Yazı hayatımda, tiyatronun ayrı ve önemli bir yeri vardır. Çocukluk yaşlarımdan itibaren –zamanın zor şartları içersinde ne kadar mümkün olabilmiş ise- şiirle meşgul olduğumu, daha evvel söylememe rağmen, okul müsamerelerinde zihnimde yer eden sahne tasvirleri, dâima, beni o yöne de çekmiştir. Bu çekiş ki, tıpkı roman yazmaya çektiğim hasret gibi –fakat hâlâ buna fırsat bulamadım-, tiyatro yazma hasretim de, iki eser birden yazarak, 1986 yılında sona ermişti.
Roman demişken, önce ona kısaca temas edeyim: Bu hususta, 1984-85’lerde, birkaç kişiye bir daktilo tahsis edildiği Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nin küçücük dumanlı ve kaloriferleri yanmayan soğuk bir odasında fırsat bulup yazmaya çalıştığım “Zincirli Tepe”, belli bir noktaya gelip tıkanmış ve uzun bir hikâye olarak, aynı isimli hikâye kitabım 1985 yılında Kültür Bakanlığı tarafından basılmıştı.
Yâni; roman yazma arzum ve hevesim bitmemiş olmasına rağmen, orada kaldı ve tahakkuk etmedi.
Sonrasında ise, -bugüne kadar-hiç fırsatım olmadı!..Çünkü; yazmam gereken çok şey vardı ve hâlen de vardır!..Sonrasını Cenab- ı Allah bilir!..
1970’lerde, daha sonraları Samsun Yenises Gazetesi’nde yayınladığım ve elimde hiçbir nüshası bulunmayan “Kapı” adlı, sosyal temalı piyesim, ilk tiyatro çalışmam oldu. Hattâ, onu, -bir tesadüf- 1971 yılı sonunda, Samsun Ticâret Lisesi’nden Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’ne tâyinim çıktığı sırada, vedâ gecem için, benim nezâretimde, Samsun Ticaret Lisesi öğrencileri sahneye koymuş ve ben de, birkaç gün sonra Diyarbakır’a hareket edip, 1972 yılının Ocak ayında oradaki görevime başlamıştım.
Bu hususta; 1994 yılında, Doç. Dr. Mustafa Özbalcı (şimdi, emekli Profesör)’nın danışmanlığında, Coşkun Akça ve Hasan Basri Şenol tarafından hazırlanan “Mehmet Halistin Kukul’un Hayatı-Sanatı ve Eserleri” başlıklı lisans tezinin 147. sayfasında şu bilgiler vardır:
“M. Halistin Kukul’un “Kapı” adlı piyesi 1970-1971’de Samsun Yenises Gazetesi’nde tefrika edilmiştir. Yine “Umutsuzlar” adlı piyesi 24 Şubat 1971 tarihinden itibaren Samsun Yenises Gazetesi’nde (47) gün tefrika edilmiştir.”
Tiyatro; yazarı, oyuncuları, sahneye koyucusu, ışıkçısı, dekorcusu, malzemecisi ve seyircisiyle, topyekûn bakışla, cemiyetin her noktasının dar bir mekânda ifade bulduğu bir sanat dalıdır.
Yazarken; seyirci koltuğundan bütün kalabalıkları arkanda hissederek sahneyi temâşa etmek, en ince ayrıntılarına nüfûz ederek bütün karakterlerin –giyiminden, hareketlerinden, konuşmalarına kadar-rollerini murakabe etmenin zevki, sâdece bu işi yapanlar tarafından tadılabilir.
Yazdığım edebî türler içinde, şiir yazmanın zevki, hassas terazili kelime âhenk ve kıvraklığını sağlayacak olan his-zekâ- akıl işbirliğini sağlayıcı çetin mücâdeleli hüviyet bambaşkadır. Hâtıra, hikâye, mektup, destan, inceleme türlerinin ayrı ayrı hassasiyet ve hususiyetleri de, kendilerine göre’dir.
Sahne; benim gözümde, tıpatıp dünyâdır. Aslında, bir hikâye olmasına rağmen; tiyatro eserinde farklı bir yazı disiplini bulunur. Bu disiplin, başta mevzuda, karakterlerin teşekkülünde, sahnenin ve dekorun tanziminde ve seyirciye kadar uzanan ‘bakış açısında’ mevcuttur ve bunların hepsi de, eserin yazarı tarafından ince eleyip sık dokumakla mümkündür.
Şâirler Sultanı vasıflı mütefekkir Necip Fâzıl, aynı zamanda, dünya tiyatro yazarlığının da en önde gelen isimlerindendir. 1935 yılında yayınladığı “Tohum” adlı eserine önsöz olarak yazdığı “Tiyatro ve Tohum’a Dâir” başlıklı yazısında, tiyatro hakkında şu değerlendirmeyi yapar:
“Bence sahne, toprak üstüne tebeşirle çizilen esrarlı bir dörtköşe…Öyle bir dörtköşe ki, uçsuz bucaksız hayatın en başıboş kıvrılışları onun darlığı içine sığdıracak, dışarıdaki (realite)sinden hiçbir şey kaybetmeden ona sığan hayat, dışarıdaki genişliğe sığmayacak kadar hudutsuz güzellik tecellilerine orada kavuşacaktır. O, hayatın (kantite) gibi değersiz ve geçici yüzünü değil, (kalite) gibi derin ve sonsuz şahsiyetini zapteden ve onu molozlarından ayıklayarak tasfiye eden, tıpkısını, fakat başka türlüsünü gösteren mistik bir aynadır. Sanatın, kaba (realite)yi, şiir, roman, hikâye gibi formlar içinde ve beş duyu âleminin dışında idealize eden ruhu, orada, rüyayı hakikate çevirir gibi, zaman ve mekânın gerçek raksı içinde belirecektir.
(…) Sahne, yalnız çıplak dörtköşesiyle değil, içindeki aktörün şahsiyetiyle de bizi büyülediği için eserle onu yaşatacak aktör arasında peşin bir nişanlama yapmadan işe başlayamazdım. Ertuğrul Muhsin’le bir iki kelime konuştuktan sonra odama kapandım ve 7 gün içinde “Tohum”u bitirdim.” (Bknz. Necip Fâzıl Kısakürek, Tohum, b. d. Yayınları, İstanbul 1984, Sf. 5-6)
Son zamanlarda, insanlarımızda (yaşlı-genç), aşırı derecede bir ‘şiir’ yazma hevesi ve ‘fikirsiz siyâsî yazılarla’ meşgûl olma arzusunu müşâhede etmekteyim. Nedendir acaba, şiiri kolay bir sanat mı sanıyorlar da ona sarılıyorlar, bilemem. Bunda alınan mesâfeyi tartıya çıkarmam da çok zor. Fakat şunu gayet iyi gözlemeye çalışıyorum ki, bu kadar çok şâir var da, -en iyimser bir düşünceyle-ortada, şiir yok gibi!..’Fikirsiz siyâsî yazılar’ın ekserisi ise, ‘kahvehâne ağzı’ndan başka bir hüviyet taşımıyor!..
Mevzûmuz elbette ki, tiyatro!..Son zamanlarda, kaç tiyatro eseri yayınlandı ve yayınlananların da sanat değeri nasıl, o da meçhûlümdür!..Yalnız şunu da iyi biliyorum ki, o da, diğer sanat dalları gibi, çok çetin bir sanat dalıdır!..
Belki de bundan ötürü, tâlibi çok azdır!..
Son sözüm şudur: Kitap çapında eserler verdiğim şiir, hikâye, tiyatro, deneme, inceleme, mektup, hâtıra… yanında, binlerce deneme ve makalemle, -son dönemde-kısa soluklu da olsa, tiyatro çalışmalarım oldu. Bu vesîleyle; beş ayrı başlık hâlindeki bu çalışmalarımı da okurla buluşturmak istedim. Bunlar (sırayla) şunlardır: Eski Dostlar-Müdür Bey-Şaşkın Âile- Ana Kız- Kaldırımlar/1.
*** * ***
ESKİ DOSTLAR
Bir Perdelik Oyun
M. HALİSTİN KUKUL
KİŞİLER
OSMAN : Doktor. 30 yaşlarında.
FERHAT : Osman’ın eski arkadaşı.
HAMDİ : Odacı
ÖMER : Osman’ın babası. 60-65 yaşlarında
CAFER : Ferhat’ın babası. 60-65 yaşlarında
Birinci Sahne
Bir hastahânede doktor odası. Osman, masasında çalışmaktadır. Bir süre sonra, Hamdi, kapı önünde görünür, bekler. Osman, dalgındır, Hamdi’yi farketmez. Hamdi, girmekte tereddüt eder. Arkasında Ferhat görünür.
OSMAN- Ne o, Hamdi? Hayırdır, bir şey mi diyeceksin?
HAMDİ- (Ferhat’ı göstererek) Doktor Bey, bu adam sizi soruyor...Ne yapacaksın diyorum, cevap vermiyor!..
OSMAN- Bırak gelsin bakayım..Niçin engelliyorsun? (Ferhat, çekingen bir hâlde girer. Hamdi, peşinden yürür)
HAMDİ- Ne ki adam söz dinlemiyor, Doktorum!..Diyorum ki, doktorumun işi var, ne diyeceğini söylemiyor!..
OSMAN- Ooo, sen misin Ferhat kardeş!..Gel, gel hele..Otur şöyle!
HAMDİ- (Ferhat’a) Bana, niye bir şey demedin? Ben burada neciyim?
OSMAN- Sağol Hamdi, sağol...Olur böyle şeyler..Hadi, sen işine bak!..(Hamdi, elleri önde bağlı, geri geri çıkarken, Ferhat’ı süzer. Çıkar. Ferhat’a) Söyle bakayım, hangi rüzgâr attı seni buralara!..Geç şöyle, otur...(Ferhat, bir koltuğa oturur. Osman da, kendi makamına geçer) Hadi şöyle bakalım...Nasılsın? İşler nasıl gidiyor? (Masasındaki evrakla ilgilenir) Hadi, seni dinliyorum, nasılsın?..(Sessizlik) Konuşsana...
FERHAT- (Sıkılgan) Sağolun Doktor Bey...Sağlığınıza duacıyım..
