Önce bir millet oluşum süreci tanımı yapmak gerekir. Bu nedenle toplum birimlerinin çok kısa bir özetini görelim.
İnsanlık tarihinde toplum birimlerinin gelişimi şöyledir: Aile, akraba(sülale, klan), etnik topluluk ve millet sırası tarihin derinliklerinden gelen bir süreçtir. Bu toplum birimlerinin birinden bir sonrakine geçmek asırlar almıştır. Bu süreçler hem karmaşık hem de dil, kültür, coğrafya, tarih, ülküler, birlikte yaşama arzusu ve gücü gibi son derece doğal olarak ilerleyen derin olayları içerir. Ayrıca bu toplum birimlerinin sonraki durumunda olanlar, bir önceki durumda olanlardan daha uygar, daha demokratik, daha yüksek kültürlü, daha insancıl ve daha evrenseldir. Kısaca bir örnek verirsek millet birimi aşaması, etnik topluluk aşamasından çok ileri bir durumdur. Zira genellikle çeşitli etnik grupların asırlarca bir potada yoğrulup, yüksek birlik ruhu, etnik bütünleşme, dinin birleştirici gücü gibi toplum değerleri ile millet aşamasına ulaşılır. Millet aşaması çağdaş bir aşamadır. Bu tür bir entegrasyonun tarih süreci içinde milletin adını da ortaya çıkardığını biliyoruz. Bu süreç doğal olarak işleyen bir süreçtir, ona olumlu yönde müdahale milletleşmeyi hızlandırır. Yine bu doğallık içinde sosyoloji kuralları çerçevesinde milletin adı, bir önceki toplum birimi olan etnik topluluklardan çoğunlukta olanın adı olarak ortaya çıkar. Doğal süreç içinde istisnalar da vardır: Vatan adı millet adı olarak zikredilen Pakistan, ABD, Kanada gibi ülkeler örnek verilebilir. Çoğunlukta olan etnik guruptan adını alan milletler için örnek olarak Fransa, Türkiye, Almanya, Rusya örnek olarak sayılabilir. Bu milletlerin adı, vatan topraklarında birlikte yaşadıkları ve bütünleştikleri en büyük etnik grubun adı olarak ortaya çıkmıştır. Bu millet birimi aşamasına ulaşma, sosyolojide milletleşme diye nitelenir.
Dinlerin evrenselliğini esas alan bir başka toplum birimi vardır. O da ümmettir ve kısaca aynı dine mensup olanların birliğidir. Çoğunlukla zayıf bir birliktir. Elli yıl kadar öncesinde ümmet birliği veya ümmet toplum birimi son derece hayalî bir kavramdı. Ancak Avrupa Birliği örneği bir ümmet birliği toplum biriminin olabileceğini de göstermiştir. Zira Avrupa Birliği Hristiyan ümmetinin tamamını toplayamasa bile kesin olarak bir ümmet birliğidir. Böyle bir birliğin olabilmesi için millet birimlerinin, fikren, siyasi olarak, bilimsel yönden, ekonomik olarak çok gelişmiş, demokratik ve yüksek kültüre sahip olması gerekir. Bu vasıflar Avrupa Birliği ülkelerinde mevcuttur. Bu nedenle sorunlu da olsa Avrupa ümmet birliğini sağlamıştır.
Türkiye ve İslam ümmeti için ise ümmet birliği mümkün olmayacak nitelikte bir ütopyadır. Zira Müslüman milletler yukarıdaki vasıfların hiçbirisini taşımıyor. Belki bir asır veya daha fazla bir zaman sonra bile Avrupa’daki milletlerin seviyesine ulaşmamız mümkün görünmüyor. Ancak ütopya da olsa yaklaşık bir asırdan beri Türkiye’de İslamcı ve dolayısı ile ümmetçi entelektüeller mevcuttur.
İslam ülkeleri arasında çağdaş millet toplum birimi niteliğine en yakın ülke Türkiye’dir. Yani Ahmet Vefik Paşa ve bazı çağdaşları ile başlayıp Atatürk döneminde bilimsel ve pratik düzeye ulaşmış ve Türk Milletinin milletleşme süreci Atatürk’ün “Cumhuriyeti kuran halka Türk Milleti denir.” İfadesi ile milletin isminin net olarak zikredilmesi aşamasına gelmiştir.
