Takvimler 6 Mayıs’ı gösterdiğinde Anadolu’da toprağın dili çözülür, doğa dile gelir, dualar göğe yükselir. Bu sadece mevsimsel bir değişimin değil, aynı zamanda kültürel ve inançsal bir hafızanın yeniden dirilişidir. Bugün Hıdırellez’dir. Halk inançlarımızda Hızır ve İlyas’ın yeryüzünde buluştukları, bolluk ve bereketin kapılarının aralandığı gün. Ancak Hıdırellez’i yalnızca dileklerin tutulduğu, gül ağaçlarının altına kağıtların bırakıldığı bir folklor gösterisine indirgemek, bu zenginliği suskun bir yüzeye hapsetmek olur. Zira Hıdırellez, binlerce yıllık bir kültürün, çok katmanlı bir inanç sisteminin, farklı medeniyetlerin ve halkların ortak ruhunun bugüne taşınmış nadir yadigârlarından biridir.
Hıdırellez kelimesi, Arapça kökenli "Hızır" ve "İlyas" isimlerinin halk ağzında birleşmesinden türemiştir. Hızır (el-Hadr) Kur'an’da Kehf Suresi'nde Musa Peygamber ile olan kıssasıyla yer bulur ve çoğu İslami yorumda ölümsüzlükle, bilgelikle, zor durumda olanlara yardım etmekle ilişkilendirilir. İlyas ise su ve doğayla özdeşleşen bir figürdür. Bu iki figürün yılda bir defa yeryüzünde buluştuğuna ve insanlara bolluk, sağlık, bereket getirdiğine inanılır.
Ancak bu anlatının kökeni yalnızca İslam geleneğiyle sınırlı değildir. Hıdırellez, tarihsel ve kültürel olarak çok daha geniş bir inanç haritasının içindedir. Eski Türklerde "yaz bayramı", "ilkbahar kutlamaları", "Nevruz sonrası diriliş törenleri" gibi geleneklerde mevcuttu. Şamanist köklerde doğa ile bütünleşik yaşam anlayışı ve mevsimsel dönüşümlere gösterilen ritüel hassasiyeti, Hıdırellez’in temelini oluşturur. Bu yönüyle Hıdırellez, hem İslam öncesi Türk inançlarının bir devamı hem de İslam sonrası halk İslamı içinde yeni bir form kazanarak varlığını sürdürmüştür.
Hıdırellez’in en belirgin özelliği doğayla uyumlu bir zaman döngüsünü kutsaması, insanın evrenle olan ilişkisini sembollerle kurmasıdır. Toprağın uyanışıyla birlikte insanda da ruhsal bir uyanışın yaşanması amaçlanır. Bu günde insanlar kötü niyetlerinden arınır, geçmiş yılın hastalıkları, dertleri geride bırakılır, yerine taze umutlar, niyetler ve dilekler konur. Bu yüzden Hıdırellez sadece baharın gelişi değil, bir iç muhasebenin, temizlenmenin, arınmanın günüdür.
Anadolu’da gül ağaçlarının altına dilekler bırakılır. Kimileri kısmet ister, kimileri sağlık; kimi çocuk ister, kimi borcundan kurtulmak. Hızır’ın geçtiği yerlere şifa, bolluk ve huzur bırakacağına inanılır. Bu dilekler çoğu zaman küçük ritüellerle desteklenir: Su kenarlarına taşlar dizilir, dilekler çömleklere konur, ateşler yakılır ve üzerinden atlanır. Bu eylemlerin her biri insanın içsel dengesini kurmaya, geçmişi bırakıp geleceğe niyetle yönelmeye dönüktür.
Hıdırellez sadece Türkiye'de değil, Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir Türk coğrafyasında kutlanır. UNESCO’nun 2017 yılında Türkiye ve Makedonya'nın ortak başvurusuyla "Somut Olmayan Kültürel Miras" olarak kabul ettiği bu gelenek, kültürel süreklilik açısından eşsizdir.
Örneğin Bulgaristan’daki Türkler, Hıdırellez'e “Ederlez” der ve genellikle su kenarlarında toplanarak dilek dilerler. Gagavuz Türklerinde Hıdırellez, yaz mevsiminin başlangıcı sayılır. Azerbaycan'da Hıdırellez benzeri bahar bayramı "Yel çərşənbəsi" olarak adlandırılır. Türkiye’de ise özellikle Edirne, Mersin, Gaziantep, Konya, Çorum ve Artvin gibi illerde çok renkli Hıdırellez kutlamaları yapılır.
Roman vatandaşlarımız arasında da Hıdırellez, Kakava olarak bilinir ve özellikle Edirne’de Meriç kıyılarında yapılan şenliklerle büyük coşkuyla kutlanır. Kakava ateşinden atlamak, dilek tutmak ve sabaha kadar süren eğlenceler bu kutlamaların olmazsa olmazlarıdır.
Hıdırellez’in temelinde yatan şey, ritüelin kendisinden çok, o ritüeli yaşatan bilincin sürekliliğidir. Modern toplumların giderek sekülerleştiği, geleneksel bağların zayıfladığı bir çağda, Hıdırellez gibi kolektif bilinç aktarıcıları büyük önem taşır. Bu sadece bir “şenlik” değil, kimliğin kuşaktan kuşağa taşındığı, ortak bir “biz” duygusunun inşa edildiği bir alan sunar.
Claude Lévi-Strauss’un ifadesiyle mitoslar ve ritüeller, toplumların kendilerini anlamlandırma biçimidir. Hıdırellez de bu bağlamda Türk halkının doğayla, zamanla ve kendi geçmişiyle kurduğu anlam köprüsüdür. Kimi zaman bir çocuğun tuttuğu dilekte, kimi zaman bir annenin yaktığı ateşte, kimi zaman da yaşlı bir kadının dua ederken gözünden süzülen yaşta gizlidir bu köprü.
Ne yazık ki günümüzde birçok gelenek gibi Hıdırellez de modern yaşamın hızına ve tüketim kültürüne yenik düşme tehlikesiyle karşı karşıya. Şehirleşmenin, bireyselleşmenin ve dijitalleşmenin hayatın her alanına sirayet ettiği bu çağda; bir dileği kağıda yazıp toprağa gömmek bile artık garipsenebiliyor. Ancak mesele bu geleneği “nostaljik bir etkinlik” olarak görmek değil; onu yaşayan, anlamını sürdüren, değerini hatırlatan bir hafızaya dönüştürmektir.
Hıdırellez’in genç kuşaklara yalnızca “ateşten atlama günü” değil; doğayla dost olmanın, paylaşmanın, niyet etmenin, geçmişle yüzleşip geleceğe umutla bakmanın günü olduğunu öğretmemiz gerekir. Bu da okul kitaplarına sadece birkaç satırlık “gelenek” bilgisi eklemekle değil; o geleneğin ruhunu yaşatan, bağ kuran etkinliklerle mümkün olacaktır.
Bugün gül dallarına tutturulan her dilek, aslında bir milletin toprağa kök salmış dualarıdır. Hıdırellez, bizim kim olduğumuzu hatırlatan, unuttuklarımızı fısıldayan, kaybolmak üzere olan bir hafızayı yeniden uyandıran bir sestir. O sesi duyabiliyorsak, hâlâ birlikte umut edebiliyorsak, hâlâ toprağa dilek gömebiliyorsak; bu milletin kökleri hala sağdır, yüreği hâlâ sıcaktır.