OSMAN- Teşekkür ederim de, çocuk nasıl, çocuk? Bana, önce onu söyle!
FERHAT- Sâyenizde Doktor Bey...O da iyi...
OSMAN-(Evraklarla meşgûl) Endişe edecek bir durum yok..Gün geçtikçe daha da iyiye gidecek...Tâkip ediyorum...Sen rahat ol, e mi?
FERHAT-(Sıkılgan) Sayenizde Doktor Bey!..Siz olmasaydınız..
OSMAN- (Sözünü keser) Ne demek siz olmasaydınız? Bizim vazifemiz bu!..Yanlış mı diyorum?
FERHAT- Doğru diyorsunuz Doktor Bey!..
OSMAN- (Gülümseyerek. Elindeki evrakı bırakır) Doktor Bey demeyi de bırak!..Nasıl ki, eskiden, Osman diyordun yine öyle de!..Daha güzel değil mi Osman demen? Ne dersin?
FERHAT- Peki Doktor Bey!..
OSMAN- (Kahkaha atarak ayağa kalkar) Sâdece Osman diyeceksin!..Bey falan değil!..Anladın mı? Nasıl ki, ben, sana Ferhat diyorum, sen de öyle!..Anladın mı?
FERHAT- Peki Efendim!..
OSMAN- (Masasından kalkıp Ferhat’ın yanına gider. Karşısına oturur) Bak kardeşim, sana ne diyorsam onu yap e mi? Biz, çok eski arkadaşız. Değişen bir şey de yok...Şimdi, bana az müsaade et, biri iki evrakım var, onları imzalayayım, konuşuruz!..Tamam mı? (Tekrar masasına geçer. Evrakları karıştırır, imzalar)
HAMDİ- (Destursuz. Kapı önünde) Bir emriniz var mı Doktorum? (Sessizlik) Doktorum, bir emriniz var mı, diyorum?
OSMAN- (Sâkin) Bize iki çay söyle!...(Hamdi çıkar)
OSMAN- (Ferhat’a) Çocuğu sormuştum sana, değil mi? Öyle ya, iyi demiştin!..Ateşinin de düştüğünü söylemiştin..
FERHAT- Düştü Efendim..Fakat, çok hâlsiz...Bitkin bir vaziyeti var!..Endişem ondan!..
HAMDİ-(Çayları getirir. Önce, Osman’ın masasına, sonra da Ferhat’ın önüne kayar. Ferhat’ı süzerek çıkarken) Başka bir emriniz var mı, Doktorum!..
OSMAN- Yok Hamdi..Sağol...İçeri kimseyi alma, biraz işim var!
HAMDİ- (Kapı önünde) Başüstüne Doktorum!..(Alaycı) Almam, Doktorum!..
OSMAN- (Ferhat’a) Ee o kadar olacak tabi, çocuk bu!..Bünye sarsıldı...Yakında hiçbir şeyciği kalmaz!..
FERHAT- Allah râzı olsun sizden!.Siz olmasaydınız, belki hayatta değildi şimdi..Ne yapsak hakkınızı ödeyemeyiz!..
OSMAN- Bak canım arkadaşım, sen, hâlâ başka yerlerde geziniyorsun!..Bu iş, bizim görevimiz, bu bir...İkincisi, biz eski arkadaşız, dostuz...Anladın mı?
FARHAT- Gece vakti gelmeniz, bizi, hastahâneye sevketmeniz bile dünyalara bedel...Kim yapardı bunu?
OSMAN-(Ferhat’ı, bir süre süzer) Peki, sen olsan yapmaz mıydın? Farzet ki, doktor değilsin...bir komşu, bir vatandaş, bir insan olarak yapmaz mıydın? Bir başka zaman sen de benim için birkaç saat uyumazsın olur biter!..Hayat bu, kime nerede ne getireceğini bilemeyiz!..Nihâyet, herkesin bir işi var, benimki de, bu!..
FERHAT- Benim bir şey dediğim yok Doktor Bey!..Elimden gelen bu...Sâdece kuru bir teşekkür, o kadar... İnanın ki, çok korktum ölecek diye. Hanım bana geç haber verdi. Aklı kesmemiş…Düşünememiş işte..Böyle olacağını akıl edememiş!..
OSMAN- Yapma be kardeşim...Hemen suçu yükleyecek birini bulma..(Nasihatçı) Peki, söyle bana, bu çocuk, senin de çocuğun değil mi? Peki öyleyse, aşılarının yapılmadığından hiç mi haberin olmadı senin..
FERHAT- (Mahçup) Aklımız kesmedi Doktor Bey!..Düşünemedik!..
OSMAN- Bak yine Doktor Bey diyor...Akılla ne alâkası var bunun şimdi...Söyle bana, ne ilgisi var? (Telefonu çalar) Tamam...Tamam..Hemen geliyorum!..(Ferhat’a) Az bekle..Seninle konuşacaklarım var.. Gitme sakın!..(Kalkar ve çıkarken) Bekle beni ha!..Tamam mı?
HAMDİ-(Az sonra girer. Doktorun olmadığını görünce doğru Ferhat’ın karşısına geçer, oturur) Şimdi bana bak sen...Sen, kim oluyorsun da, bana cevap vermiyorsun, anlat bakayım!..(Ferhat, sâdece onu süzer) Yoksa sen, Doktor Bey’in akrabası bir şeyi misin?
FERHAT- Bak arkadaş, benim derdim bana yeter...Hadi git başımdan, musallat olma bana!..
HAMDİ- Demek sen konuşuyorsun ha!..Ben de dilin yok sanırdım!..
FERHAT- Tepemi attırıyorsun ha!..
HAMDİ- (Büzülür) Vay be!..Sen neymişsin arkadaş!...(Yavaş yavaş kalkar) Neymişsin sen!..Tepemi attırma ha!..Konuşmayan adam birden celâllendi...(Ferhat, yerinde kıpırdanır) Tamam, tamam...Rahatsız olma...Bir şey dediğim de yok..(Kapıya doğru yürürken) Doktor Bey bilmesin sakın konuştuklarımızı...(Çıkarken, Osman’la kapıda karşılaşır)
OSMAN- Hayrola Hamdi, bir şey mi oldu?
HAMDİ-(Ezik) Yok Doktor Bey..Ne olabilir ki? Şöyle bir bakayım dedim...Bir emriniz olur mu dedim, öylesine girdim...Sizi göremeyince de... Beyefendi’ye sordum...Onuuun daaa bir isteği yokmuş..
OSMAN- (Kapı önünde, yürürken, Hamdi’ye) Gel hele, gel!..(Masadan bir evrak alır ve Hamdi’ye uzatır) Al bunları, önce servise çık, hemşire hanıma imzalat, oradan da geç, başhekim imzalasın, hemen bana getir...
HAMDİ-(Ferhat’ı gözler) Başüstüne Doktorum..Hemen imzalatır, getiririm. (Çıkar)
OSMAN- (Masasına oturur) Biraz saftır ama iyi çocuktur. Verilen işi harfiyen yapar..Dürüsttür!..
FERHAT- Bana müsaade ediniz Doktor Bey, gideyim artık...(Ayağa kalkar)
OSMAN- (Ayağa kalkar) Git, gitmesine de...Eee, nereye gideceksin söyle bana!..
FERHAT-(Başını öne eğerek. Mırıldanır) Eve!..
OSMAN- Peki...Bu saatte evde ne işin var bana söyler misin?
FERHAT- Hiç...Öylesine...Başka nere gideyim ki?
OSMAN- Bak Ferhat kardeş, seninle, okul arkadaşı olmaktan öte, aynı köylüyüz...Belki akrabalığımız bile vardır...bilemiyorum...Yalnız bir şeyi iyi biliyorum ki, hiçbir işin yok...Bahçede çalışıp çabalıyorsun ammâ yetmiyor sana...Çocuğunun hastalığı da, senin bu işsizliğinden...Kafan hep o tarafta...İşsiz olunca, evini de ihmâl ediyorsun..Kusuru da başka yerde arıyorsun!...(Ferhat bir şey söylemek ister)
OSMAN- Hayır, hiç bir şey söyleme..Zâten konuşmuyorsun, yine konuşma ve sus!..(Düşünür. Masasının önüne doğru yürür) Bak, sana ne diyeceğim...(Durur) Sana, bir iş teklifim olacak!..
FERHAT- Senin için yapmayacağım iş olmaz Doktor Bey!..
OSMAN- Hayır, benim için değil..(Yavaş yavaş) Senin için!..Çocuğun için, âilen için!..
FERHAT- Nasıl yâni?
OSMAN- Nasılı-masılı yok Ferhat...Çalışman lâzım Ferhat...Bu, böyle olmaz, olmuyor...Evine para girmesi lâzım!..Hâlini görüyorum ve üzülüyorum...Bak kardeşim, ben, Başhekim’le konuştum. Seni de bunun için çağırttım buraya...Aslında, çocuk bahaneydi...Elbette onu da konuşmamız lâzımdı amma onun durumu artık iyi!..Sağolsun Başhekim, her şeyi mâkûl karşıladı. Beni sever, bana güvenir..Eee ben de seni severim ve sana güvenirim...
FERHAT- (Ne yapacağını şaşırmış hâlde) Ne demek oluyor bu? Bir şey anlamadım!..
OSMAN-Anlaşılmayacak bir şey yok bunda...Bundan sonra, sen de burada çalışacaksın!..Bu hastahânede görev yapacaksın...
FERHAT- Yâni memur mu oluyorum şimdi? (Sevinçle, Osman’ın elini öpmek ister. Hamdi girer)
HAMDİ- (Şaşkın) Özür dilerim Doktorum...Bağışlayın beni...İmzalattım!..
OSMAN- Gel Hamdi, gel!..Ver bana bakayım...(Hamdi, Osman’a elindeki evrakları verir) Hah işte!..Bu iş tamam!..(Ferhat ve Hamdi şaşkın bakışırlar) Başhekim de onaylamış, her şeyin tamam...(Ferhat’a) Şimdi evine gidebilirsin...(Emredercesine) Yalnız, haftaya bugün gelip burada çalışmaya başlayacaksın, anladın mı? (Gülerek ve yüksek sesle) Anladın mı diyorum sana, anladın mı?..