Ancak zamanımız yöneticilerinden bazıları bu milletleşme ve “millet toplum birimi olma” sürecini pekiştirmek yerine en az yüz yıl geriye giderek Türkiye’yi yeniden 36 etnik toplum birimine çevirme gayretindedirler. Bu geriye dönüş yine bazı iç ve dış çevrelerce desteklenmektedir. Şimdilik Kürt kardeşlerimiz ve millettaşlarımızı bizden koparıp etnik temele dayalı bölünmenin kapısını açmışlardır. Sanıyorum bu ülke 36 parçaya bölününceye kadar bu cehalet ve gericilik devam edebilecektir. Yüce Türk Milletinin onları tasfiye etmesi gereklidir. Etmezse bölünmenin günahı onları oyları ile destekleyenlerin omuzlarındadır. Cehalet deyince delilsiz mi yazıyorum? Hayır. UNESCO’nun araştırmalarına göre Türk Milletinin eğitim düzeye ortalama 6. Sınıf düzeyinde, bir araştırma şirketinin araştırmasına göre de iktidar partisinin seçmenlerinin eğitim düzeyi ortalama 2.Sınıf düzeyindedir.
İSLAMCILIĞIN TANIMI ve İSLAMCI DÜŞÜNÜRLER
Ali Bulaç’a göre İslamcılığın tanımı yaklaşık şu şekildedir:” İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle yeni bir insan, toplum, siyaset, devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı bir örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam birliğini hedefleyen, entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletlerarası bir harekettir.” Bulaç bu tanımı ümmet toplum birimini esas alarak yapıyor. Yani halkları Müslüman olan devletler her türlü farklılıkları, kendi gelenek ve kültürlerini, etik değerlerini ve diğer ayırt edici özeliklerini bir tarafa bırakıp hangi milletten olursa olsun özdeş fertler olarak ümmet birliğini kuracaklardır. Bu, İslam toplumları için çok uzak bir ütopyadır. Bulaç tanımı içinde ahlaktan bahsetmiş ama “akçeli” işlerde Müslüman davranışının ne olacağı hakkında ipucu vermemiştir. Oysa Türkiye’de İslamcılığı tüketen, öldüren ve yok eden çok az istisna ile yaklaşık tüm İslamcıların haram, rüşvetin post-modern şekilleri, adam kayırma, kul hakkı yemenin vb. yolsuzlukların tamamını ahlaksızca işlemeleridir. Her türlü yanlış işi çarpık yorumlarla meşrulaştırma yollarını denemiş ve uygulamışlardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Avrupa’dakine benzer şekilde milletler demokratik ve çağdaş bir olgunluğa ve dürüstlüğe ulaşmadan ümmet birliği olmaz. Ümmet birliği standart fertler üzerinden değil, demokratik milletler üzerinden olabilir. Demokrasiyi sürekli söylememizin sebebi şudur: Ümmet birliğine Müslüman halklar karar verebilir. Bu birliği Müslüman halkların hepsi istiyor. Ancak Müslüman milletler kendilerini yöneten tiranlar üzerinde etkin olmadıkları için ümmet birliği sadece sözde bir ütopya olarak kalıyor. Müslüman milletleri, emperyalizmin kulu olan yöneticiler yönetiyor. Bu durumun, Türkiye dâhil, hemen hemen hiç istisnası yoktur. Demek ki Müslümanlar önce demokrasilerini bağımsız olarak kurmalıdır, milli devletlerini ümmet birliğine katacak uygarlık seviyesine çıkarmalıdırlar. Yani halklar yönetimde etkin olmalıdır. Aksine ise diktatörlükler; zulüm, mezhep savaşları, bölünme ve sömürülme getirir. Zira rant ve soygun üzerine kurulan iktidarlarını ancak böyle sürdürebilirler. O halde Müslüman milletler Avrupa’daki gibi bir ümmet birliğine çok çok uzaktır. Kısaca bu durumda standart fert anlayışı ile ümmet birliği fantezi ve ütopyadan öteye geçemez. Yine de İslam İşbirliği Teşkilatı bu birlik için iyi bir başlangıç sayılabilir.
