Bahtiyar Vahabzâde; vatanına ve milletine derin bir gönül bağı ile bağlı, Türkçe âşığı, Türkçe sevdâlısı bir şâirimiz ve fikir adamımızdır. Daha önce, Türk Edebiyatı Dergisi’nin Temmuz 2004 tarihli nüshasının 48. ve 49. sayfalarında yazdığım ‘Bahtiyar Vahabzâde’nin Türkçe Sevdâsı’ başlıklı makalemde, yine bu hususa dikkat çekmiş, ve O’nun nezdinde, Türkçe’mizin içinde bulunduğu sıkıntılara temas etmiştim. Ne yazık ki, bugünkü durum, o zamankinden hiç de iç açıcı değildir.
O târihte, Bahtiyar Vahabzâde sağdı ve kendisiyle mektuplaşıyorduk. Kendisinden aldığım 26. 09. 2001 târihli samimî, çâre arayıcı ve hedefe ulaşıcı/ulaştırıcı mektubundan konumuzla ilgili olan bölümü naklediyorum :
"Aziz Kardeşim Halistin Kukul,
Sizlerin bende adresi olmadığı için her defasında ben Türkiyeye geldiğimde sizi bulamıyorum. Öteden beri sizlerle görüşmek, size teşekkür etmek istiyorum. Sizin benim şiirlerimle ilgili yazdığınız hayli yazınızı okudum. Bir çok yazınızda da benden bahsettiğinizi ve benim şiirlerimden örnekler verdiğinizi biliyorum. Size teşekkür ederim.
Bana gönderdiğiniz mektubu aldım. "Allahu Ekber" şiirimin tahlili çok mantıklıdır. Allah sizden razı olsun. Benim şiirlerimde vatan konusu ile ilgili yazmış olduğunuz makaleyi bizim dergilerde neşrettireceğim ve sizlere göndereceğim.
Türkçe'nin geleceği konusundaki makalenizi büyük memnuniyetle okudum. Benim Azerbaycan'daki 50 yıllık mücadelemin esasını Ana Dili ve onun korunması teşkil ediyor. Siz doğru yazıyorsunuz, haklısınız ki, Türkiye'de dil kurumunun yarattığı ( Azerbaycan'da, bu kelime, 'meydana getirmek' yerine çokça kullanılmaktadır. M. H. K.) uyduruk sözler (eser-yapıt, milli-ulusal, hikaye-öykü gibi) siz Türkiye Türkleri'ni Türk Dünyası halklarının dilinden koparıyor. Siz bir yandan ortak dile gelelim diyorsunuz, öte yandan Türk Dünyası ile ortak kelimelerimizi dilinizden çıkarıyorsunuz. Sizin bu konudaki düşüncelerinize katılıyorum. Bu bakımdan sizin "Öğrenci Seçme Sınavı" adlı makaleniz benim kalbimi fazlasıyla rahatlattı. Bu konularla ilgili olarak sizinle karşı karşıya konuşmak arzusundayım. İnşallah Allah nasip ederse dertlerimizi, fikirlerimizi karşılıklı olarak konuşuruz. ..”
Mektup böyle!..Şimdi ise...
Vahabzâde’nin sözünü ettiği “Türk Dünyası ile ortak kelimelerimizi”, büyük bir sadakatle, coşkulu bir ciddiyetle ve sür’atle, “Türk Dünyası Türkçesi”ni hedefleyerek korumak ve geliştirmek zorundayız.
Vahabzâde; bu durumdan büyük endîşe duyarak, istikbâle dâir ümitlerini koruyarak dâima uyarıcı olmaktadır. “Ana Dili” başlıklı şiiri, başlıbaşına tahlil edilmesi gereken çok değerli bir şiirdir. Bu şiirin ilk iki kıt’asını naklediyorum:
“Dil açanda (1) ilk defa 'ana' söylerik biz
'Ana dili' adlanır bizim ilk dersliyimiz
İlk mahnımız (2) laylanı (3) anamız öz südüyle
İçirir ruhumuza bu dilde gile-gile.(4)
Bu dil bizim ruhumuz, eşgimiz (5), canımızdır,
Bu dil birbirimizle ehd-i peymanımızdır (6).