Işıklar kararır
İkinci Sahne
Aynı yer. Sahne boş. Osman, neşeyle içeri girer.
OSMAN-(El-kol hareketiyle) İşte bu!..İşte bu!..(Ardından, Hamdi girer)
HAMDİ-( Doktorum, bu gurur sana yeter!..(Çok sevinçli) Artık meşhur oldun Doktorum!..Herkes senden bahsedecek artık!..
OSMAN-(Aynı heyecanla masasına oturur. Hemen telefona sarılır. Açar. Hamdi de, aynı heyecanla Doktor’un sözüyle eğilir-doğrulur) Duydun mu? Duydun mu üstadını!..Bir ilk, bu bir ilk!..(Dinler) Yok, yok, senin dediğin gibi değil!..O safsataları bırak artık..Esasa gel kardeşim!..Bak, abin nelere imza atıyor..gel gör..örnek al...O iş bitti artık!..Kaç defa söyledim size, dinleyin beni diye..(Dinler) Onda haklısın!..Çalışmayınca hiçbir şey olmaz...Onda haklısın!..(Dinler) Hah, işte orada beni duyacaktınız..Ben, size dedim ki, bu iş, ilim işi!..(Hamdi’ye, çay bardağını karıştırma işareti yaparak çay ister. Hamdi, gözü geride çıkar. Aynı anda, Ferhat, hastahâne kıyafetiyle girer)
FERHAT- Hayırlı olsun Doktor Bey!.
OSMAN –(Duymaz. Ferhat ayakta, ona dinler) Bak kardeşim..işin özü şu...Bilirsin…iyi kötü edebiyat okudun..Sana bir şiir okuyayım da dinle!..
”Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini;
Veriniz hem de mesâinize son sür’atini.
Çünkü kaabil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü, milliyeti yok san’atın, ilmin yalnız.”
(Ayağa kalkar kalkar. Gerine gerine) Anladın mı şimdi senin Avrupalı-mavrupalı masalını!.. Sen yeter ki çalış, nerde olsa başarırsın!...(Ferhat’ı görür. Telefona) Hadi sana güle güle..Güle güle..Güle güle..(Ferhat’a. Yakıştığını eliyle de göstererek) Hah işte...Gel şöyle...Gel...(Hamdi girer. Bir ân durur) Gel, otur şöyle, otur!..
HAMDİ- Bana bir defa gel otur demedin Doktorum...(Osman duymaz. Ferhat, çekine çekine oturur)
OSMAN- Hamdi, sana zahmet olacak...Bir çay daha getireceksin..(Ferhat, kapıya yönelir) Dur..dur..Bak ne diyeceğim...Çaylar üç olsun..Bir çay da kendine söyle..(Hamdi, kafasını sallayarak çıkar) Benim için çifte bayram bugün!..Hem benim başarım...Hem de, senin işe başlaman!..
FERHAT- (Saygılı) Sağol Doktor Bey..Benim hayatımı kurtardın..
OSMAN- Estağfirullah arkadaşım..Biz, eski arkadaşız...Dostuz...Bırak hepsini; insanız, insan!..Var mı ötesi!..
FERHAT- Dinledim seni...O ne güzel sözlerdi öyle...
OSMAN- Güzel sözler benim sözlerim değildi. Âkif’indi. Hani, lisede iken açıklamasını beraberce yapmaya çalıştığımız İstiklâl Marşı şâirimizin...Allah, bize okumayı, ilim tahsilini emrediyor, biz ise ötede beride zaman öldürüyoruz. (Hamdi girer. Çayları verir) Sen de otur Hamdi...Beraberce bir çay keyfi yapalım..
HAMDİ-(Çekinerek, Ferhat’a baka baka oturur) Oturayım da Doktorum, sana hayırlı olsun dedim, duymadın beni...Telefonda konuştun da konuştun..Merak ettim ki, ne konuştun!..
OSMAN-(Çayını yudumlarken) Konuştum ki ne konuştum...Merak ettin, söyleyeyim..Adam yâni arkadaşım Almanya’da..O da doktor..Bana her telefon açışında, beni alaya alır...Amaaan der, Türkiye’de ne var...Gel de bir burayı gör!..Harıl harıl herkes çalışıyor...
HAMDİ- Yanlış mı söylüyor doktorum? Öyle değil mi, orası?
OSMAN- (Tebessümle) Doğru elbette...Başarıyı memleket değil, insanın gönlü ve beyni sağlar...(İkisini de süzer) Doğru değil mi? Yanlış mı söylüyorum? Aklımızı kullanmazsak, nerede olursak olalım, başarı sağlanır mı?
ÖMER-(Nefes nefese içeri girer. Herkes ayağa fırlar) Çabuk olun!..Çabuk olun!..Gidiyor adam!..Hadi, hadi, hadi..(Hepsi, kapıya yönelir) Hadiyin, hadiyin, çabuk olun!..
OSMAN- Ne var? Ne oluyor baba!..
ÖMER- Yusuf, Yusuf...Yusuf Usta...Alın onu içeri..(Hepsi birden Yusuf’u içeri alırlar. Yusuf, takatsizdir. Onu, bir koltuğa oturturlar) Adam, gitti gidiyor!..(Yusuf, derin derin nefes alıp-verir; oflayıp puflar)
OSMAN- Bir şey yok..Sâkin ol baba!..Hele bir sâkin ol!
ÖMER- Ne sâkini? Ben, sana, adam gitti diyorum; sen, bana sâkin ol deyip duruyorsun!..
OSMAN- (Tansiyonunu ölçerken) Nasıl olmuş peki?
ÖMER- Bilmem, öyle dediler!..Birden yığılıvermiş!..
OSMAN- Baba...Bırak da Yusuf Usta anlatsın...O kadarcık kendindedir...(Yusuf’a) Nasıl oldun, söyle bakalım Usta!..
YUSUF-(Biraz daha sâkin) Bilmem!..Birden oldu...Sanki birden elektrik çarpmış gibi oldum...(Gösterir) Şöööyle, başımın arkasından öne doğru mu desem, bir ateş sardı kafamı...
OSMAN- Yere mi düştün? Bir yere çarptın mı?
ÖMER- Yok, yok..Düşmedim yere..Çarpmadım da...Düşerken tutundum bir yere...
OSMAN- Ne yapıyordun ki? Çok mu yordun kendini?
ÖMER-Zavallım, odun yarıyormuş!..
OSMAN- (Güler) Odun mu yarıyormuş?
ÖMER- Ne var ki bunda?
OSMAN- Ben, bir şey var demedim ki!..Bu yaşta, böyle ağır işler yaparsan, işte böyle olur!..
ÖMER- Allah, Allah!..Sanki, ilk defa odun yarıyor adam!..
OSMAN- İlk defa yarmıyor da, işte, şimdi ilk oluyor...
ÖMER- Ne olmuş yâni? Söyle biz de anlayalım, lâfı ne eveleyip geveliyorsun!..
OSMAN- Birden, tansiyonu çıkmış anlaşılan!..Şu anda her şey çok normal..Bakın, yüzüne de renk gelmiş...demek ki buraya gelene kadar düzelmiş!..
YUSUF- Hakîkaten öyle..Tam da Doktor’un dediği gibi...Gözlerim açıldı... Kafamın içi rahatladı!..Gözlerimin önündeki karaltı gitti!..
ÖMER-(Yusuf’a) Arkadaş, ne hâllere kodun beni!..Buraya gelinceye kadar, kafamın içinden ne düşünceler geçti...(Ferhat’ı farkeder. Onu, süzer. Osman’a) Bu, bizim komşunun oğlu değil mi? O da burada mı çalışıyor?
OSMAN- Evet baba...Burada çalışıyor!.. Ferhat...Benim, liseden arkadaşım…
ÖMER- Şimdi işimiz bitti mi bizim? Hadi, kalk Yusuf, yola koyulalım, bunların da bir sürü işi vardır!..(Hepsi birden kalkar. Kapıya doğru yürürler.)
Işıklar kararır
Üçüncü Sahne
Aynı yer. Odaya, Doktor Osman’ın memuru olarak, Ferhat için bir masa daha konmuştur. Işıklar yandığında, Hamdi, odada yalnız başınadır. Masaları, sandalyeleri silmekte ve bir türkü mırıldanmaktadır)
HAMDİ- Ağrı dağından aştım
Çayır çimene düştüm
Ne belâlı başım var
Vefâsız yâre düştüm.
......
Kışlanın önü pınar
Hep kuşlar ona konar
Bugün yâri görmedim
Yüreğim ona yanar.
Of anam, of!...Of!..(Osman’ın masasına oturur) Ömrümde, böyle bir masaya oturmadım...Oturacağım da yok...(Osman’ın Doktor levhasını eline alır. Siler. İsmi, dikkatlice okur. Heceler) Os-man-Gök-te-kin!..(Kalkar, Ferhat’ın masasına geçer. Masayı silerken)
Karanfil ekilende,
Toprağa dikilende.
Kâkülünden bir tel ver
Kefenim dikilende.
(Ferhat’ın masasına oturur) Arkadaş, bunca zamandır devlete çalışırım, böyle bir masam bile olmadı...Adam daha üç günlük, taktı k(ı)ravatını, geçti masanın başına, bir de başıma âmir oldu!..(Sitemkâr) Hâlbuki, hastaya koşan ben...küllükleri temizleyen ben...masaları silen ben...(Kalkar. Sahnenin ortasına doğru yürürken) Ben..ben..ben...Ben!...Ben olmasam, buranın işi yürümez...İnanın ki yürümez...Bir çekileyim aradan, her şey güm diye çöker...Ama bir masam bile yok!..(Sandalyeleri silmeye devam eder)
FERHAT-(Girer. K(ı)ravatlı ve tıraşlıdır. Birkaç adım atar, durur. Hamdi’yi dinler)
HAMDİ- (Türkü mırıdanır)
Seher oldu vakt oldu
Sinem yâre taht oldu
Ötün bülbüller ötün
Yâr gelecek vakt oldu.
(Ferhat’ı farkeder)
FERHAT- Günaydın, arkadaşım...Nasılsın?