Osmanlıdan gelen ve cumhuriyetin başlangıcında hayata devam eden Babanzade Ahmet Naim yüzde yüz diyebileceğimiz bir İslamcıdır. Türklere, Türk devletlerine ve Türklükle ilgili ne varsa adeta hepsine düşmandır. Zaten aileden gelen iki paşa Osmanlı’ya bile isyan etmiştir. Ancak bu şahıs gelmiş geçmiş en entelektüel İslamcıdır. Yine de çağa uygun felsefi bir programı yoktur. Sonradan gelen İslamcılar arasında onu aşacak kimse çıkmamıştır. Politik sığlık içinde, ideolojik bağnazlığı aşamayan –Necip Fazıl’ın deyimi ile- “sahte müçtehitlerin” sayısı hayli yüksektir. Böylesine temelsiz olmalarına rağmen bu sahte İslamcıların propaganda ve cahil halkımızı kandırma güçleri maksimumdur. Ayrıca istismar edilince çok çok rant sağladığı bilinen yüce dinimiz, iliklerine kadar sömürülmektedir. Milli şairimiz Mehmet Akif ve Necip Fazıl gibi değerli yazar ve şairler, fanatik İslamcı ideologların sahiplenmesinin aksine hem İslamcı hem de milliyetçidirler. Akif tam İslam ölçüleri gereğince dürüst, İstiklal Marşından ve “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirlerinden de anlaşıldığına göre milliyetçidir ve üstün bir insandır. Tavsiyem; milliyetçiliği ırkçılık olarak anlayan zekâ ve kültür fukaraları Alparslan Türkeş’in milliyetçilik tanımını okumalıdırlar. O “Milliyetçilik Türk milletini , kültürünü, tarihini ve vatanını sevmektir” diyor. Bu coğrafyada yaşayan herkesi de Türk kabul ediyor. Milliyetçiliği ayakları altına alanlar ise etnik gericilik seviyesinde kimselerdir ve milleti değil milletin sadece oyunu ve parasını severler.
Türkiye İslamcıları en gelişmiş propaganda tekniklerini kullanıyorlar. Bu hususta ellerine su dökecek başka bir topluluk yoktur. Hitler’in propaganda bakanı J.Goebels’in yönteminden de ileri bir propaganda yöntemleri kullandıkları açıktır. Bir röportajda ona “Alman halkını Nazizm’e nasıl inandırdınız?” sorusuna şu cevabı veriyor: ”Halklar yalanın büyük olanına inanırlar, biz yalanları büyük söyledik, çok tekrar ettik gerçek sandılar. Zaten gerçek denen şey yalanın çok tekrar edilmiş halidir.” İfadesini kullanıyor. Bugün “hırsızlığın ortaya çıkarılışının” adı ve mahiyetinin değiştirilerek “darbe” anlamına geldiğine halkımızın önemli bir kısmının inandırılması çok ilginç bir propaganda örneğidir. Çok kesin olarak ahlak ve İslam dışı bir algı operasyonudur. Bu algıyı tamamlamak üzere demokratik hukuk kaldırılıp yerine bir vesayet hukuku geliştirilmiştir.
