kadrolarıyla hakimiyeti ele geçirme isteğidir…
Tasavvufi yapı, siyasetçilerin halk gözündeki otorite ve egemenliğini meşru ve gayri meşru göstermeyi başaran güçlü vasıtalardır. Bunun için hükümdarlar onlara yaranıp, desteklerini almaya kalkarlar. Osmanlı hanedanlığının kurulmasındaki en etkili güç Edebali’nin verdiği destektir.
Fatih, başarılarıyla dünya tarihinde eşi az görülen liderlerden biridir. Döneminde Sünni ve Şii cemaatlerle siyasi otoritenin çatıştığını görüyoruz. Şeyhlerin, siyasi otoritenin yolunu ve yönünü belirlemek için halkı dervişler vasıtasıyla yönlendirmesi Fatihi rahatsızlık etmiştir.
Fatih, lüks bir hayat yaşayan, sultana karşı halkı kışkırtan, merkezi otorite üstünde hâkimiyet kurmak isteyen tekke ve zaviyeleri kapatmış, bütün vakıflarına el koymuştur.
Fatih, evliya himmet ve kerametlerinin öne çıkarıldığı, bilimin değerlerinin göz ardı edildiği toplum yapısını değiştirmek istiyordu. Akşemseddin bir gün Fatih’e İstanbul’un fethinin evliyanın himmet ve kerametleriyle olduğunu söyleyince, Fatih; ”Erenlerin dua ve himmetlerine âmin deriz. Ancak, bu şehir şehit ve gazilerin kanı bedeli, kılıcımın hakkıdır; böyle biline” der.
Bilime kapıları açar, akli bilimleri devreye sokar, beyin göçü alır ve çağının önüne geçer. Çağ açıp, çağ kapatması bilime verdiği değerdir. İstanbul’un alınışı zirvedeki bilimin neticesidir. Osmanlının çökmesi, “XVII. yüzyılda Kadızadelerin siyaseti medrese ve camilere sokup, akli bilimleri dindışı görmeleriyle başlamıştır.”
Osmanlı hanedanının Sünni İslam anlayışında oluşu, Şii İslam anlayışı üstünde baskılar oluşturmuştur. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Şia anlayışı karşısında Sünni anlayış öne çıkarılarak, her köye bir cami projesi ve halkın Sünni İslam anlayışına zorlanması, Rafızî tekkelerin kapatılması gibi olaylar isyanlara zemin hazırlamıştır.
Akıncı gazilerin büyük bölümü Alevi Türkmen Yörüklerindendir. Şii Türkmen Yörükleri kalabalık bir nüfus olarak kırsalda ve uçlarda bulunuyorlardı. Anadolu da Toros’lar, Batı ve Kuzey Anadolu’nun dağlık bölgeleri, Rumeli’de Doğu Balkan, Deli Orman yaylaları ve Dobruca bölgesinde yoğun olarak yerleşmiş bulunuyorlardı.
Türkmen Yörüklerin gücünü bilen “OTMAN-BABA” Türkmenlere karşı yapılan uygulamayı bir baskı olarak görmüş, Fatihe karşı çıkmayı “Kutbu- Âlem” olarak bir görev bilmiştir. Müritlerine Fatih’in dünya adına yapacağı işlerde kendisine danışılmasını istediğini telkin etmiştir. Türkmen Yörükler Osmanlı Sultanlarının kendilerine karşı uyguladığı merkeziyetçi bürokrasinin ezici rejimine karşı ayaklanmışlardır.
Türkmenler Rafızî bir ayaklanma veya siyasi ayaklanmalarda hemen isyancılar etrafında toplanabiliyorlardı. XV. Yüzyılın ilk yarısında Deli- Orman, Dobruca- Varna arası klasik bir isyan bölgesi olmuş, devleti burada çok uğraştırmışlardır.
Dini ayaklanmalarda isyancıların başında şeyh, kutup veya kendinin mehdiliğine inanılan bir softa vardır. Bu anlamda ortaya çıkanlardan biri de Şeyh Bedreddindir. Bu adam” DÜNYAYI ADALETLE DOLDURACAK ” mehdi beklentisiyle ortaya çıkmış, uç beylerini, Yörükleri ve fakir uç sipahilerini kullanarak isyan çıkarmıştır. Bu isyan devleti temelinden sarsmış, yüzyıllarca varlıklarını koruyarak devletin başını ağrıtmışlardır.
Sonuç: İbret alınmayan tarihin yaklaşık 14oo yılık filmini dün “ŞEYH SAİT’LER, bugün “FETÖ’LER” ile tekrar seyrediyor,” Hep beraber yürüdük bu yollarda” şarkılarıyla yolumuza devam ediyoruz…