HAMDİ- Günaydın, Memurum...Sağol...Çok iyiyim, çoook!..Hani derler ya, iç güveysinden hâllice diye...İşte öyle...
FERHAT-(Gülerek) Allah iyilikler versin!...Daha da iyi olasın!..(Masasına geçer) Sesin de güzelmiş...
HAMDİ-Dinledin demek?! Hep öyle derler..Güzeldir...Derler de..sâdece derler işte!..(Ferhat’ın masasının yanına gelir) Şimdi, sen de benim âmirim mi oldun?
FERHAT-(Şaşkın şaşkın bakar.) Bu da nerden çıktı şimdi? Kim diyor bunu?
HAMDİ- Ne bileyim...Burada herkes birbirinin âmiri de..Şey..Sen, bu Doktorumun nesi oluyorsun?
FERHAT-Nesi mi oluyorum? Yardımcısı tabi!..Ne derse, onu yapacağım!..
HAMDİ- Onu demedim..Yâni..Hısımlık..akrabalık bakımından? Gelir gelmez gözüne girdin de!..
FERHAT-Köylüsüyüm...Bir de, liseden sınıf arkadaşıyız..Çok eski yâni!..
HAMDİ- Şimdi anlaşıldı desene işin nereden geldiği!..
FERHAT-Ne demek istiyorsun?
HAMDİ- Demem şu ki, böyle kolay olmaz bu işler!..Arkanda biri olacak..Sırtını bir yerlere dayayacaksın..İşin hemen görülür!..
FERHAT-Senin arkanda biri mi vardı, girdin buraya?
HAMDİ-Yâni..şey!..demek istediğim bu değildi de...Hadi boş ver bunları... Doktorum bu vakte kalmaz gelirdi...Bir şey mi oldu acaba? (Kapıya yönelir)
FERHAT- Acil ameliyatına girmiştir..Başka ne olabilir?
HAMDİ- Hadi bana güle güle Memurum...Sana da iyi çalışmalar...(El sallar. Çıkarken, Osman girer. Ferhat ayağa kalkar)
OSMAN-Günaydın Hamdi..Hayrola, bir şey mi var?
HAMDİ- (Geri geri çekilir) Yok Doktorum, Memurum’la biraz lâf ettik de..Temizliği de yeni bitirdim...
OSMAN- Âferin...(Acele, masasına yürür) Ferhat..Ben, hemen çıkıyorum...Âcil ameliyata gireceğim...Soranlara söylersin!..(Masasından bir evrak alır. Kapıya yönelir) Burası sana teslim..Ben çıkıyorum..(Çıkar)
HAMDİ- (Ferhat’a) Acaip bir adam bu Doktorum...Dur-durak bilmiyor...Bir o yana, bir bu yana gidiyor, koşuşturup duruyor..
FERHAT- Zor meslek...Çok zor!..Allah kolaylık versin!..İnsan hayatı...kolay mı? Tahsili de zor, meslek hayatı da..(Masasında işlerle meşgul olur)
HAMDİ- (Döner) İnanır mısın Memurum, ben, bu Doktorum’a bayılıyorum...Adam, hiç esnemiyor...İş dedin mi üstüne üstüne gidiyor...Bir kafa vermiş ki, ona, Allah, saat gibi çalışıyor..(Ferhat’a bakar) Beni dinlemiyor musun yoksa?
FERHAT- (Tebessümle) Dinliyorum...Dinliyorum...Hem çalışıyorum, hem de kulağım sende!..
HAMDİ- Dinlemiyorsun ya...Neyse...Sen benim âmirimsin..Ne diyebilirim sana...Hadi eyvallah...Gidiyorum..(Kapıya yönelir. Kapı önünde, Cafer’le yüzyüze gelir. Cafer, yorgun bir hâldedir. Göğsünü tutar. Ferhat, onu farkeder. Cafer de Ferhat’ı görür. Ayak üstü dikilir.) Nereye hemşehrim? Böyle sorgu-sualsiz nereye giriyorsun?
FERHAT-(Heyecanla) Baba...Baba..bu ne hâl? (Gider. Cafer’in kolundan tutar. Hamdi, şaşkındır)
HAMDİ- Baba mı? Allah Allah!..Baba?..Herkesin baba ocağı oldu burası..
FERHAT- (Hamdi’yle birlikte Cafer’i koltuğu oturtur.)
CAFER- Ben iyiyim, oğlum, iyiyim...Birden bir sıkıntı geldi, o kadar..Kapının önünde oldu..Hiçbir şeyim yok...Sâdece seni bir göreyim istedim...
FERHAT- Öyleyse, ne işin var burada baba?
HAMDİ-(Şaşkın) Ne işin var da ne demek Memurum? Adam, gelmiş işte...Babaya böyle denilir mi hiç?
CAFER-Sus oğlum!..Sus!..Hiçbir şey söyleme bana!..Tek kelime bile..
FERHAT- (Hamdi’ye bakar. Cafer’e) Kaçmadın ya?
HAMDİ- (Dudak büker) Vay be!..Ne hâller varmış!..
CAFER-...
FERHAT-Bir soru sordum sana baba? Beni cevaplamadın!..
CAFER-(Düşünceli) Oğlum, bak, beni iyi dinle..Artık, sana zararım dokunmasın istiyorum!..Buraya gelmek zorundaydım...Onu için geldim...Hastayım...
FERHAT- Zor konuşuyorsun, o zaman, seni yatıralım...Biraz dinlen..
CAFER- Sus da beni dinle...Hastayım dedim sana!..Bunun için çıkardılar beni...(duraklar) Yoksa, benim gibi birini niçin salıversinler? Ne kadar yaşarım bilmiyorum...İçim çürüdü...Onun için bıraktılar!..
HAMDİ- (Heyecanlı) Doktorum gelsin hele, hâlleder seni amca!..
FERHAT- Bak, baba, artık yorma bizi de tedavi ol!..
CAFER- (Bitkin) Seni bu hâlde gördüm ya oğlum, bu, bana yeter!..Son pişmanlık fayda verir mi bilmem!..İnşallah zamanını geçirmedim...(Ferhat’ı süzer. Memnun) K(ı)ravat takmışsın...Önlük giymişsin...Ne kadar da yakışmış sana...Oğlum benim...(Ağlamaklı) Güzel oğlum…Ferhat’ım benim!..
FERHAT- Babaaa!..sus artık...
CAFER- Elinde kalem var...Masan var...Herkese hizmet ediyorsun...Yüzüm tutsa da herkesten af dilesem...Anandan, kardeşlerinden, komşularımdan, hısım akrabalarımdan...(Ayağa kalkmak ister. Kalkamaz. Ferhat ve Hamdi onu tutarak oturtur) Osman’dan ayrılma sakın...O, çok iyi bir çocuk...Allah, ona sağlık versin..Beni bırak artık..Beni, evime götür oğlum...İlâç-milâç istemiyorum. Ölürsem de evimde öleyim...Annenin hâtıraları arasında, ben de onun yanına gideyim!..(Hepsi birden kalkar. Osman, hızla içeri girer. Onları görünce)
OSMAN- Hayırdır arkadaşlar...Bu, ne böyle!..Artık, siz mi muayene ediyorsunu, nedir bu hâl? (Dikkatli bakar. Cafer, oturur. Ferhat ve Hamdi mahçup)
FERHAT- Babam, Doktor Bey!..
OSMAN-Baban mı? (Ferhat’a) Çocukken görmüştüm...Peki, sen bana, onun öldüğünü söylememiş miydin?
FERHAT- (Başını öne eğer) Söylemiştim de..Uzun hikâye Doktor Bey!..
CAFER- Doktor Osman sen misin evlâdım? Allah, benim ömrümü de sana versin...Ben, içerdeyken hep adını duyardım.
OSMAN-(Ferhat’a. Anladım der gibi işâret eder) Tamam..tamam amcacığım..(Eğilir) Söyle bana şimdi, neyin var?
CAFER-Hiçbir şeyciğim de yok...Bak, dipdiriyim...Sizi böyle gördüm ya, bu bana yeter!..Bu Ferhat’ımı da buldum...Seni de dünya gözüyle gördüm ya!..
HAMDİ-(Osman’ın oturması için bir sandalye getirir.)
OSMAN- Bak, burada senin sözün geçmez artık...Burası, benim mıntıkam, benim sorumluluğum altındadır...Vaziyeti anladım...(Kalkar. Masasına geçer) Seni, hemen yatıracağım ve bütün tedkiklerini oradan takip edeceğim...(Ferhat ve Osman’a) Haydin arkadaşlar, önce kendi büyüklerimizden başlayalım!..Ne demiş büyüklerimiz: İnsanı yaşat ki, Devlet yaşasın!..(Ferhat’la Hamdi Cafer’in koyuna girer. Hep birlikte çıkarken) Haydi arkadaşlar görev başına!...Marş marş!..
Işıklar kararır.
PERDE
*** * ***
MÜDÜR BEY
M. HALİSTİN KUKUL
Bir Perdelik Kısa Oyun
ŞAHISLAR
MEMUR : 30 yaşlarında
ŞEF : 40 yaşlarında
MÜDÜR : YOK!!!
LEYLÂ : 25 yaşlarında. Müdür’ün kızı
1.Şahııs : 30-35 yaşlarında
2. Şahıs : 35 yaşlarında
3. Şahıs : Orta yaşlarda bir kadın
Bir devlet dâiresi. Sahnede iki masa ve sandalyeler. Seyirciye göre sağdaki masada “Müdür”, soldakinde “Şef” yazılıdır. İkisinin arası bir paravanla ayrılmış görünümdedir. Giriş kapısı sol taraftadır. Perde açılınca, Şef, masasında oturmakta, evraklarla meşgul olmaktadır.
MEMUR-(Kapı önünde.) Şef’im, içeri almaya başlayayım mı?
ŞEF- (Duymaz)
MEMUR-(Biraz daha yüksek sesle) Şef’im, gelenleri içeri alayım mı? (Şef, “Al” mânasında eliyle işâret eder.) (Dışarıya) Sen gel bakayım...Gir içeri...(1. Şahıs girer) Geç şöyle..(Geçer) Önce bana söyle, derdin nedir, bileyim!..