Siyasi propaganda düzeyini aşamayan, yalan ve sahte İslami görünüme dayanan İslamcılık düşüncesinin dünya ve Türkiye’de son durumu nedir? Bunun Avrupa ve Türkiye ayaklarına bakalım:
TÜRKİYE İSLAMCILIĞININ AVRUPA AYAĞININ ÇÖKÜŞÜ
80’li yıllarda Avrupa ve Dünya’da çok mükemmel bir İslam imajı vardı. İletişim araçları arttıkça Dünya aydınları Kur’an’ı Kerimi tanımağa başlamışlar, bu tanrısal mükemmelliğe sahip olan yüce Kitabı hem övmüşler hem de gereğini yapıp Müslüman olmaya başlamışlardı. Öyle ki Fransa’da en üst düzey Katolik meclisi Fransa’yı uyarmış ve” böyle giderse 2025 yılında Fransa Müslüman olabilir…” mahiyetinde bir rapor tertiplemişlerdi. Dünya’nın hemen her yerinde benzer raporlar yayınlanıyordu. Ancak daha sonraki yıllarda Türkiye İslamcıları Avrupa’da bulunan ve çoğu saf Müslüman Türk köylüsü olan 5 milyon civarında insanı soymak ve kazançlarını araklamak üzere holdingler ve vakıflar kurdular. Bu vakıf ve şirketler din sömürüsü üzerin kurulmuş post modern soygun araçlarıydı. 70 kadar holding ve çok sayıda vakıf Allah(cc)ın yüce dinini kullanarak saf Müslümanların kazançlarını iliklerine kadar sömürdüler. Bunların başında Kombassan, Yimpaş ve Deniz Feneri e.v. geliyordu. Böylece Karl Marks’ın “Din afyondur” sözünün somut kanıtını da bilmeyerek de olsa ispat etmiş oluyorlardı. Peş peşe patlak veren holding soygunlarının hemen ardından en yüksek makamlara uzandığı kesin olan Deniz Feneri soygunu gerçekleşiyor ve bunu Alman Hukuku ortaya çıkarıyor, Türkiye resmi makamları ise türlü entrikalarla olayı örtüyordu. Oysa yolsuzluğun yüzde doksanı Türkiye’de, sadece yüzde onu ise Avrupa’da cereyan etmişti.
Bu ve buna benzer olaylar Avrupa’da İslam’ın yayılmasını durdurdu ve her olumlu gidişat İslamofobiye dönüştü. Önceden Müslüman olan Yusuf İslam ve Roger Garaudy gibi kimseler şu mahiyette açıklamalar yapmağa başladılar: ”Biz iyi ki öce Kur’anı Kerimi tanıyarak Müslüman olduk, önce Müslümanları tanısaydık kesinlikle Müslüman olmazdık…” ifadelerini kullanmak zaruretini hissettiler. İşte Türkiye İslamcılarının İslam imajını Avrupa’da katledişleri böyle oldu. Tükeniş hazindir.
İSLAMCILIĞIN TÜRKİYE AYAĞININ ÇÖKÜŞÜ
İslamcılığın Türkiye ayağı bugünkü anlamda 19. Asırda başlamıştır. Nitekim 20. Asrın başlarında Osmanlı Devletinde üç fikrin tartışıldığı biliniyor. Ünlü Türkçü yazar Yusuf Akçura’nın “ÜÇ TARZ-I SİYASET” adlı eseri de bunu açıkça gösteriyor. Bu üç tarzdan ilki “Osmanlıcılık”, ikincisi “İslamcılık” ve üçüncüsü de “Türkçülük”tür. Bunlardan Osmanlıcılık düşüncesi Osmanlı Devletinin yıkılması ile tarihe karışmıştır. Günümüzde bazı sosyoloji cahilleri Osmanlıcılığı yeniden ihya etmek istiyorlar. Bu imkânsız bir rüyadır. İslamcılar ise Milli Mücadele öncesi ve savaş sırasında çoğunlukla Türkiye’nin düşmanlarının saflarında yer almışlardır. Türkçülüğe gelince onlar başlangıçtaki İslam’la olan bazı uyumsuzluklarını gidererek tıpkı Çanakkale Savaşını kazandıkları gibi Milli Mücadeleyi de kazanıp cumhuriyeti kurmuşlardır. Bu savaşlarda İslamcı katkısı asgari düzeyde olmuştur. Tabiidir ki İslam’ın katkısı her iki savaşta da, milliyetçi Müslümanlar yardımı ile, maksimum olmuştur.