Bu dil tanıtmış bize bu dünyada her şeyi
Bu dil ecdadımızın bize goyup getdiyi
En gıymetli mirasdır, onu gözlerimiz tek (7)
Goruyub, nesillere biz de hediyye verek.”
(1.dil açanda: Çocuk konuşmaya başlayınca; 2. mahnı: Şarkı; 3. layla: Ninni; 4. gile gile: Damla damla; 5. eşg: Aşk; 6. ehd-i peyman: Anlaşma, sözleşme; 7.tek: Gibi).
Vatanı Azerbaycan’ın Rus işgalinden kurtulduğu ve hürriyetine kavuştuğu yıldan birkaç sene sonra, Nisan 1995 tarihinde yazdığı onsekiz kıt’alık “Kendimden Şikâyet” başlıklı şiirinin bir kıt’asında ise şöyle der:
“Bir zamanlar Rusçaydı remlam ışıklar
Şimdi İngilizce dürtülür göze
İtin de diline hürmetimiz var,
Yalnız öz dilimiz yaramır bize.”
Yâni, demek istiyor ki, yetmiş sene, komünist Rus işgalinde Rusça’nın; şimdi de, Amerikan emperyalizminin neticesi olarak İngilizce’nin sinsi hücûmuyla karşı karşıyayız. Herkesin diline “hürmetimiz var” da, niçin, kendi “öz dilimiz”den habersiz, ona karşı umursamaz’ız anlamak mümkün değildir. Bu, bir yakınma, kendine ve câmiasına sitem, kendini murakabeye çekmek ve bu yolla, uyandırıcılık/uyarıcılık vazifesini yerine getirmektir.
Kaldı ki; 1967’de yazdığı“Latin Dili” başlıklı şiirinde, şu anda, dünyada konuşulan böyle bir dil ve bu dilin mensubu olarak bir millet bulunmadığını fakat bu dilin yine yaşadığını/yaşatıldığını da şu mısralarla ifade ediyor:
“Latin dili!
Her sözünde dünya boyda yük taşıyır,
Latin dili!
Millet ölüp, dil yaşayır.
Ana diyen, torpak diyen, veten diyen yok bu dilde.
Ancak yene yaşar bu dil.”
Ve Şâir, böyle başladığını şiirini şu sitemkâr mısrâlarla bitiriyor:
“İndi söyle,
Hansı dile ölü deyek:
Veten varken,
Millet varken,
Kiçik, yohsul komalarda
Dusdak olan bir dile mi?
Yoksa, uzun asırlerden keçip gelen
Halkı ölen,
Özü kalan bir dile mi?”
Türkçe adına, Şârin sıkıntısı, mısrâlarda âdeta feryâd ediyor!..Niçin mi? Çünkü...
Türkçe; dünyâ dil âilesinin en güzel, en zengin, târihî derinliği en fazla olan, bu târihî süre içinde çok geniş coğrafyalarda milyonlar milyonlarca insan tarafından anlaşma, ilim ve san’at vasıtası olarak kullanılan, dünyanın birkaç lisânından biridir.
Bu dili; yabancı dillerin ve kaidesiz/uydurma kelimelerin baskısından kurtararak, en kısa zamanda, “Türk Dünyâsı Türkçesi’nde birlik sağlayarak edebî ve ilmî çalışmalarımızı yapmak zorundayız.
Vahabzâde’nin “50 yıllık mücâdelemin esasını Ana Dil ve onun korunması teşkil ediyor” dediği gayretini sahiplenmeyi, el ve gönül birliğiyle sürdürmeyi, millî ve mukaddes bir vazîfemiz kabûl ederek çalışmak mecbûriyetimiz vardır!..