1.ŞAHIS- Ben Müdür Bey’le görüşeceğim!..İşim onunla..
MEMUR-Müdür Bey yok!..Derdini önce bana diyeceksin...Ben bilmeden ileri geçiş yok!..
1.ŞAHIS-Ne demek yok? Ben, sana, Müdür’le konuşmam gerekir diyorum...(Yürür) Şu adam Müdür değil mi? (Memur, önüne geçer ve onu, durdurur)
MEMUR- Bak hemşehrim...Burada önce ben, sonra Şefim sonra da Müdür’üm gelir. Önce bana anlat ki rahatla...Şef’im zâten meşgûl, görüyorsun...Adamın işi başından aşkın!..
1.ŞAHIS- Ben, şefle-mefle görüşmem zâten...Müdür’le görüşeceğim!..(Şef, söylenenleri işimektedir. Ayağa kalkar. Onlara doğru yürür)
ŞEF-(1. Şahıs’a) Sen ne demek istiyorsun bakalım...Ne demek ben, şefle-mefle görüşmem? Şefi anladım da mef ne oluyor, söyler misin?
1.ŞAHIS-Sözün gelişi öyle dedim..Bırakın da derdimi Müdür’e anlatayım!..
MEMUR- Şef’im sana gerekini diyor..Anlamıyor musun? Adama, şef-mef dersen, elbet, o da yüzüne bakmaz!..Öyle değil mi Şef’im?
ŞEF- Elbette öyle...Burası devlet dâiresi..Buraya adabıyla, usûlüyle gireceksin...derdin varsa da onu anlatmasının yolunu bileceksin, adam gibi konuşacaksın!..
1.ŞAHIS-Arkadaş, ben size bir şey mi dedim, beni ahret sualine tutuyorsunuz!..Şunun şurasında Müdür’ü sordum. Burda mıdır, değil midir, bana onu deyin!..
MEMUR-Burda olsa ne olacak, olmasa ne olacak? (Dışardan sesler gelir) Müdür, görüyorsun ki yok..Ne zaman gelir, Allah bilir!..Müdür bu!..Gelmesini de bize mi soracak, sana mı? (Leylâ girer)
LEYLÂ-(Şımarık) Aaa...Babam yok mu? (Memurve Şef, toparlanırlar. Saygılı bir hâl alırlar)
ŞEF-Hoşgeldiniz Leylâ hanım...Kıymetli Müdür’üm henüz teşrif etmediler!..Bir emriniz olursa kendilerine iletiriz hemen...(Leylâ, Müdür masasına doğru yürür) Siz buyrun, biz ne gerekirse yaparız efendim...(Leylâ, cevap vermeden Müdür masasına oturur.)
ŞEF- (1. Şahıs’a) Başımıza belâ aldık desene!..Forsundan geçirmiyor kızın..
MEMUR-Böyle konuşma Şef’im..Bir duyan olur, başımız sıkıntıya girer..
1.ŞAHIS-Siz böyle mi hizmet veriyorsunuz? Hâlâ ayakta dikiliyorum!..
MEMUR-Bizi tehdit mi ediyorsun efendi? İş görüyoruz işte, Müdür’ün kızı, ne yapmalıydık yâni? Onu bırakıp seninle mi zaman öldüreydik?
ŞEF-(1. Şahıs’a) Acelen ne kardaş...Bak, sabahtan beri kafamız patladı dert dinlemekten...(Sandalyeyi işâret eder) Azcık şurada oturuver..(Onu, kapı girişinde bir sandalyeye oturtur.) Şuracıkta bekle biraz...Müdür’üm birazdan gelir...Ama anlat bize...Çözmediğimiz mesele yoktur..Dahasını kendin bilirsin!..(1. Şahıs, oturur)
2.ŞAHIS- (Girer) Yeter be!..Kapı önünde dikilmekten usandım artık...Nedir bu bitmeyen işiniz?
MEMUR- Hoppala!..Al başına belâyı şimdi de...(2. Şahıs’a) Arkadaş, görüyorsun ki başımız sıkışık...Haa!..gözlerin görmüyorsa, o da, ayrı...(Şef, masasına doğru gider, oturur) Söyle bana şimdi, derdin nedir, ne istiyorsun bizden?
2. ŞAHIS-Müdür Bey’le görüşeceğim...(Göz atar) Yok mu Müdür Bey? Benim işimi ancak o hâlleder..
MEMUR-Bak kardeşim...Güzellikle söylüyorum...Burada, hangi derdin varsa, ilk önce bana söylenilir..Ne diyeceksen önce bana diyeceksin...Ondan sonra..
2. ŞAHIS-(Sözünü keser) Ondan sonra mı? Ne demek ondan sonra? Ben, Müdür’le görüşmek istiyorum...Sen, kimsin ki, benim işimi hâlledecek, çare bulacaksın?
MEMUR- (Gayet yumuşak) Ben çözerim, ben câre bulurum demedim ki ahbap...Önce bana söylenilir, dedim..Hele bir söyle, bak ki sonu ne gelecek...Durup dururken zaman kaybediyorsun..
LEYLÂ- (Oturduğu yerden Memur’a seslenir) Memur efendi...Memur efendi!..(Memur, Leylâya döner) Bana, hemen bir çay getir!..Çok koyu olmasın...Çok da açık olmasın, tamam mı?
2. ŞAHIS-Hoppala!..
MEMUR- (Leylâ’ya saygılı) Başüstüne efendim, hemen, şimdi...(Çıkar)
2. ŞAHIS-(Şaşkın. Yüksek sesle) Acaba yanlış yere mi geldim? (Arkasına döner. 1. Şahıs’a) Siz de mi sıra bekliyorsunuz?
1. ŞAHIS- (Ayağa kalkar) Sıra derseniz, sıra...Şunun şurasında iki kişiyız ama cevap veren yok ortada..
2. ŞAHIS-(Şef’e doğru yürür) Siz, Müdür’ün nerde olduğunu biliyor musunuz Efendim?
ŞEF- Ne yapacaksınız Müdür’ü?
2. ŞAHIS-(1. Şahıs’a bakar) Yahu, burada herkes bir başka!..Yanlış mı görüyorum? Sana da böyle mi geliyor? (Şef’e) Müdür’ü soruyorum ben...Ne yapacağım da bana ait...Bilmiyorsan, bilmiyorum de!..
ŞEF-(Ayağa kalkar) Yâni, ne demek bu!..Devletin Şefi’ne hesap mı soruyorsun, sen? Bir saattir, Memur’um sana anlatıyor..Duymadım mı sanıyorsun...Adam, sana dil dökmekten bir hâl oldu..Derdini söyle diyor, söylemiyorsun...Ne yapsın yâni? ‘İşâret eder) Sen de geç şu arkadaşın yanına...Otur bekle Müdür’ü...(Durur) Yâni Müdür Beyi!..
2.ŞAHIS-Ne lâf anlamazlara rastladık birader...Ben ne söylüyorum, o ne diyor!..
1. ŞAHIS-(2. Şahıs’ın kolundan tutar) Gel arkadaş..Sabret biraz..Gel şurada oturup bekleyelim!..
MEMUR-(Çay tepsisi elinde girer. Doğru, Leylâ’nın bulunduğu yere gider) Başka bir emriniz var mı efendim? (Leylâ, başını kaldırmadan, yok der gibi işâret eder. Memur, geri geri, kapı önüne yürür. 2. Şahıs’a ) Senin ne işin vardı, arkadaş?
2. ŞAHIS-(Oturduğu yerden) Şefinize söyledim...Bekliyorum...
MEMUR- Neyi bekliyorsun?
2. ŞAHIS-Müdür’ü!..
MEMUR- Bana söyle derdini...Neyin var anlat!..
2. ŞAHIS-Ben, Müdür’le görüşmek istiyorum, o kadar!..
MEMUR- Burada, önce bana söylenir, yoksa Şef’ime, o da olmaz ise, Müdür’üme!..
2. ŞAHIS-(Ayağa kalkar. Kızgın) Arkadaş, siz Memur mu, yoksa belâ mısınız? (Şef de ayağa kalkar)
MEMUR VE ŞEF- (İkisi birden) O nasıl söz öyle? Sen, bu sözleri kime söylüyorsun, biliyor musun? Ne demek belâ mısınız?
ŞEF- Devlete mi karşı geliyorsun?
1.SAHIS-(Yerinden kalkar. 2. Şahıs’ı kolundan tutar) Bunlarla ağız dalaşına girme arkadaş, haklıyken haksız olursun..(Dönerler, sandalyelerine otururlar)
ŞEF-(1. Şahıs’a) Ağız dalaşı mı? O ne biçim lâftır öyle? (Şahıslar onu dinlemezler) Nezâket de ölmüş, insanlık da...Adama bak, ağız dalaşı diyor bir de...Dalaş...dalaş...(Şef, masasına geçer. Müdür’ün telefonu çalar. Şef, yerinden zıplar)
MEMUR-(Şahıslara) Duâ edin Şef’ime...Yoksa kötü olurdu...Oturun şöyle, bekleyin Müdür’ümü!..
LEYLÂ- (Cevap verip vermemekte tereddüt eder. Şef ve Memur ayaküstü beklerler) Buyrun...(Dinler) Yok..yok... Hayır!..Ben kızıyım...Babam henüz gelmemiş...Gelmemiş diyorum...Yâni gelmedi...Şu anda yok!..(Gâyet şımarıkça) Amaaan, gelmemiş diyorum sana be!..Ne lâf anlamaz adamsın!..(Kapatır)
ŞEF-(Telefonu çalar) Hayır efendim...Buyur efendim!..Evet efendim..Vali Bey mi? Tamam, yanlış anladım efendim!..Ben, Şefim efendim, Müdür değilim!....Tamam, öyle olsun...Anlamadınız mı efendim? Size, ben, Şefim diyorum efendim, şef!....Kızı hanımefendiyle konuştunuz demek ki, efendim...Müdür Bey, henüz teşrif etmediler, ben, ne zaman gelecek, bilemem ki!...Ben not alayım o zaman, gelince söylerim... (Dinler) Siz bilirsiniz efendim, siz bilirsiniz!..(Telefonu kapatır. Düşünceli. Derin nefes alır) Öf be!..Ne zormuş bunlara lâf anlatmak...Hani derler ya deveye hendek atlatmak daha kolay!..