Milli mücadeledeki tavır nedeni ile İslamcılar oldukça ağır ve bir kısmı da haklı olmayan sıkıntılar yaşamışlardır. Ancak Şeyh Sait isyanında olduğu gibi Avrupalı sömürgecilerin sürekli kontrolünde olmuşlardır. Demokrasiye geçtikten sonra yavaş yavaş iktidarı paylaşmaya başlamışlar ve nihayet 2002 yılında iktidara gelmişlerdir. Bu arada bu günün şartlarına uyarak vahşi kapitalizmi de benimsemişler ve bundan sonra İslam’ı kapitalizmin bir örtüsü, yani kamuflajı olarak kullanmışlardır. İktidar gücü İslamcı iş adamlarının hiçbir sınır tanımadan zenginleşmesine, zenginliğin 20 000 kişi kadar bir azınlığın elinde toplanmasına yol açmıştır. Bunun en son örneği Soma faciasıdır. Fakirliğin artmasını bilinçli olarak ama gizliden gizliye teşvik etmişlerdir. Zira zenginleşen, üreten ve emeği ile geçinen, zengin olan insanlar şahsiyetli, bağımsız ve insanlık gururuna sahip olurlar. Oysa İslam kamuflajlı kapitalistler birkaç paket gıda ve ölmeyecek kadar maddi destek ile yoksul kesimleri oy deposu olarak kullanmaktadırlar. Böylece halkın önemli bir kısmı bir lokma bir hırka anlayışı ile hayatını sürdürmekte, bunları kandıran diğer uçtakiler kasalarla, ayakkabı kutuları ile villalarla İsviçre bankalarındaki büyük hesaplarla devletin ve milletin zenginliğini kendilerine mal etmektedirler.
Halkı ikna etmenin çok önemli iki yolunu da kullanıyorlar: İslam dini ve propaganda bilimi. İslam dinin sömürünün, oy toplamanın bir temel aracı haline getirmişlerdir. Bütün çalıp çırpmalara post modern dini kılıflar da bulunmaktadır. Örneğin Necip Fazıl’ın sahte müçtehit dediği birisinin şimdi Mecellede bulunan “Zaruretler haramı mubah kılar” ibaresini hırsızlığın normal ve mubah olduğunu hatta bununla sözde “hayır” yapıyorlarsa her türlü devlet soygununun sevap olduğu anlamına gelen cevherler yumurtladığını bütün dünya görmektedir. Oysa Mecellede bahsedilen o zaruretler bambaşka zaruretlerdir. Devleti ve milleti soymak bir zaruret olamaz.
İslamcılar, daha önceden de “Akçe” işlerinde ne etik değerlere ne de ahlaki değerlere uymamışlardır. Merhum Erbakan’ın 165 kilo altınının kaynağı belli değildir. “Mercümek” olayı, bir trilyon olayı ve Bosna’ya yardımın bir kısmının araklanması olayları Hoca ve kadrosu tarafından açıklığa kavuşmamıştır. Gazetecisi, sözde fikir adamı, mücahit-mütahitiyle ve diğerleri ile “akçe “ işlerinden temize çıkamamışlardır. Merhum hocanın öğrencileri olan bugünküler, Kanuni’nin başbakanı olan Damat Rüstem Paşa’nın servetini çoktan geride bırakmışlardır.
