“Gün”den ziyâde, onun ne mâna ifade ettiğine ve ortaya koyduğuna yâni esere bakmak lâzımdır. Tiyatro; “dram, trajedi, komedi” gibi sahnede oynanmak üzere yazılan edebî eserlerin müşterek adıdır.
Bugünkü anlamda tiyatro, bizde Tanzimat’la birlikte, İbrahim Şinasi’nin yazdığı ve 1859’da sahneye konan Şair Evlenmesi isimli eseriyle başladı. Daha önceleri, elbette bugün de devam eden, Hacivatla Karagöz, meddah ve ortaoyunları mevcuttu.
Ardından; Ahmet Vefik Paşa’nın, Moliere’den “adapte” ettiği eserler ve Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre’si (1873), Gülnihal’i (1875), Zavallı Çocuk’uyla (1873) devam etti.
İlk düzenli “tiyatro fikri”, 1914’te, İstanbul Şehremîni/Belediye Başkanı, Operatör Dr. Cemil Topuzlu tarafından ortaya atıldı ve “Dârülbedâyi/Güzel San’atlar Evi” olarak faaliyet gösterdi. Daha sonra, bunun adı Şehir Tiyatroları’na çevrildi.
Bu faaliyetin hamle yaparak gelişmesi, 1927’de, Dârülbedâyi’nin başına Muhsin Ertuğrul’un geçmesiyle başladı. 1980’den beri de, Tiyatrolar Günü adıyla kutlanmaktadır.
Tiyatro; başta yazar olmak üzere; sahne, sahneye koyucu/rejisör, oyuncu/aktör-aktris ve seyirci’den meydana gelen bir bütündür. Tabiî ki, dekor, ışık, ses vesâir de, çok önemli tâli unsurlardır.
Türk şiirinin, tefekkürünün ve tiyatro yazarlığının önde ismi Necip Fâzıl, Tohum adlı eserine yazdığı, “Tiyatro ve Tohum’a Dâir” başlıklı önsözünde şöyle der:
“Bir piyes yazmak hasretiyle yıllar geçirdim. Bir gün, Şehir Tiyatrosu’nun o seneki provalarına başlağı sıralarda, bir aktör dostum, yemek sofrası başında elinde çatalı, bende gömülü yatan bu hasrete dokunuverdi:
- Niçin bir piyes yazmıyorsun?
Büyük sandığımız hâdiselere bazan ne küçük dürtüşler yol açar. O anda, Şehir Tiyatrosu’na bir eser teslim edebilmek için ancak 20 günüm kalmıştır. Bu kadar az bir süre, bana, birdenbire çok fazla bir iştah vermeye başladı. Sahne, yalnız çıplak dörtköşesiyle değil, içindeki aktörün şahsiyetiyle de bizi büyülediği için eserle onu yaşatacak aktör arasında peşin bir nişanlanma yapmadan işe başlayamazdım. Ertuğrul Muhsin’le bir iki kelime konuştuktan sonra odama kapandım ve 7 gün içinde “Tohum”u bitirdim”.
Yıl: 1935’tir.
Peyami Safa, 1936’da, Hafta dergisinde, Tohum hakkında şöyle diyordu: “Necibin eserinde Millî Mücâdele sadece mazlum bir milletin emperyalizme karşı ayaklanması ve Anadolu, sadece bir istihsal prospektifi içinde mütalâa edilecek alelâde bir toprak yığını, ruhsuz ve şapşal bir tabiat parçası değildir.
Zekâyı, maddeden kaidesi üstünde kaskatı bir idrâk cihazı gibi oturtan materyalist görüşü parçalayarak bu maddenin dibini ve ruhunu eşeleyen Necip Fâzıl, silâhın silâha değil, kendi muhtevasını seferber etmiş bir kahraman ruhunun bütün bir kavga endüstrisine karşı çıkarak onu nasıl mağlup ve kepaze ettiğini göstermek suretile ruhun topa tüfeğe, gizlinin açıka, sırrın bedahate, namerinin meriye, kavranmıyan ve yakalanmayan mahiyetin tutulan ve dar bir idrakte zincire vurulan sathî realiteye galebesini ilân, telkin ve ispat etmiş oluyor.”
Şinasi’nin Şair Evlenmesi’nden bugüne geçen 161 yıl içinde, Türk tiyatrosu elbette ki, çok yol almıştır. Ancak, şunu sormamız da gerekir: Bu yol alışta, tiyatro yazarlığında yâni bir başka deyişle, ‘eserde’ hangi mevkideyiz?
Bir diğer husus ise, Türkiye nüfusunun, kaçta kaçı, ‘seyirci olarak’ tiyatro ile muhatap olabilmekte/edilebilmektedir? Bundaki başarı/başarısızlık hangi safhadadır?
Tiyatro eserleri, şiirden sonra en az basılan ve satılan eserlerdir. Elbette ki, bunun da, ‘Niçini’nin yâni sebebinin araştırılması gerekir. Ancak; Devlet/Kültür Bakanlığı, eser yazamını teşvik için ne yapmaktadır?
Şahsen, benim iki tiyatro eserim vardır: Gelincikler Narindir ve Havada Bulut Yok!..
İkisi de, 1986 yılında, Kültür Bakanlığı tarafından yayınlandı. Bâzı şehir tiyatrolarında ve bilhassa okullarda oynandılar.
İkisinin de yazılış mâcerası farklıdır. Kültür ve hatta Millî Eğitim Bakanlığı’nın bu işe el atması gerektiğini îzah için, Gelincikler Narindir eserimin ‘ikinci baskısını talebimle’ ilgili olarak, beni çok hem de çok üzen bir (resmî) hâtıramı nakletmek istiyorum.
Bakınız; 17. 10. 1990 tarihli yazıma, zamanın Kültür Bakanlığı Yayımlar Dairesi Başkanlığı , 24 MART 1994 tarihinde yâni “dört sene sonra” nasıl bir cevap veriyor:
“(Bu uzun cevabın, sâdece ikinci paragrafını yazıyorum) 1990 yılında ilgili yazınızla tekrar basılmasını istediğiniz eserinizin yayımlanması ile ilgili her türlü işlem yapılmış ancak Maliye Bakanlığı’ndan kaynaklanan nedenlerle Bütçemiz yetersiz kalmıştır....Meral Çerçi/ Daire Başkanı”
1990 yılında, ikinci baskısına karar verilen bir kitabın dört yıl bekletildikten sonra basılmaması, ‘kültürel bir katliam’dan başka ne olabilir?!...
Tabiî ki, aynı yazıda, “yeni yapıtlar(!)ımın da beklendiği” ifade ediliyor...
Dört sene sonra verilen bir cevap, kültür dâvamızın senelerden beri ne hâlde bulunduğunu ispata kâfidir. Bu kitaplarımın, ne yazık ki, ikinci baskıları hâlâ yapılamamıştır.
Böyle bir günü kutlasak ne olur, kutlamasak ne olur?!