MEMUR-(Şef’e) Kim ki, Şef’im? Vali mi? (Ona doğru yürür)
ŞEF- Bilmem nerenin müdürüymüş...Müdürden çok ne var ortalıkta...Dön öteye müdür..Dön beriye müdür!..Adım başı müdür!..
MEMUR- Vay be!..Bizim Şef’e bak!..Müdürlerle konuşuyor, hem de onları beğenmiyor...
ŞEF- (Eliyle, sus işâreti yapar) Bak, kızı orada, bir duyarsa yanarız alimallah!..Beni kızdırıp başımı belâya koyacaksın!..Zâten çektiğimi ben bilirim...İnan, önce, elim ayağıma dolaştı.. Adamı vali sandım...Neyse ki, erken uyandım...Konuşmaz olaydım...Baksana hâlime, hâlâ titriyorum...
LEYLÂ-(Kahkahayla güler) Dediklerinin hepsini duydum, Şef!..Sen, ne şefmişsin be!..Babamdan da böyle mi korkuyorsun? (Şef, ona doğru bakar, cevap vermez) Bu hâlinizi babama söylersem ne yaparsınız? (Alaycı) Şaka şaka, söylemem sizi..Korkmayın!..(Şahısları gösterir) Niçin şu adamcağızları boşuna bekletiyorsunuz? Söylesenize onlara babamın gelmeyeceğini!..(Ayağa kalkar) Bakın, beni buraya babam gönderdi...(Durur. Şef ve Memur’un hâlini gözler) Dedi kiiii....(Bekler. Gâyet şımarık) kızım, git, orayı bir kolaçan eyle...Kim işini hafife alıyor, kim ciddî...(Şef ve Memur tedirgin. 3. Şahıs girer)
3. ŞAHIS- (1. Ve 2. Şahıslara) Evlâdım, buraya siz mi bakıyorsunuz?
1. ŞAHIS- Hayır teyze!..
3. ŞAHIS- (Tepkili) Teyze mi? Ne demek teyze? Ben, nereden senin teyzen oluyormuşum..(1. Şahıs, cevap vermez. Yürür)
1. ŞAHIS-Ne diyeydim teyze? Sen, bize evlâdım dedin ya..
MEMUR-Buyur teyze, ne istiyorsun?
3. ŞAHIS-Al sana bir aptal daha...
MEMUR-Bir şey mi dedin teyze, söyle bana!
3. ŞAHIS-Bir şey demedim, aptal!..
MEMUR- Ben ne dedim ki, teyze? Niye hakaret ediyorsun?
3. ŞAHIS-Demedin mi? Hakaret mi ediyorum!..Ayol daha ne hakareti edeceksin!..Mektepte size hiç usûl adab göstermediler mi? (Yüksek sesle) Ne demek teyze aptal?
MEMUR- Teyze, ana yarısıdır, teyze!..
3. ŞAHIS- Ukala!..Nerede sizin müdürünüz? Onunla görüşeceğim!..
MEMUR- Önce benimle görüşmen lâzım, (bastırarak) teyze!...
3. ŞAHIS-Sen kimsin, seninle görüşeyim?
MEMUR- Memur!..Devlet memuru!..Daha ne olsun!..
3. ŞAHIS-(Israrlı) Ben, Müdürle görüşeceğim...
MEMUR- Müdür yok..Aha, Şef orada..istersen onunla görüş...
3. ŞAHIS-Ben, şef-mef bilmem...
ŞEF- (Ayağa kalkar) Ne demek bu, teyze? Ne demek şef-mef? Biz, burada bostan korkuluğu muyuz yâni?
3. ŞAHIS-Bana ne senin ne korkuluğunu olduğundan...(Leylâ’yı ve Müdür yazısını görür. Ona doğru yürür) Ne biçim müdürsün sen?..Bana bunca hakaret ediliyor da sen susuyorsun!..
LEYLÂ-(Çok sâkin, alaycı) Ben müdür değilim teyzeciğim...Sana ne güzel anlatıyorlar da, sen, bir türlü anlamıyorsun...Sadece, masa, müdürün masası ve ben de burada oturuyorum, o kadar, anladın mı?
3. ŞAHIS- Çıldıracağım Rabb’im...(Yerinde döner) Bu ne acaiplik...Mâdem müdür değilsin, ne diye oturursun orada? Nasıl iş bu?
LEYLÂ – (Ukalâ bir tavırla) Sana mı soracağım nerede oturacağımı, teyze...Bura, benim babamın makamı, anladın mı?
3. ŞAHIS-(Etrafına göz atar. Hiç kimse onunla ilgilenmez. Sert adımlarla yürüyerek, Leylâ’ya, ardından Şef’e ve Memur’a ters ters bakarak kapıya doğru yönelir) Allah müstahakınızı versin, sizin!..İnsanlığınız batsın!..Utanmazlar sizi...Bir de memurmuş, bilmem şefmiş!..Yazıklar olsun sizin gibilere!..(Leylâ, Şef ve Memur, müstehzî bakışlarla arkasından bakarlar. 1. ve 2. Şahıs’a) Siz de mi Müdürü bekliyorsunuz yoksa? (Sessizlik) Ben kadın başıma bunların ahmaklığını anladım da, siz anlamadınız mı? (1. Ve 2. Şahıs kalkarlar)
1. ŞAHIS- Ne bilelim...gelecek dediler...biz de bekliyoruz!..
MEMUR- Ben size demedim mi, derdinizi bize söyleyin diye!..Söylediniz mi? Hayır!..Şef’ime söyleyin dedim..Söylediniz mi? Hayır!..Peki, bizden ne istiyorsunuz şimdi? Adam gibi sorsaydınız, Müdür Bey’in bugün gelmeyeceğini, biz de, size, adam gibi söylerdik, değil mi? (Şaşkın sessizlik. Şef’e döner) Değil mi Şef’im? Söylediler mi bize? İllâ da müdür beyi göreceğiz...Görün işte!..(Hepsi birden ayağa kalkar. Kapıya yönelirler)
ŞEF- (Ayağa kalkar) Memur’um, gereken her şeyi söyledi size..beklemenize gerek kalmadığını anladınız sanırım...Mâdem bizimle bir işiniz yok, artık gidebilirsiniz...
Işıklar kararır
SAHNE SONU
*** * ***
ŞAŞKIN ÂİLE
M. HALİSTİN KUKUL
Bir Sahnelik Oyun
KİŞİLER
FÂZIL : 50-55 YAŞLARINDA
MÜNEVVER : Fâzıl’ın hanımı. 50 yaşlarında.
MURAT : Evin küçük oğlu. 20 yaşlarında.
KÂMİL : Fâzıl’ın büyük oğlu. 25 yaşlarında.
Sahne
Bir oda. Sağ ve solda, biri, dışa, diğeri içe açılan iki kapı. İki küçük pencere, dîvân, sandalyeler vesâire.
Fâzıl’ın elinde bir gazete vardır. Münevver, dîvânda, örgüsüyle meşguldür. Dış kapı şiddetle vurur. İkisi de ayağa kalkar ve şaşkın bakışırlar.
MÜNEVVER- Bu da nesi, bu saatte..
FÂZIL- (Saatine bakar) Sâkin ol hanım…Çok da değil..Hava yeni karardı!...
MÜNEVVER- Ne yeni kararması be adam!..Bak ki, kaç? Gecenin hangi vakti olmuş!..
KÂMİL-(Dışardan) Açın kapıyı...(Kapıyı yumruklar) Açın..Açın kapıyı, diyorum size..
FÂZIL- Kâmil, bu! Onun sesi...Kâmil’in sesi, hanım!..(İkisi birden kapıya doğru koşuşurlar. Murat, diğer kapıdan girer. O da, aynı istikamete doğru koşar. Fâzıl, kapıyı açar. Bu sırada, Murat da gelmiştir. Kâmil, Fâzıl’ı iteleyerek içeri dalar. Sendelemektedir. Murat, onu tutarak dîvâna kadar götürür, uzatır. Kâmil, inlemektedir.)
FÂZIL- Sen, sabır ver Rabb’im; bu, ne hâl!..(Münevver’e) Çıldırmak işten değil!..(Kâmil, anlaşılmaz sözler mırıldanır). Başımıza bu da mı gelecekti!..
MÜNEVVER- Gelecekti de ne demek? Geldi, işte!..Her gün aynı...Her gün aynı endişe...Her an bir korku içinde yaşanır mı?
MURAT- Biraz sâkin olun anne...Bir şey diyor ama anlamıyorum...(Kâmil’e) Ne diyorsun abi? Kendine gel de söyle!..
MÜNEVVER- (Kızgın) Anne, anne, anne...Su testisinin kırılması budur işte!..Aklım çıkıyor yerinden…
FÂZIL- (Kâmil’in başucunda. Murat’a) Oğlum, dayak mı yemiş yoksa bir şey mi içirmişler ona..
MURAT- Görmüyor musun, sâdece inliyor baba...Ağzından tek kelâm çıkmadı...Belli ki, kafayı bulmuş yine!..Yüzünda gözünde yara-bere yok…Sapasağlam…Yatsın biraz...İllâ ki kendine gelecek...
MÜNEVVER- Kimbilir nerede zıkkımlandı...
FÂZIL- Artık yeter Münevver...Bir hata yapmış da olabilir...Şu anda konuşulacak mesele mi bu?
MÜNEVVER- (Aynı kızgınlıkla) Değil tabi...Değil de, ne zaman konuşulacak peki!..Az mı konuştuk, unuttun mu yoksa?...Görmüyor musun kafasının dumanlı olduğunu...(Sitemli ve sert) Bunca zaman seni bekledim...Aynen böyle...Bir yerlerde sızar gelmezdin...Başımı yastığa değil, taşa koyar, beklerdim..