Türkiye İslamcıları çok uzun bir süredir iktidarı ellerinde bulunduruyor. Bu süre sonunda Türkiye ve dünyada çok önemli iki imaj değişikliği olmuştur:
1- İslam’ı çok az uygulayan, ancak sorulduğunda “Ben Müslümanım “ diyebilen, ara sıra Cuma namazına da giden milyonlarca insan artık “Bunlar gerçek Müslümansa ben Müslüman değilim” diyebilmektedir. Bunun sonucu olarak artık kentlerde pek çok insan boynuna “HAÇ” takarak gezebilmektedir. Ülkemizde çok sayıda konu tam bir yasakçılık çemberinde olmasına karşılık din değiştirmek serbesttir. Ev kiliselerinin bazılarını bizler de biliyoruz. Ama TBMM’ye verildiğini duyduğum bir soru önergesinde 37000 kiliseden söz ediliyor. Maalesef bu sayı gerçek olabilir. İslam dürüstlüğü, hakkı teslim özeliği, devlet malını koruma özeliği, kul hakkını verme özeliği, çalmama, israf etmeme özelikleri artık günümüzdeki İslamcıların rant ahlaksızlıklarına göre yorumlandığı ve hiçbir olumlu davranış da görülmediği için imaj olarak İslamcılık çökmüştür. Zira “İslam bilgini” bile denilen kimseler rüşvet ve yolsuzluklara, ne dinimizin kabul edeceği ne de insanlık etiğinin kabul edeceği şu mazereti kılıf olarak uydurmuşlardır:” zaruret hasıl olduğu için bu yapılanlar, cihat etme kavramına girer” . Böyle bir izahın sahte olduğunu anlamayacak kadar ahmak bir Müslümanın olduğuna inanılabilir mi? Din ile ilgisi olsun veya olmasın bu durumu gören bir insan yukarıda verdiğimiz Batılı Müslüman Roger Garaudy’nin görüşünün ne kadar haklı olduğunu kabul etmez mi? Radyo ve televizyonlarda Kur’an ve ilahiler artık çok sık okunuyor. Gerçek bir Müslüman için bu çok harika bir olay. Ancak durumun ne hale geldiğini ortaya koyan bir örnek yaşadım: Bir gün bilgisayarımdan İbrahim Hakkı’nın “Görelim Mevla neyler..” ilahisini dinliyorum. Bir arkadaşım: ”Hocam şunu dinleme lütfen, gene birini veya devleti soyacaklar bunlarla… bu dokunaklı fakat aldatıcı melodileri rant için üretmişlerdir”. İşte İslamcıların İslam’ı getirdiği zemin bu.
1- İslam’ı çok az uygulayan, ancak sorulduğunda “Ben Müslümanım “ diyebilen, ara sıra Cuma namazına da giden milyonlarca insan artık “Bunlar gerçek Müslümansa ben Müslüman değilim” diyebilmektedir. Bunun sonucu olarak artık kentlerde pek çok insan boynuna “HAÇ” takarak gezebilmektedir. Ülkemizde çok sayıda konu tam bir yasakçılık çemberinde olmasına karşılık din değiştirmek serbesttir. Ev kiliselerinin bazılarını bizler de biliyoruz. Ama TBMM’ye verildiğini duyduğum bir soru önergesinde 37000 kiliseden söz ediliyor. Maalesef bu sayı gerçek olabilir. İslam dürüstlüğü, hakkı teslim özeliği, devlet malını koruma özeliği, kul hakkını verme özeliği, çalmama, israf etmeme özelikleri artık günümüzdeki İslamcıların rant ahlaksızlıklarına göre yorumlandığı ve hiçbir olumlu davranış da görülmediği için imaj olarak İslamcılık çökmüştür. Zira “İslam bilgini” bile denilen kimseler rüşvet ve yolsuzluklara, ne dinimizin kabul edeceği ne de insanlık etiğinin kabul edeceği şu mazereti kılıf olarak uydurmuşlardır:” zaruret hasıl olduğu için bu yapılanlar, cihat etme kavramına girer” . Böyle bir izahın sahte olduğunu anlamayacak kadar ahmak bir Müslümanın olduğuna inanılabilir mi? Din ile ilgisi olsun veya olmasın bu durumu gören bir insan yukarıda verdiğimiz Batılı Müslüman Roger Garaudy’nin görüşünün ne kadar haklı olduğunu kabul etmez mi? Radyo ve televizyonlarda Kur’an ve ilahiler artık çok sık okunuyor. Gerçek bir Müslüman için bu çok harika bir olay. Ancak durumun ne hale geldiğini ortaya koyan bir örnek yaşadım: Bir gün bilgisayarımdan İbrahim Hakkı’nın “Görelim Mevla neyler..” ilahisini dinliyorum. Bir arkadaşım: ”Hocam şunu dinleme lütfen, gene birini veya devleti soyacaklar bunlarla… bu dokunaklı fakat aldatıcı melodileri rant için üretmişlerdir”. İşte İslamcıların İslam’ı getirdiği zemin bu.
