Yıl: 1992. Ay: Şubat. Gün: 25'i 26'ya bağlayan gece.
Dünyâ târihinin en iğrenç vahşetlerinden, katliâmlarından biri, Azerbaycan Türk Cumhuriyeti'nin Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kasabasında yaşanıyor.
Esâsen; işe, 1991 Aralık ayında, Karabağ'ın başşehri kabul edilen Hankendi'ni işgal ile başlanılıyor. 28 Ocak 1992'de, Şusa- Ağdam seferini yapan Azerbaycan helikopteri, Ermeniler tarafından düşürülüyor. Bu hâdisede, ekserisi kadın 44 kişi hayatını kaybediyor.
Şusa ve Ağdam ile irtibatı kesilen ve bölgenin tek havaalanının bulunduğu Hocalı, artık tek hedef hâline gelmiştir.
Bütün haberleşme vasıtaları kesilmiş, bütün yollar tutulmuş ve Rusya destekli Ermeniler, onlardan aldıkları en acımasız silâhlarla, tanklarla, zırhlı araçlarla, roketlerle, toplarla hücûma başlanmışlardır.
Tutulan yollardan kaçma imkânı bulamayan onca mâsûm kadın, onca mâsûm çocuk, onca silâhsız müdafaasız ihtiyar ve her yaşta sivil, beklemedikleri bu taarruz karşısında ne yapacaklarını şaşırmışlardır.
Vahşetin her türlü, insanlık âleminin (olmayan / kör gözü ) önünde, vicdânsızca işlenmiştir.
Göğsü kesilerek , karnı deşilerek çocuğu karnında iken delik deşik edilerek öldürülen kadınlar; havaya fırlatılarak süngüye geçirilerek katledilen çocuklar; diri diri yakılan ihtiyarlar, can çekişirken çöplüğe fırlatılanlar...hangi birini söyleyelim?
Kafa derisi soyulanlar, gözleri oyulanlar...Soruyorum: Var mı böyle bir insanlık?
Müslüman Türk milleti, bu soruyu, sana, tekrar sormak istiyorum: Var mı böyle bir insanlık?
Kendilerinden biri anlatıyor. Anlatanın adı: Zori Balayan. Kitabının adı: Ruhumuzun Canlanması. Yayın yılı: 1996.
Diyor ki: "Çete üyesi olan Haçatur'la, zaptedilmiş evlerden birine girdiğimizde, askerlerimizin 13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye çiviledikleri gördük. Haçatur, çocuğun bağırmaması için, anasının kesilmiş göğsünü /memesini, onun ağzına soktu. Ben de, önce, çocuğun karnının, başının ve göğsünün derisini soydum. Sonra Haçatur, cesedini doğradı ve onunla aynı kökten, Türk kökünden gelen köpeklere dağıttım. Aynı şeyi üç Türk çocuğuna daha yaptık. Halkımın intikamının yüzde birini bile aldı isem ne mutlu bana!"
Suçları görüyor musunuz? Bunları söylemesi için, insanın, -canlı bir mahlûk değil- taş olması gerekir. Neler yapmışlar? Evlere zorla girmişler; askerleri, 13 yaşındaki bir Türk çocuğunu pencereye çivilemiş; çocuğun bağırmaması için annesinin kesilmiş memesini ağzına tıkamışlar; çocuğun karnının, başının ve göğsünün derisini soymuşlar; cesedini doğramışlar ; onu, köpeklerin önüne atmışlar; ayrıca, üç Türk çocuğuna daha bu fiilleri uygulamışlar. Yine de doymamışlar.
Tabiî ki, (varsa) insan hakları müdafiîleri, dünyâ adâletinin mes'ulleri, bu sayılan fiilleri, doğrudan doğruya suç unsuru saymamışlardır. Eğer bu fiiller suç değil ise, dünyâda işlenen hiçbir tavırda suç unsuru yoktur demektir. İnsanlık, canavarlaşmış; insânî cihetten ölmüş, mevtâ hâline gelmiş demektir.
Bu 'Türk düşmanlığı'nı nasıl îzâh etmek gerekir? Böyle bir insanlık var mıdır?
Buna susan insanlık, insanlık mıdır?
Ya sen, Türk milleti, bu vahşeti nasıl oluyor da anlamak istemiyorsun?
Asla ve asla...Kat'iyyen, sen de, onlar gibi yap demek istemiyoruz. Zîrâ; târih boyunca, biz, hiçbir zaman, böyle bir tavır içinde bulunmadık ve bulunamayız! Ancak; hak aramak diye de bir şey vardır. Konuşmak, mücâdele etmek diye de bir tavır vardır; "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" diye, Şanlı Peygamberimiz'den nasihat vardır!..
En azından, "buğz"un karşılığını istiyoruz, çok mu?..
Aşağıda nakledeceğim şu sahneyi, gözleriniz yaşarmadan, vücûdunuzun her zerresi ürperip titremeden, böyle bir insanlık anlayışından tiksinmeden okuyabilirseniz , okuyun!
Bir ağaca arkadan bağlanan, Azerbaycanlı hâmile bir Türk kadınının karşısında, ellerinde Rus yapımı silâhlar bulunan iki Ermeni askeri yazı tura atmaktadır.
Bebeğini dünyâya getirmesine yakın bir zaman olduğu tahmin edilen bu kadının karşısında, şımarık tavırlarla, kadının karnındaki çocuğun kız mı erkek mi olduğuna dâir yazı-tura atmak için eğleniyorlardı.
Ayakları çırçıplak, üstü- başı yırtık, saçı-başı dağınık, bir ağaca bağlanmış ve bu eşkıyâlar karşısında tir-tir titreyen bu kadının hâlini düşünebiliyor musunuz?
Askerlerden biri, otomatik tüfeğinin ucuna takılmış kasaturayı çıkarır ve aynı zamanda, elindeki parayı havaya atarak, diğerine seslenir:
- Kız mı, erkek mi?
- Kız!
Bu zâlimlerin diğeri, kasatura ile, hemen, bu mâsûm kadının karnını yarar ve yere düşen bebeğin kasıklarına gözlerini dikerler.
Vahşeti görüyor musunuz?
- Sen kazandın, yoldaş!
- Ben kazandım ama bu bebek nasıl beslenecek?
Zâlimlik, istihzâ ve ukalâlık son safhadadır!..Cevap verir öteki:
- Annesi besleyecek elbette!
Bu sözler üzerine, biri, kasaturasına geçirdiği bebeği, başı öne düşmüş-çırpınan annenin göğsüne doğru fırlatır ve aynı şerefsiz tavırla seslenir:
- Çocuğa meme ver!
Sözün bittiği, insanlığın tükendiği yer işte burasıdır!
Burasının adı ise, Hocalı'dır!..
Millî şâirimiz Mehmet Âkif Ersoy, 1913'lerde, Balkanlar'da yaşanan benzer olaylar karşısında, bugün hasret kaldığımız bir sesle, şöyle haykırıyordu:
"Irzımızdır çiğnenen, evlâdımızdır doğranan...
Hey sıkılmaz! Ağlamazsan, bâri gülmekten utan!"
Evet; ben de, son söz olarak tekrar edeyim: "Hey sıkılmaz! Ağlamazsan, bâri gülmekten utan!"