MURAT- (Teselli eder) Anneciğim, azcık sabret...çok haklısın da, şu anda yapacağımız bir şey yok...Sana hiçbir sözüm olamaz elbette...(Münevver’i omuzlarından tutar. Sâkin bir şekilde) Bunları konuşmanın bize hiçbir faydası yok değil mi anneciğim...(Münevver’i bir koltuğa oturtur) Sen sâkin ol...Her şey yoluna girecek..Hadi..Gözüne kurban olayım...Biraz sâkin oluver!..(Münevver, koltuğa oturur. ) Biraz uyusun...Kendine gelsin hele!...Duruma bakarız o zaman!..Bir şeyi kalmaz inşallah!..
MÜNEVVER- (Oturduğu yerden. Hırsla) Kalsın, bir şeyi!..Kalsın ki, hırsım geçsin!..Kalsın ki, rahatlayayım!..Kalsın ki, ibret olsun!..
FÂZIL-Tamam be hanım...biraz sâkin ol da, durumu anlayalım!..(Sâkin) Yanlış demiyorsun..Doğrusun!...Bunun bu hâle gelmesine belki de ben sebep oldum...Ama zamanı değil!..
MURAT- Tamam baba!..Tamam!..(Kâmil, horlamaya başlar) Bakın..Dinleyin...Horluyor...Derinlere daldı..
MÜNEVVER- Son horlaması olur, inşallah!..(Hırslı) Son…son!..
MURAT-Anneee!..Annee!..Sen, bu kadar katı yürekli olamazsın anne!..
MÜNEVVER- Haklısın oğlum!..Olamam…olmamalıyım…Fakat bilir misin ki, bir ömür bu zıparmalarla geçti…Şimdi de, bu!..Tahammül mü kaldı bende!..Kaldırın götürün onu hastahâneye...Hiç değilse gözümün önünde durmaz… Ona bakıp da hırsım depreşmez!..
FÂZIL- Bu, mantıklı geldi bana!..burada duracak da ne olacak? (Murat’a) Oğlum, hadi bir ambulans çağır…Annen doğru söylüyor!..Hadi, durma, çağır!..(Kâmil, bu söz üzerine, yerinden kalkar. Gözleri ışıktan kamaşır. Sendeler. Düşecek gibi olur. Murat, onu tutar. Murat’ı iter)
KÂMİL- Sizler kaatilsiniz…Hepiniz kaatilsiniz!.. Utanmadan, bir de ambulans çağırıyorsunuz öyle mi? Hayır, kat’iyyen hastahâneye gitmem, ben!..Sizin hepiniz benim düşmanımsınız…yüreksiz, insanlarsınız!..(Dikleşir) Siz, beni ne sanıyorsunuz ha!..Ne sanıyorsunuz?..Aptal mıyım ben? Ölsem de umurunuzda değilim!..Bilin ki, hesap zamanı da gelecek!..O gün geldiğinde kaçacak delik arayacaksınız!..(Kapıya doğru hırsla yürürken) Sakın unutmayın, bunu!.. (Kapıyı sertçe çarpar, çıkar).
Perde kapanır
*** * ***
ANA-KIZ
Bir Perdelik Oyun
M. HALİSTİN KUKUL
ŞAHISLAR
SERVİNAZ : 40-45 yaşlarında
NAZLI : 17-18 yaşlarında
GÜZİN : Servinaz’ın annesi. 70 yaşlarında. Gün görmüş bir kadın.
GÜLŞAH : 40-45 yaşlarında. Komşu kadın.
DEKOR
Bir köy evinin avlusu. Ortada bir masa ve sandalyeler. Sâde bir avlu. Arkada, evin giriş kapısı ve pencereleri. Ağaçlar, çiçekler vesâire.
Birinci Sahne
SERVİNAZ- (Yalnız başına, pirinç ayıklamaktadır. Ara sıra etrafı kolaçan etmektedir. Eve doğru döner) Neredesin kızım?...Seni bekliyorum!...(Sessizlik) Nazlı kızım, nerede kaldın, hadi gelsene artık!..
NAZLI- (İçerden) Geldim ana, geldim...Azcık sabret!..
SERVİNAZ- (Kendi kendine) Azcık sabret...Azcık sabret!..Bana, hemen geliyorum, dedin, nice zaman oldu, hâlâ yoksun ortalıkta!..
NAZLI- (Kapı önünde görünür, elinde kahve tepsisi vardır ve ayağının ucuna basa basa annesine doğru yürür. Başucunda) İşte geldiiim!..
SERVİNAZ- Hay Allah müstahakını vermesin senin kız...korkuttun beni..Mâdem kahve pişirecektin, niye demedin bana?
NAZLI- Olsun anne...sana bir sürpriz yapayım dedim… seninle, şöyle başbaşa birer kahve içelim istedim...
SERVİNAZ-(Seçmeyi bırakır) Zâten ben de yorulmuştum...Biraz nefes alayım. (Gülüşürler) Şöyle başbaşa bir kahve içeyim Nazlı kızımla...(Nazlı, fincanları bırakır ve annesinin yanındaki sandalyeye oturur) Gel kızım, gel..Şöyle otur yanıbaşıma...
NAZLI- (Çok mutlu) Nice zamandır böyle bir an beklemiştim. Hava da çok hârika değil mi, ana?
SERVİNAZ- Sağol kızım!...Çok hârika!..Bak, ne diyeceğim...Keyfini kaçırmayayım ammâ Allah’tan dileğim odur ki, kısmetin inşallah benimki gibi olmaz!..
NAZLI- Anneee!..Yine nereden çıkardın bu lâfları!..
SERVİNAZ- Ne kadar istedim okumanı ammâ olmadı...Ne yaptıysam kabûl ettiremedim o akıllı babana!..Nuh dedi, peygamber demedi..İnat etti...
NAZLI- Sıkılıyorum böyle sözlerden anne...Artık çok zoruma gidiyor...babasızlık...bana yalnız hissi veriyor..
SERVİNAZ- Zoruna gitmesin kızım...Azmini artırsın!...Geçmişi deşmek istemiyorum...Ben çektim; sen çekme istiyorum...Bugün ben varım, yarın ne olur kim bilir!..Bak; bizimle değil ammâ Murat abin kurtardı kendini...Akıllı çocuk..Üniversite okudu...Kimseyi dinlemedi..
NAZLI- (Üzgün. Kalkar) Ben fincanları içeri götüreyim anne...Sen de pirincini seç!..
SERVİNAZ- Kızııım!..Fincanları da götürürsün, pirinç de seçilir!..Hazır yeri gelmişken biraz dertleşelim şöyle...Otur..Hadi otur...
GÜLŞAH- (Avlu kapısından gider) Kız huuu...Nerelerdesiniz...Misâfir kabul ediyor musunuz, ben de geleyim!..
NAZLI- Gülşah teyze, anne...
SERVİNAZ- Buyrun..buyrun..sözü mü olur..(Kalkarlar) Buyur Gülşah hanım, şöyle buyur!...
GÜLŞAH- Neler fıkırdatıyorsunuz bakalım ana kız böyle...
NAZLI- Hem pirin seçiyor, hem de ana-kız hâlleşiyoruz işte..Allah, dert vermesin..
GÜLŞAH- (Nazlı’ya) Otursana kızım...Geç şöyle...
NAZLI-(Annesine işâret eder) Ben, şu fincanları götüreyim...(Eve doğru yürür)
GÜLŞAH- Maşallah...Çok da zarîf kızın var, Servinaz hanım!..Allah, kısmetini açık etsin!..
SERVİNAZ- (Mânalı mânalı Gülşah’ı süzer. Omuz büker)
GÜLŞAH-İnan Servinazcığım, aklıma şimdi geldi, bâri bir kısmeti, bir taliblisi var mı?
SERVİNAZ- Sen, bunu söylemek için mi geldin, Gülşah? Ne demek bu, durup dururken!..Daha bismillah demedin!..
GÜLŞAH- Yok, yok...sakın kalbine bir şey gelmesin...Nazlı’yı görünce birden geliverdi aklıma...Sakın beni yanlış anlama!..Severim sizi...bilirsin!..
SERVİNAZ- Duymamış olayım bunu...Nazlı’nın kulağına da gitmesin, tamam mı?
GÜLŞAH- Tamam Servinaz’ım, tamam...Üzdüysem, bağışla...
NAZLI- (Kapı önünden) Kahveniz nasıl olsun, Gülşah teyze?
GÜLŞAH- Zahmet etme kızım...Gel şöyle..Sizin tatlı diliniz yeter bana!..
NAZLI-(Israrcı) Anneminki gibi şekerli mi olsun!
GÜLŞAH-Hadi olsun öyleyse!..
SERVİNAZ- Seninkiler nasıllar? Bu yaz nerede olacaksınız?
GÜLŞAH- Bizimkiler hep bildiğin gibi...Adam, iş’te...Oğlan, ipini koparmış gidiyor, ne yaptığı belli değil.... ne yapacağız bilemiyorum...Hele bahar gelsin!..Önümüzü bir görelim...
NAZLI- (Kahve fincanını Gülşah’a takdîm eder) Buyun teyze!..
GÜLŞAH- Zahmet oldu kızım!..Eline sağlık...(Servinaz’a) Ha ne diyordum...Önümüzü bir görelim Servinazcığım...durup dururken karşına bir şey çıkıyor...Şimdi de, oğlan...Ne yapıp ettiğini kimse bilmiyor...Onu takip etmemiz de mümkün değil...
SERVİNAZ- Peki, bir işi yoksa ne yer ne içer, nerede yatar kalkar..
GÜLŞAH-İnanın hiçbir bilgimiz yok...Babası da çok üzülüyor...Arkadaşlarından araştırıyor, bir cevap alamıyor...Emniyete gitmeyi de biz istemiyoruz...Zâten askerliği de geldi geçiyor..Bir de şu var...Ne kadar ısrar etmişsek okumadı...Hâlbuki, okumak, her devirde altın anahtardır!..(Servinaz ile Nazlı bakışır) Okumayınca, böyle aylak aylak dolaşırsın işte...Velhâsıl, başını ağarttım Servinazcığım, sıkıntımız çok büyük...Size neydi benim sıkıntımdan...Gününüzü berbat etmeden gideyim bâri...(Kalkar) Aaa...unuttum..Hay Allah, kafa mı kaldı bende...Güzin teyze...Güzin teyze nerede? Ne yapar, ne eder, nasıldır?