2-İslamcıların kendilerine bağladıkları toplulukların durumu: Ezanı özgün şeklinden Türkçe’ye çeviren zihniyet, yani liberaller, onu oy almak için yine özgün şekli olan Arapça’ya çevirmişlerdir. Bunu yapan liberal başbakan Adnan Menderes’tir. Bu olaya İslamcılar sahip çıkar ve din sömürüsüne bunu alet ederler. Menderes’in doğru olarak yaptığı bu işi 27 Mayıs ihtilalinde yeniden geri çevirmek istemişler, yani ezanı yeniden Türkçe’ye çevirmek istemişlerdir. Milli Birlik komitesinin bir üyesi olan Orhan Erkanlı’nın kitabında belirttiğine göre merhum Alparslan Türkeş karşı çıkmıştır ve onun sayesinde ezan özgün şekli olan Arapça ile halen devam etmektedir. Türkeş Türkçeyi çok severdi, ama yüce dinimizi de çok severdi. Onun özgün kalmasını sağlamıştı. “Din sömürüsü” olur diye Başbuğ Türkeş bu olayı hiç kullanmadı. Türkeş’i takip edenler bu ahlak ve etiği aynen devam ettiriyorlar. Lider durumunda olan kimseler bazı duyarlıklara diğerlerinden daha çok riayet etmelidirler. Yani yüce dinimiz sömürülmemelidir.
Gelelim günümüze. Yönetim bir kısım muhalefetin de yardımı ile başörtüsü rezaletini çözdü, Kur’anı Kerimin ve Peygamberin hayatının okunmasını sağladı. Bu çok anlamlı bir hürriyettir. Doğrudur, geç kalınmıştır. Bu ve benzeri bazı doğru işleri yapan iktidar bunları sömürü ve riyaya alet ederek çok önemli sayıda din adamı, Kur’an kursu öğrencisi, İmam Hatip öğrencisi ve velisini kutuplaşma derecesinde kendine bağladı. Artık yönetim ve yukarıdaki kimseler ne derse o “mutlaka doğrudur, başka doğru yoktur”. Dinimizin doğru bulmadığı, haram kıldığı pek çok konu yukarıdaki tiranlar kabul etti diye mubah ve helal sayılmağa başlandı. Hatta bir zekâ fukarası İmam Hatip mezunu milletvekili “ Başbakanda Allah’ın bütün vasıfları var…” diye saçmaladı. Hiç kimse itiraz etmedi. Bu ve benzeri yüzlerce olay gösteriyor ki bunları fikren ve fiilen takip edenler artık rüşveti, yolsuzluğu, adam kayırmayı, kul hakkı yemeyi “zaruret” gibi bir uydurma kavramla kabul edeceklerdir, hatta etmişlerdir. Bu da İslamcılığın tükenişinin başka bir ayağıdır. Gerçek İslam ve İslamcılık bu olamaz.
Kısaca Türkiye İslamcılığı İslamcı gibi görünen vahşi kapitalistler tarafından bitirilmiştir. Kala kala üstü zayıf bir İslam örtüsü ile örtülen, Avrupa’da 19. Asırda uygulanıp tarihin çöplüğüne gömülen sisteme geçilmiş, yani mal, mülk, para ve “maddi menfaat için harcanamayacak hiçbir değer yoktur “aşamasına gelinmiştir.
Ancak siyasi görüşlerine katılmasam da M.Şevket Eygi gibi samimi İslamcılar da çok az da olsa vardır. Onları ayrı tutmak bir insanlık borcudur. Sonuçtr Türkiye’de İslamcılığı “ sahte İslamcılar” bitirmiştir, demek mümkündür.
Yüce dinimiz sahte müçtehitlere, sahte İslamcılara bırakılacak kadar değersiz değildir. Mehmet Akif ve benzeri Müslüman, vatan ve milletini seven fikir adamlarını öne çıkarıp İslam’a gerçekten sarılmalıyız. Yani kısaca milliyetçi-Müslümanlar dürüstlük, inanmışlık ve uygulama olarak İslam’ın nefesi, soluğu olabilirler. Milliyetçi- demokrat, ileri İslam ülkeleri ile millet üstü toplum birimi olan ümmet birliği ancak o zaman kurulabilir. Tıpkı Avrupa Birliği gibi.