Büyük şahsiyetler, yaşadıkları zamana değer katanlardır. Onlar; ilimde, san’atta, siyâsette ve içtimâî hayatta birer kılavuzdurlar. Bâzen öyle olur ki, hataları bile ibret olur. Yaşadıkları dönemin iktisâdî, siyâsî, kültürel sebepleri ve ferdî p(i)sikolojik şartları noksan da olabilir. Bundan dolayı; algılamalarında, dillendirmelerinde bâzı çatışmalı hususlara da rastlamak mümkündür. Fakat, her ne pahasına olursa olsun, niyetleri ve hedeflerindeki samimiyet hepsinden önemlidir.
Türk târihi incelendiği zaman görülür ki, siyâsete öncülük eden ilim, fikir ve san’at adamları kadar, bunları himâye eden devlet adamları da az değildir.
Hüseyin Nihâl (12 Ocak 1905- 11 Aralık 1975)’ın sülâlesi, Gümüşhane’nin Torul ilçesindendir. Kendisi ise, İstanbul’da Kadıköy’de doğmuştur. Gümüşhane’de, kendilerine “Çiftçioğlu”lar denir. Hüseyin Nihâl, 21 Haziran 1934 tarihinde çıkarılan 2525 Sayılı Soyadı Kanunu’yla, resmî kayıtlarda bulunmayan “Çiftçioğlu” yerine “Atsız” soyadını alır.
Bütün kayıtlar, babası Mehmet Nail Bey’in Osmanlı Donanması’nda Deniz Güverte binbaşısı olarak emekli olduğunu ve annesi Fatma Zehra Hanım’ın da Trabzon Kadıoğlulları sülâlesinden Deniz Yarbayı Osman Feyzi Bey olduğunu göstermektedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi, “bitiş-tükeniş” dönemi olmasına rağmen, bllhassa Cumhuriyet öncesinin elli yılına kadar doğanlar, hayata atılanlar ve üniversite tahsilinde bulunanları müşahede ettiğim zaman, hayretlere düştüğüm, takdire şâyân bir öncü kadroyla karşılaşıyorum.
Bunlar; askerî ve siyâsîleri Millî Mücâdele’yi yürütüp Cumhuriyet’i kuran kadro dâhil, 31 Ağustos 1876- 27 Nisan 1909 tarihleri arasında hüküm süren İkinci Abdülhamid Han dönemi maârif sisteminin yetiştirdikleri olarak karşımıza çıkar.
İlmî ve edebî sahadakilerde, yine aynı dönemin maârifinin yetiştirdikleridir. Meselâ; Süleyman Nazif (1870-1927), Mehmet Âkif Ersoy (1873-1936), Yahya Kemal (1884-1958), Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962), Necip Fâzıl Kısakürek 81904-1983), Enis Behiç Koryürek (1892-1949), Halide Nusret Zorlutuna (1901-1984), Yusuf Ziya Ortaç (1895-1967), Orhan Şâik Gökyay (1902-1994)), Ârif Nihat Asya (1904-1975), Ömer Seyfettin (1884-1920), Peyami Safa (1899-1961), Ali Fuat Başgil (1893-1967), Ziya Gökalp (1876-1924), Orhan Seyfi Orhon (1890-1972) bu altın silsilenin numûneleridir.
Nihâl Atsız’ın hayatındaki ilk fikrî kırılma, 1922’de girdiği Askerî Tıbbiye üçüncü sınıf öğrencisi iken, Mesut Süreyya isimli Arap asıllı bir subaya selâm vermeyişi ve bu sebeple de 04 Mart 1925 târihinde Askerî Tıbbiye’den atılışıyla başlar.
Atsız, Askerî Tıbbiye’den atıldığı zaman henüz yirmi yaşındaydı. Daha önce de, 25 Ekim 1924’te, Ziya Gökalp’ın cenâzesinde, fikren kendisine ters olanlarla kavgaya tutuşmuştu. Fakat, Bağdatlı Mesut Süreyya’ya karşı olar tavrı daha başkadır. Zîra; bir başka milliyete mensup birine, Osmanlı Ordusu’nda subay da olsa selâm vermez.
Atsız’ın ikinci kırılma noktası diyebileceğim tavrı da, Kür Şad ile ilgilidir. 19 Nisan 1934 tarihinde, Orhun Mecmuası’nın 6. Sayısında, Kür Şad’ı şu cümleyle takdîm eder: “Cihan Tarihinin En Büyük Kahramanı: Kür Şad”. Bu; farklı ve herkesin dikkat kesilmesi gereken bir ‘işâret’ti. Türk tarihinin kahramanları çoktu fakat, Atsız’a göre, Kür Şad, bunlar arasında çok farklı ve çok üstün bir mevkideydi.
Atsız’ın fikrî zemini, artık bu temel üzerinde inşâdadır. Bundan sonra, daha çok dergi, daha çok makale, roman, araştırma eserleri peşpeşe gelecek ve on sene sonra da, 1944’te, iş, başka bir mecrâya girecektir ki, Atsız, esas çehresini o zaman ap-açık ve tâvizsiz bir şekilde ortaya koyacaktır.
Türk siyâset ve adâlet târihinde “Irkçılık-Turancılık Dâvası” diye anılacak olan hâdiseler zincirinin başlangıcı olarak, 3 Mayıs 1944’te bir lisede öğretmen olan Hüseyin Nihâl Atsız’ın, dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na açık mektup yazışı ve onu istifâya dâve edişi bir ilktir.
Altan Deliorman, “Tanıdığım Atsız” adlı eserinde şöyle der: “Atsız, çeşitli yönleri bulunan bir şahsiyetti. Fikir adamı, yazar, şair, romancı, bilgin ve öğretmen olarak, yaşadığı çağa kuvvetli tesirler vermişti. Fakat O’nun daha çok dâva adamı, ülkücü yönü, inancı uğrundaki mücâdeleci tarafı dikkat çekicidir. Zamanındaki ve kendisinden sonraki nesillere de en ziyade bu yönü ile etkili olmuştur. Türklüğe derin bir sevgi ile bağlanmak ve ona karşılıksız hizmet etmek fikrini yüceltmiştir. Buna karşılık, içinde yaşadığı cemiyetin bir kesimi de Atsız’a hıncını, öfkesini, nefretini, demir parmaklıkların arkasını, yeraltı zindanlarını revâ görmüştür. Bir bakıma Atsız, vicdanlarda -ve kendi vatanında- mahkûm edilmek istenmiştir. O’nun bu büyük ızdıraba yiğitçe katlanışı, bir destan motifi kadar muhteşemdir. “ (1)
Şâir ve Yazar Yavuz Bülent Bâkiler, “Büyük Atsız” başlıklı makalesinde şöyle der: “Atsız, bizim Türkçülük dâvâmızın gerçekten de en yiğit, en yılmaz, en dönmez, en eğilmez, en şaşmaz, en unutulmaz büyüklerinden biridir. Noksansız bir eroğlu er kişidir. Bence ona, Büyük Atsız diye hitap etmeliyiz. Çünkü O, büyüklük sıfatının bütün özelliklerine sahip olan ve gördüğü bütün zulümlere rağmen, ömrü boyunca büyük dâvâsının hep en ön saflarında yer alan bir büyük fikir adamımızdır. Büyük Atsız, büyüklük sıfatına güzellikler kazandıran en kişilerimizdendir. Ben onu, ilk defa 1950 yılında, Ordergilerindeki yazılarıyla tanıdım. Zamanla o ateşli yazılarının karasevdalılarından biri oldum. Benim fikir ve sanat dünyam önce Necip Fazıl’dan sonra Büyük Atsız’dan gelen ışıklarla, renklerle, heyecanlarla şekillendi. 1950 yılında, ortaokulun son sınıfındaydım. Demek ki, bundan 55 yıl önce, beni büyük Turan dâvâsına Büyük Atsız, mecnunlar gibi bağladı. Bütün mukaddeslerime yeminle söylüyorum Büyük Atsız beni çekip çevirmeseydi bugün ellibin tiraja ulaşan Üsküp’ten Kosova’ya kitabım yazılmazdı, Türkistan Türkistan isimli kitabım olmazdı...” (2)
Basit görünen kavgaları bile, O’nun, tamamiyle fikrî mücâdelesinin birer eseridir. Bu tarz kavgalarından biri olan Gökalp’ın cenâzesindekinden söz etmiştim ammâ bunun bir ‘fikrî’ kavga olduğunu da ifade etmeliyim.
Meselâ; bir diğeri, Askerî Tıbbiye’den atıldıktan sonra girdiği Edebiyat Fakültesi’nden (1927 güz dönemi ile, 1930 yaz dönemi) üç yıllık tahsili müteakip mezûniyetinden sonra, Mehmed Fuat Köprülü’nün nezâretinde 25 Ocak 1931’de başladığı asistanlığına 13 Mart 1933 târihinde son verilişinden birkaç gün sonra, fakülte dekanını herkesin gözü önünde tartaklaması; 1935 yılının Aralık ayında, İstanbul’da, “Komünist Don Kişotu Proleter-Burjuva Gospodin Nâzım Hikmetof Yoldaşa” adlı b(u)roşürü yayınlaması üzerine, o dönemin Adliye Vekili Şükrü Saraçoğlu’nun baskısıyla, 28 Şubat 1936’da, aleyhine dâvâ açılması ve bu dâvâdan 17 Mart 1936 târihinde beraat etmesi de böyledir.
Atsız, birçok defa hapse girip çıkmış olmasına rağmen ülküsünden hiçbir zaman vazgeçmediği gibi, zamanını, içi boş kavgalarla değil, ya bir mecmua çıkararak yâhut da kitap yazarak yayma yolunda harcamıştır.
“Atsız” mecmuayı, 15 Mayıs 1931-25 Eylül 1932 yılları arasında; Orhun’u, 05 Kasım 1933-16 Temmuz 1934 yılları arasında, 01 Ekim 1943-1945 yılları arasında ve 1952-1957 yılları arasında fâsılalarla yayınlamıştır. Ötüken’i ise, 01 Ocak 1964-1973 yılları arasında yayınlayarak, bu sahadaki fikir hareketine hiçbir ara vermemeye çalışmıştır.
Hüseyin Nihâl Atsız, araştırmalarıyla ve târihî romanlarıyla da dâima önde yürümeyi başarmıştır.
Onaltıncı Asır Şâirlerinden Edirneli Nazmi (1934), Türk Edebiyat Tarihi (1940), Türk Tarihi Üzerine
Toplamalar (1935), Türk Târihinde Meseleler (1966), Âşıkpaşaoğlu Târihi (1970), Oruç Bey Târihi gibi inceleme eserleriyle; Dalkavuklar Gecesi (1941), Bozkurtların Ölümü (1946), Bozkurtlar Diriliyor (1949), Deli Kurt (1958), Z Vitamini (1959) ve Ruh Adam (1972) adlı romanları, yaşadığı dönemde de, zamanımızda da,okunan ve sözü edelen ve her geçen gün biraz daha ilgi duyulan eserler olmuştur.
“1940’ların ve Cumhuriyet dönemi Türkçülük hareketinin en önemli olayı, yakın tarihimizde “Irkçılık-Turancılık Dâvası” veya “44 Olayları” gibi adlarla da anılan ve merkezinde Hüseyin Nihâl Atsız’ın bulunduğu hadiseler ve mahkemelerdir.
Olay; Atsız’ın, dönemin başbakanına yazdığı bir açık mektupla başlar:
“Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık Mektup”. 1944 yılında, “millî şef” döneminde, içinde “Demek ki devlet bilmeden koynunda yılan besliyor”, “Siz bunlara nasıl göz yumuyorsunuz?”, “Niçin bu memlekete istiklâli çok görmüş, onu başkalarına köle etmek istemiş olanlara yüksek makamlarda yer veriyorsunuz?” gibi cümleler bulunan bir yazıyı yazmak büyük cesaret işiydi. Atsız, Eminönü Halkevi’nde konferans veren İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun solcu ve komünist gençler tarafından protesto edilmesini örnek gösteriyor ve “milliyetçilik” iddiasındaki hükümetin, milliyet düşmanı komünistlere karşı tedbir almadığını söylüyordu. Bir sonraki açık mektubunda hükûmetin, komünistleri devlet hizmetinde barındırdığını örnek ve delilleriyle ortaya koyacağını ifade ederek yazısını bitiriyordu.
Bir ay sonra ikinci açık mektup gelir. Bu, öncekinden de serttir. Maarif Vekâletini gaflet içinde bulunmakla suçlar ve üçü bu bakanlıkta görev almış dört komünisti teşhir eder: Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav, Sadrettin Celâl, Ahmet Cevat Emre.
Sabahattin Ali, İnönü’yü karalayan bir şiiri dolayısıyla 14 ay hapse mahkûm edildiği hâlde “Maarif Vekili Hasan Âli’nin şahsî sempatisi” sayesinde Devlet Konservatuarı’nda öğretmenlik yapmaktadır. Pertev Naili, Maarif Vekilliği tarafından doktora için gönderildiği Almanya’da komünistlik yaptığı maarif müfettişi Reşat Şemsettin tarafından tespit edilip geri getirildiği hâlde taltif edilir gibi DTCF’ye folklor doçenti olarak tayin edilir. Sadrettin Celâl, 1920’de Moskova’daki Komünist Enternasyonal’a katılmış ve daha sonra komünistlikten mahkûm edilmiş olduğu hâlde “maarif vekili ile arasındaki şahsî dostluk” dolayısıyla İstanbul Üniversitesi Pedagoji Enstitüsü başkalığına getirilmiştir. Ahmet Cevat Emre, “Türk Komünist Fırkası Merkezî Komitesinin Haricî Bürosu” üyesi sıfatıyla Türkiye’yi Rusya’ya şikâyet eden bir mektup yazdığı hâlde Türk Dil Kurumu’nda önemli bir mevkie getirilmiş ve bir önceki dönemde de Halk Partisi milletvekili olmuştur.
1944’nün Mart ve Nisan aylarında, Orhun dergisinin 15. ve 16. sayılarında çıkan açık mektuplar bir bomba tesiri yapar”. (3)
20 Şubat 1944 tarihli ilk açık mektupta, bir lise edebiyat öğretmeni olarak Atsız, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na şöyle seslenir:
“Sayın Başvekil,
Hem Türkçü hem de başvekil olduğunuz için size bu açık mektubu yazıyorum. Yalnız başvekil olsaydınız bunları yazmak emeğine katlanmazdım. Çünkü Türkçü olmayan bir başvekile hitap etmenin ne kadar boş olduğunu bilirim. Yalnız Türkçü olsaydınız yine yazmaya lüzum görmezdim. Çünkü faydasız kalacak olduktan sonra sizden daha eski Türkçülere yurdun dertlerini her zaman konuşabilirim. Fakat Türkçü olarak idare makinesinin başında olduğunuz için sizinle konuşmaktan faydalar doğabileceğine inanıyor,onun için size hitap ediyorum.
Millet Meclisinde, 5 Ağustos 1942 günü verdiğiniz nutukta: “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan mes’elesi olduğu kadar ve lâakal ‘o kadar’ bir vicdan ve kültür mes’elesidir.” Demiştiniz. Türk tarihi ile uğraşmış bir münevver olarak söyleyebilirim ki, ne ırkımızın ne de devletimizin tarihinde, Türk milliyetçiliği resmî bir ağızdan bu kadar kesin sözlerle hiçbir zaman açığa vurulmamıştı. (4)
Tabiî ki, mektup uzayıp gidiyor. Ancak; Atsız, Orhun’da, Başvekil Şükrü Saraçoğlu’na, 21 Mart 1944 tarihli, birinciden daha sert, oldukça uzun bir açık mektup daha yayınlıyor. Mevzûyu tamamlamak bakımından bundan da bir-iki satırbaşı sunuyorum:
“Sayın Başvekil,
Orhun’un Mart sayısında size hitaben yazdığım açık mektup Türkçü çevrelerde çok iyi karşılandı. Yurdun türlü bölgelerinden aldığım mektuplarla telgraflar büyük bir efkâr-ı umumiyeye tercüman olduğumu bana anlattı.
Size gelince, bunu sizin de iyi karşılayacağınızı biliyorum. Orhun’u okuduğunuz zaman hiçbir şey söylememiş, yalnız acı acı gülümsemiş olsanız bile yine iyi karşılamış olduğunuza inanırım. Çünkü ben o acı gülümseyişin manasını anlarım. Çünkü gönlünüzün bizimle birlikte çarptığına, yurt mes’elelerini tıpkı bizim gibi düşündüğünüze inancımız vardır.
Orhun’un resmî makamlar tarafından tamamen normal karşılanmısı da Türkiye’de yazı hürriyeti olduğunu göstermek, hükûmetin samimi Türkçülüğünü belirtmek bakımından çok iyi oldu. Çünkü her bakımdan su katılmamış Türk olan Orhun, bir Türk ülkesinde, bir Türk hükûmeti tarafından kapatılamazdı. Türklüğün davasını haykıran, Türklük düşmanları üzerine resmî bakışları çekmek isteyen Orhun gibi bir dergi ancak çarların veya haleflerinin ülkesinde kapatılabilirdi.
Sayın Başvekil,
Bizim Anayasa’mıza göre komünizm Türkiye’de yasaktır ve devletimiz milliyetçi bir devlettir. Türk ırkının hususi yapısına, ahlâkî ve millî temayüllerine aykırı olan komünizmi Türkiye’ye sokmak isteyenler millet bakımından soysuz ve nâmert oldukları gibi kanun nazarında da hâindirler. “ (5)
“Hasan Âli Yücel, büyük bir öfke duyduğu Nihâl Atsız’ın da öğretmen olarak çalıştığı Özel Boğaziçi Lisesi’nden çıkarılması için İstanbul Valiliğine emir verdi. Atsız, üzerindeki baskılara aldırmadı. Orhun’un 17. sayısını elli bin adet bastırmayı düşünüyordu.
arada, Sabahattin Ali, Hasan Âli Yücel’in ve Falih Rıfkı Atay’ın teşvikiyle Atsız aleyhine ceza davası açtı. Atsız, İstanbul’dan Ankara’ya geldi. Üniversiteli gençler, Atsız’ın bütün masraflarını karşılamak üzere harekete geçtiler. Ancak tuttukları avukatlar da duruşmaya meccanen gireceklerini söylediler.
İlk duruşma, 26 Nisan 1944 Çarşamba günü yapıldı.
(‘...) Dava dosyasında, Sabahattin Ali’nin 1932 yılında hapis yattığı, Cumhuriyet’in kuruluşunun 10. yıl dönümünde (1933’te), affa uğrayıp cezaevinden çıktığına dair bir belge vardı. İkinci duruşmanın 3 Mayıs 1944 Çarşamba gününde yapılması kararlaştırıldı.
(...) Ankara Adliyesi’nin önü, 3 Mayıs sabahında, binlerce üniversite öğrencisi tarafından tıklım tıklım doluydu. ..
(...) Dışarda, mahkeme salonuna giremeyen binlerce genç, Anafartalar’dan Ulus Meydanı’na doğru yürüyüşe geçti...
(...) Hava birdenbire gerginleşti. Polisler de yakaladıklarını hırpalayarak Emniyet’e götürdüler. Bu kargaşadan yararlanan Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ile Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye dehşetli bir yalan söylediler:
Paşam, dediler. Bu gençlerin maksadı Çankaya’ya yürüyerek sizi Cumhurbaşkanlığı makamından indirmek, hükûmete el koymaktı. Ama biz, almış olduğumuz tedbirlerle onların bu oyununu bozduk!”
İsmet İnönü, ilgililere: “Gerekeni yapın!” emrini verdi.
3 Mayıs 1944 nümayişlerinde, sadece komünizmi ve yerli komünistleri telin için yürüyüşe geçen üniversiteli gençlerden 185 kişi tevkif edildi. Bunların çok büyük bir kısmı daha sonra serbest bırakıldı. Tutuklananlardan 24 kişi aleyhinde vatana ihanet, gizli cemiyet kurmak, vatanı Almanya yanında savaşa sokmak, Çankaya iktidarını devirmek...gibi suçlarla dava açıldı.” (6)
“Cumhuriyet Devrinin o güne kadar geçmiş olan yirmi bir yılı içinde bir bakan hakkında böyle alenî bir tenkit görülmüş, işitilmiş değildi. Böyle açık ve şiddetli ithamlara cesâret eden olmamıştı. O devirde bakanlara, hattâ mebuslara en küçük bir imâlı söz bile söylenemezdi.” (7)
“Kuzey komşumuz Rusların, İkinci Dünya Savaşı’nda, ABD’nin desteğiyle galip gelmesi Ankara’da büyük tedirginliğe yol açmıştır. Nitekim, bu tedirginliğinde haklı çıkmıştır. Stalin, sonra Türkiye üzerine emellerini hissettirmeye ve duyurmaya başlamıştır.
İpleri Sovyetler Birliği’nin elinde olan Türkiye Komünist Partisi (TKP) mensuplarıyla Türkçü/Milliyetçi/Turancı çevre arasında kıyasıya bir mücâdele vardı. İki taraf da yayın organlarında birbirlerine söylemediklerini bırakmıyorlardı.
İsmet İnönü, 20. yüzyılın en gaddar diktatörü Stalin’i yumuşatmak için olacak Türkçü/Milliyetçi/Turancı çevreye kesin tavır almış ve önde gelen isimleri tutuklatmıştır. Çünkü Sovyetler’de Türkler esirdi. “Turancılık”taki maksat Türkler’in esaretten kurtulmasıdır.
Tutuklu sayısı kaynaklarda 22 veya 23 gösterilir. Tam sayı 24’tür. Onların hemen herbiri kendi sahasında söz sahibidir. Tutuklananların başında Atsız gelir. Atsız’ın devlette komünist örgütlenmeleri anlattığı 2 mektubundan daha nöce bahsetmiştik. Diğer isimler:
“Zeki Velidi Togan, Hasan Ferit Cansever, Alpaslan Türkeş, Nejdet Sançar, Fethi Tevetoğlu, Orhan Şâik Gökyay, Reha Oğuz Türkkan, Hüseyin Namık Orkun, Sait Bilgiç, M. Zeki Özgür (Sofuoğlu), İsmet Tümtürk, Hikmet Tanyu, Hamza Sâdi Özbek, Muzaffer Eriş, Cebbar Şenel, Nurullah Barıman, Cihat Savaşfer, Fazıl Hisarcıklı, O. Yusuf Kadıgil, Fehiman Altan (Tokluoğlu), Cemal Oğuz Öcal, Saim Bayrak, Heybetullah İtil. “ (8)
19 Mayıs 1944’de, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün, Türkçüleri suçlayan çok sert nutkundan sonra, iş daha da ciddîleşti ve bu kadro, 07 Eylül 1944’te, 1 Numaralı İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi’nde, “Irkçılık-Turancılık Dâvası” diye duruşmaya başlandı.
“Evleri basılan Türkçülerin kitapları arasında, Türk’e , Türklüğe, Türk tarihine ait eserler suç unsuru olarak kabul edildi ve 23 Türkçü, Türk mahkemelerinde anlatılmaz bir kinle yargılandı. Tabutluklara konuldular. Yani bir insanın ancak sığabileceği; ama kat’iyyen çökemeyeceği, sağdan sola, soldan sağa dönemeyeceği beton hücrelere sokuldular. Başlarının üstünde 1500 mumluk lâmbalar yakıldı. Bayılıncaya kadar böylesi hücrelerde kaldılar. Nihâl Atsız, içinden lâğım suları geçen bir yere hapsedildi. Orası, bir kibritin bile yakılamayacağı rutubetli bir hücreydi.
Türkçüler, sıkıyönetim mahkemesinde vatan hâinliği suçlamasıyla yargılandılar. Çeşitli cezalara çarptırıldılar. Gerçi Askerî Yargıtay, sıkıyönetim mahkemesinin verdiği bütün kararları iptal ederek Türkçüleri serbest bıraktı; ama 1. 5 yıl kadar hücrelerde âdeta kan kusarak kalan Türçüler bu beraat kararına sevinemediler.” (9)
O dönemde, üsteğmen rütbesinde olan Alparslan Türkeş de, tabutluklarla ilk muhatap olmasını şöyle nakleder:
“İçeri girdim. Savcı beni şöyle bir süzdü, görevlilere şu emri verdi:”
“-Üsteğmenimi götürün, mûtena hücreleri bir seyretsin...”
“Askerî Savcı’nın ‘mûtena’ dediği hücreler bölümüne doğru gittim. Yanımda polisler vardı. Koridorun ilerisindeydi. Beton duvarlara oyulmuş gibi yerlerdi. Tabut şeklindeydi. Adeta duvarlardaki dikey oyuklardı. Telefon kulübesinden çok küçük, ancak bir insanı alacak kadar. Duvarlarında demir mengeneler ve prangalar vardı. Tavan çok alçak, bazılarının kapıları kapalı duruyordu. İçeriden, inleyen insanların sesi geliyor, beni hâlâ gezdiriyorlardı. Bazılarının, kapı aralıklarından gözüm içeriye ilişiyor, oradakilerin perişan halini izliyordum. Kimi külçe gibi, kimi de üstüne abdest yapılmış haldeydi. Tavanlarından da, beşyüzer mumluk üç tane elektrik ampulü sarkıyordu.”(10)
Tabiî ki, yaşananlar, sâdece bunlardan ibâret değildir!..
Nihâyet; 1950’lere gelinmiş, bu dönem bitmiş, yeni bir seçim yapılmış ve yeni bir siyâset tarzı memleketi idâreye başlamıştı. Yeni seçimle, yeni bir siyâset tarzıyla, yeni bir ümit de doğmuştu. Yâni!..Nihâl Atsız için bu ümit, bir başka kırılma noktasıydı.
1950’den sonra, Orhun dergisi, Orkun ismiyle, 06 Ekim 1950’de tekrar yayın hayatına başlamasına rağmen, 18 Ocak 1952’de, 68. sayı çıkarılıp kapanmıştır. Yâni; Atsız; bu dönemde de rahat değildir.
Nitekim; Ahmet Bican Ercilasun’un “ATSIZ: Türkçülüğün Mistik Önderi” adlı kitabında, Altan Deliorman’dan naklettiğine göre, “1950’lerin son yıllarında, Demokrat Parti 1960 İhtilâline doğru sürüklenirken Tevfik İleri bir kabine toplantısında Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’a şöyle diyecektir: “Biz kendi gençliğimizi elimizle boğmasaydık bunlar başımıza gelmezdi.” (11)
Yâni; Atsız gibi düşünen pek çok fikir adamına, şâir ve edibe gereken önem verilmemiş, sâhip çıkılmamıştı.
Altan Deliorman’ın ifadesine göre, “1953’ten sonra Türk milliyetçiliği tam bir uyutulma dönemine girmiş olacaktı. Taa 1960’a kadar. Komünizme karşı da uyutucu tedbirler alınmıştı. Büyük tevkifat yapılmış, neşriyat durdurulmuş, partileri kapatılmıştı.” (12)
Yâni, tam bir denge politikası uygulanmıştı.
“1960’ta ilk ihtilâl. Türkçülerde yine ümit ve hareketlenme var. İhtilâlin içinde yer alan Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının tasfiyesine rağmen ümitler kırılmamış. Türk milliyetçiliği siyasete giriyor. 1970’ler, soğuk savaşıın en şiddetli rüzgârlarının estiği yıllar. Ülkücüler, Türklüğün son kalesinin düşmemesi için can veriyor.” (13)
Bu dönem; yeni bir hareketin heyecanıyla yepyeni ümitlerin başladığı dönemdir. Türk milliyetçiliğinin, fiilen siyâsete giriş dönemi, Atsız için apayrı bir kırılış dönemi değil, âdeta yol buluş/yola giriş dönemi olmuştur. Memnun olduğu ve olmadığı hâdiseler elbette ki yaşanmıştır. Nihâyet, bu, bir fikrî mücâdeledir, devam etmektedir, edecektir.
Nihâyet, Atsız; 1967’de, Ötüken dergisinde yayınlanan “Konuşmalar” başlıklı makalesi dolayısıyla açılan dâvada, İstanbul Toplu Basın mahkemesi tarafından 05 Temmuz 1972’de 15 ay hapis cezasına çarptırılmış ve bu cezayı, Yargıtay 4. Ceza Dairesi 17. 10. 1972’de onaylamış ve böylece 15 aylık mahkûmiyet kesinleşerek hapishâneye girmiştir.
Üsküdar Toptaşı Cezaevi’ndeyken, o dönemde kendisi gibi hasta olan Çetin Altan’ın Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından affı söz konusu olunca, Atsız da, kendisi râzı olmamasına rağmen, ısrar üzerine müracaatta bulunur ve 22 Ocak 1974 tarihinde tahliye edilir.
Hüseyin Nihâl Atsız; bundan sonra, hasta olmasına rağmen, vefât târihi olan 11 Aralık 1975 tarihine kadar fikrî mücâdelesinin arkasında durmuş ve onu devam ettirmiştir.
Hayatı boyunca, yazdığı gibi yaşamış; düşüncelerinin tahakkuk etmesi için hapishânelere girmiş bir fikir adamı, tarihî romancı, hikâyeci ve öğretmen olarak hedefinden zerrece bir sapma göstermemiştir.
Tek ve en büyük emeli; Türk milletinin cihânşümûl mânada hâkimiyet sağlaması, mes’ut, müreffeh ve ihtişâmlı târihinin tekrar canlandırılmasıydı.
Sözü; O’nun, mahkemeye sunduğu ve âdeta, hayatına yön ve mâna veren uzun savunmasındaki bir cümleyle bağlayayım:
“Dünyanın hiçbir yerinde kendi devletini büyütmek isteyenlere “vatan hâini” denmemiştir.”
KAYNAKLAR
Altan Deliorman, Tanıdığım Atsız, Orkun Yayınları, İstanbul Mart 2000, Sf. 7
Yavuz Bülent Bâkiler, Büyük Atsız, Halk’a ve Olaylara Tercüman Gazetesi, 25 Ocak 2005, Sf. 4
Ahmet Bican Ercilasun, Atsız: Türkçülüğün Mistik Önderi, 2. Baskı, Panama Yayınları, İstanbul 2019, Sf. 68-69
Yavuz Bülent Bâkiler, 1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davasında Sorgular Savunmalar, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2010, Sf. 47-48
Bâkiler, a.,e.,e., Sf. 54-55
Bâkiler, a.,g.,e., Sf. 64-65
Alparslan Türkeş, 1944 Milliyetçilik Olayı, Kutluğ Yayınları, İstanbul 1972, Sf. 31
Arslan Tekin, Prof. Dr. Dursun Yıldırım’ın 3 Mayıs Değerlendirmesi(1), Yeniçağ Gazetesi, 08 Mayıs 2017, Sf. 5
Yavuz Bülent Bâkiler, 1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davasında Sorgular Savunmalar, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2010, Sf. 74-75
Hulûsi Turgut, Türkeş’in Anıları-Şahinlerin dansı, ABC Yayınları, İstanbul 1995
Ahmet Bican Ercilasun, Atsız: Türkçülüğün Mistik Önderi, 2. Baskı, Panama Yayınları, İstanbul 2019, Sf. 129
Ercilasun, a.,g.,e., sf. 157
*OMÜ Em. Öğretim Görevlisi, Şâir ve Yazar
TÜRK YURDU DERGİSİ, SAYI. 393, MAYIS 2020, SF. 44-48