NAZLI- Anneannem? Öğlen uykusunda...Her öğle vakti bir saat kadar uyur..
GÜLŞAH- h, oh!.. Ne kadar iyi!..Maşallah demeli!..Allah, uzun ömürler nasip etsin…Selâmımı deyiverin, ellerinden öperim..Kendi derdimle sizi de üzdüm...Kusuruma bakmayın!..
SERVİNAZ- Ne demek cancağızım...Atalarımız ne demişler: Dertler paylaşarak azalır...Keşke elimizden bir şey gelebilse!..
(Gülşah’ın telefonu çalar. Hepsi ayaküstüdür.)
GÜLŞAH- Aloo...Benim, ben..Söyle canım...Nee? Aman Allah’ım!...Çıldıracağım!..Oğlum...Oğlum!..Bu da mı başımıza gelecekti?
SERVİNAZ- Ne oldu..Oğlunuza ne oldu?
GÜLŞAH- Çok ağırmış...Hastahâneye kaldırmışlar...(Çıkışa doğru koşar)
Işıklar kararır.
İkinci Sahne
Aynı yer. Güzin ve Servinaz, aynı masa etrafında oturmakta ve Servinaz, örgü örmektedir. Nazlı, içerden seslenerek Servinaz’a doğru koşar)
NAZLI- Anneee, annee telefon...(Sevrvinaz duymaz) Telefon anne...Sana...Gülşah teyze..
SERVİNAZ- (Kalkar. Şaşkın) Bana!..Telefon!..Hayırdır inşallah...Ver bakim kızım, ver... Kimmiş bu vakitte arayan?..(Telefonu alır) Sen misin Gülşah? ..Hayırdır bacım....Hayır de bize..Evet..Evet..Evet...(Üzgün) Yapma be!..Yapma canım!..Deme!..Seni aradım, aradım ama ulaşamadım...Hastahânede çekmedi demek ki..Ulaşamadım...Büyük geçmiş olsun kardeşim...Allah şifâlar versin!..Versin..Tamam...Tamam..Versin..(Telefonu kapatır. Üzgün bir hâlde Nazlı’ya uzatır)
NAZLI- Ne olmuş anne?
SERVİNAZ-Zavallı Gülşah...Büyük dert var başında...Oğlu, kızım, oğlu..İpini kopardı, boşuna demedi kadın...O anlatırken, içim yarıldı...hep, abin geldi aklıma...Hep, sen geçtin kafamdan...
NAZLI- Anneee!..Ne diyorsun sen? Ne demek bu!..
GÜZİN- (Servinaz’a) Sâkin ol kızım!..Kendine gel bakiim!..Böyle şeyleri kendi çocuklarına yakıştırman doğru mu? Seninkilerin aklı başında çok şükür...
SERVİNAZ- (Güzin’in sözünü keser. Yüksek sesle) Ben de yakıştıramıyorum elbette...Ama, kafa bu, düşünüyor...Akla geliyor.. Allah nazarlardan korusun..Başımıza böyle bir hâl gelse ne yapardık?
NAZLI- Anneee diyorum, anneee, düşünme bunları!..Sen, ne olduğunu anlat hele!..
GÜZİN- Doğru diyor kızcağız...Kendine evham yapıyorsun...Söyle bakalım ne olmuş da senin kafan karışmış...Hadi!..(Nazlı’ya) Sen de geç şöyle otur kızım. Ayakta kalma..(Servinaz’a) Hadi sen de anlat şu işi!
SERVİNAZ- (Üstüne basa basa) Bak anneciğim...Bu Gülşah var ya, bu Gülşah, çok tâlihsiz bir kadıncağız...Yüzü bir şeyden gülmedi gitti...
GÜZİN-(Mânalı) Eeee...O, çok tâlihsiz de sen çok tâlihli mi? Esasa gel kızım, esasa...Nedir bu telefondaki mesele, bana onu kısadan söyle!..
SERVİNAZ- Lâfı nereden nereye getirdin anne...Aşkolsun sana!...Geçen geldi buraya...Oturup biraz dertleştik...Oğlundan bahsetti..Hatta öyle bir lâf etti ki, onun için ipsiz sapsız bile dedi.
GÜZİN- Eeee! Şimdi?
SERVİNAZ- Eeesi şu ki, şimdi de, sarhoş olarak birine toslamış...
GÜZİN- (Meraklı) Eeee sonra!..
SERVİNAZ- Sonrası anne, oğlu hastahânede komada!..Pek ümitsiz konuştu...Ben de duygulandım..Ne yapabilirdim!..
GÜZİN- Üzülme kızım...Her şey olacağına varır ve her şey geçer...Allah, her şeyin hayırlısı versin diyelim. Duâ edelim. Bizim gibi, ömrünün her gününü evinde geçiren insanlar hassas oluyorlar işte...Haklısın elbette...
NAZLI- (Servinaz’a) Anneannem doğru söylüyor anne!..Senin benim elimden ne gelir...
SERVİNAZ- Elimden gelmediği için ben de böyle davranıyorum...Çaresiz insan ne yapar? Çırpınır, değil mi? Ben de çırpınıyorum..Elbette ki, bir şey daha var...
NAZLI-(Sözünü keserek) Neymiş o, anne?
SEVRİNAZ-(Nazlı’nın saçlarını okşayarak) Okumak lâzım kızım, okumak..Okumayandan, görüyorsun hiçbir şey olmuyor..
NAZLI- Bu sözler bana mı şimdi?
SERVİNAZ- Yavrum benim...Sana olur mu hiç? Senin ne günahın var!..(Güzin’i gösterir) Anneannen şahittir..Bak..yüzü burada...Ne kadar gayret edip dil döktüm babana, okuyasın diye..İnat etti, ayak diretti..
GÜZİN-Annen doğru diyor kızım...
NAZLI- Biliyorum anneanne, biliyorum...Bunun, bu işlerle ilgisi ne, onu anlamıyorum?
SERVİNAZ- Sen anlamıyorsun da, benim içim rahat mı sanıyorsun? Nereye dönsem, nereye baksam aklıma geliyor...Kız kısmı okuyup da ne yapacak derdi...Dedim ki, yapma, istikbalini kazansın...Kız, evlâdı bu!..Ayak diretti...Otursun el işi yapsın dedi..Dedim ki, okusun da, ne yaparsa yapsın...Bize ne?
NAZLI- (Ayağa kalkar. Kararlı) Anne, hiç kendini üzme...Hiç!..Ben, kararımı verdim…Bundan sonra, göreceksin, hiçbir güç beni durduramayacak...Anneannemin huzurunda da söz veriyorum sana...Göreceksin..hiçbir güç bana engel olamayacak...
SERVİNAZ- (Şaşkın) Hayırdır kızım...ne oldu sana böyle birdenbire...Anneannen neye şâhit olacak? Maksadın nedir?
NAZLI-Seni üzenlerin hepsini...Evet hepsini...beni okutmak istemeyenleri...senin sözüne kulak asmayanları hep mahçup edeceğim...Aha da sana söz...Onların boyunlarını önüne eğdirmezsem, bana da Nazlı demesinler!..(Eve doğru yürürken) Işıklar kararır
*** * ***
KALDIRIMLAR-I
M. HALİSTİN KUKUL
(Necip Fâzıl’ın “Kaldırımlar-1” Şiirinden)
Bir Sahnelik Oyun
Alelâde bir sokak. Yarı aydınlık-yarı karanlık. Solda, bir delikanlı silüeti. Bir ışık huzmesi üzerinde. Ağır adımlarla yürür. Gölgesi, onu, tâkîp eder.
TOK SES-Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında. (Durur ve ağır adımlarla devam eder) Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum....Yolumun karanlığa saplanan noktasında (Işıklarla, karanlık-aydınlık tezatı ve bir başka gölge gider-gelir) Sanki...(durur) Sanki, beni bekleyen bir hayâl görüyorum. (Tiz-acı bir hüzün çığlığı)
(Delikanlı; başını, elleri arasına alır, çömelir.Tedirgindir. Uzaklara bakar. Hüzün çığlığı kesilir. Yavaş yavaş doğrulurken)
TOK SES-Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık. (Derin bir efkâr “Oof’u) Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar. (Derinden bir gökgürültüsü ve şimşek. Delikanlı, ürkek, bir bina dibine sığınır). İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık. (Yavaş yavaş diklenir) Biri benim (Vurgulu), biri de… serseri kaldırımlar. (Gürültü diner).
(Boş bir oturağa oturur. Tedirgin ve endişelidir. Gecenin ürkütücülüğü, onda, kendini gösterir. Uzaktan-yakından, horoz ötüşleri, köpek havlamaları ve ulumaları duyulur. )
TOK SES-İçimde damla damla bir korku birikiyor...Korkuuuu (Yankılı).
YANKILI SES-Bir korku birikiyor...
TOK SES-Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler..
YANKILI SES-Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...Devleeeer (Yankılı)
TOK SES- Üstüme...(Duraklar) Üstüme camlarını hep simsiyah, dikiyor. Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler!..(Kollarını iki yana açmış, patlamaya hazır bir bomba gibidir).
TOK SES-(Kaldırımlarla konuşur gibi) Kaldırımlar...Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi. (Derinden, yankılı ses) Yalnızların annesi!...Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır. (Pür sessizlik. İçe işleyen bir fısıltıyla) Kaldırım, duyulur, ses kesilince sesi. (Efkârlı) Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.
TOK SES- (El-kol hareketleriyle ümitsizlik ifade ederek) Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta. (Gösterir) Ben, bu kaldırımların emzirdiği çocuğum. (Silkinir) Aman...Aman…Aman, sabah olmasın bu karanlık sokakta (Kükrercesine) bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!..
YANKILI SES- Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!..
TOK SES-(Umursamaz bir tavırla, her şeyi boşverir bir edâyla ve eliyle göstererek) Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim yol gitsin. (İki yanı işâret eder) İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler. (Çok kısa süreli ayak sesleri, havlamalar ve ulumalar) Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin. (Seyircilere doğru) Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.
(Etrafa kulak kesilir. Derin soluklu) Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim.