Hiçbir mes’ele, konuşulmadan, istişâresiz, tartışmasız, münâzarasız hâl yoluna girmez/giremez. Hattâ; hâlloldu derken, işin içine yeni mes’eleler de katılıverir ve uzar gider.
Sâdece İslâm Dünyâsı’nın değil; Türk Dünyâsı’nın, Türkiye’nin veya herhangi bir şehrimizin mes’eleleri dahi sözkonusu olunca, bu istişârelere müracaat edilir. Apartman yöneticisinden, muhtardan, kaymakamdan, valiye, devlet idâresine kadar, her birimden bilgiler alınır, hâl çareleri aranır.
Meselâ; Türkiye Büyük Millet Meclisi de bunun için vardır!..İstişâre merkezi!..
Aslında; ‘dünyâ’, istişâre merkezi’dir. Devletlerarası ve milletlerarası münâsebetler, bu istişârelerle fakat millî menfaatler üzerine tesis edilir.
En alt birimden, en üst seviyeli birime-Devlet’e, devletlerarası/milletlerarası mevzulara-kadar, mevkisine/mes’uliyet ve salâhiyetine göre, her birimin iktisâdî, sosyal, kültürel ve askerî mes’eleleri vardır. Bütün bunlar, tek kişinin arzusu istikametinde değil; kişilerin / devletlerin / milletlerin / meclislerin müşterek kanaatleri doğrultusunda çâre bulabilir.
Bu sebeple de,Türk Ocakları İstanbul Şubesi çok yerinde ve isâbetli bir hamleyle, bu konudaki ikinci sempozyumunu, herkese açık, geniş katılımlı ve takdire şayan, “Günümüz İslâm Dünyâsında Meseleler ve Çözüm Yolları” başlığıyla milletlerarası bir seviyede tahakkuk ettirme başarısını göstermiştir.
Türk Ocakları İstanbul Şube Başkanı Dr. Cezmi Bayram, çok donanımlı, bilgili ve sahasında oldukça tecrübeli bir fikir ve kültür adamı olarak, bu önemli faaliyete öncülük etmiştir.
Türk Ocakları, kurulduğu 1912 yılından beri, üstün bir millî şuûrla, düşman unsurlara karşı dik durmayı; dostlarla işbirliği ve gönülbirliği içersinde bulunmayı, irtibatlı olduğu bütün müspet unsurlarla tokalaşmayı bir vazife addederek yüzyılı aşan bir zamandır hak bildiği yolda yürümektedir.
Bu Ocak; 1912’lerde, Balkan faciasının yaşandığı günlerde kurulmuştur. Bünyesinde, memleket idâresinde çok müessir olan fikir, san’at ve kütür adamlarını barındırmış; devlet idârelerine dinamizm kazandırmış, ‘partizanlıktan uzak’, birleştirici-kaynaştırıcı-kucaklaştırıcı bir kuruluştur.
Bugünün dünya şartlarında da, çok önemli bir hususa parmak basmış ve senelerden beri, -ismiyle bağdaşmayan-, dağınık, iki yakası bir araya gelmeyen, demokrasi ve insan haklarından mahrum, halkı perişan ve ileriye doğru da hiçbir ümit ışığı belirmeyen bir mevzuda, kendini mes’ul gören birçok fikir adamı bir araya getirilerek fikir teatisinde bulunulmuştur.
Bu çapta bir toplantı/sempozyum, elzemdi. Aslında, vakti de çok geçmişti.
Sempozyumdan sonra, orada neler konuşulduğu, hangi kararların alındığı değil de, bu toplantıya kimlerin katıldığı gibi, basit, fikir hürriyetiyle uyuşmayan hususların konuşulmasından üzüntü duymamak mümkün değildir.
İslâm dünyasının vaziyetini görmemek de mümkün değildir. Hac veya umre ziyâreti için Suudi Arabistan’a gidenler, halkın perîşân hâline şâhit olmuşlardır. Mekke sokaklarında, iki kolu kesilmiş çocuklar aklıma geldikçe içim yarılır. Kâbe’nin etrafını kuşatan emperyalist gökdelenler içimi parçalar!..Allahüekber nidâlarıyla birbirine saldıran insanları seyrettikçe hicap duyarım!..
Prof. Dr. Erol Güngör, “Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik” adlı eserinde şöyle der:
“Türk kültürünün üç ana kaynağı vardır: Türklerin müşterek tarih ve dil sahibi bir kavim olarak çok eskiden beri edindikleri ve geliştirdikleri vasıflar, yâni Anadolu’ya yerleşen Türklerin kavmî hususiyetleri, ikincisi İslâm medeniyeti, üçüncüsü de Anadolu’da ve Rumeli’de geçen uzun bir tarih bolunca edindikleri bilgi ve tecrübe.
İslâmiyete geçiş Türk tarihi içinde büyük bir dönüm noktasıdır; fakat bu değişmenin büyüklüğü bizi daha önceki Türk kültürüne karşı körleştirmemelidir. Her şeyden önce, millî varlığımızın temel taşlarından biri olan dilimiz bize eski kültürümüzden intikal etmiştir.
(…) İslâmiyet, bu millete cihanşümul bir vazife yükledi ve onu bu vazife için gerekli şeylerle teçhiz etti. İran, bizden daha eski ve muhakkak daha kuvvetli bir medeniyete sahipti; fakat İslâmiyet bu medeniyeti sildiği hâlde Türkleri Müslüman dünyasının en yüksek mevkiine çıkardı. Türkler, İslâm medeniyetinin büyük hamlelerini temsil ederken, İran genellikle bu hamleleri engellemeye çalışan bir reaksiyoner cemiyet hâlinde kaldı.
(…) Ayrıca, Türk millî karakteri sadece soy itibariyle değil, yetişme bakımından Türk olanların da sahip bulundukları vasıfları ihtiva ediyor.” (Bknz. Prof. Dr. Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1995, Sf.132-134).
Mütefekkir sosyolog S. Ahmet Arvasî de, “Kesin olarak iman etmişimdir ki, Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlü ise, İslâm dünyası da güçlüdür. Aksi durum varsa, bütün Türk dünyası ile birlikte İslâm dünyası da sömürülmektedir.” (Bknz. Size Sesleniyorum-1, Model Yayınları, İstanul 1989, Sf. XI-XII).
Demek ki; “İslâmiyet, bu millete cihanşümûl bir vazife yükledi ve onu bu vazife için gerekli şeylerle teçhiz etti…Türkleri, Müslüman dünyasının en yüksek mevkiine çıkardı. Türkler, İslâm medeniyetinin büyük hamlelerini temsil etti. Ayrıca, Türk millî karakteri sâdece soy itibariyle değil, yetişme bakımından Türk olanların da sahip bulundukları vasıfları ihtiva ediyor”. Hâliyle; “Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlü ise, İslâm dünyası da güçlüdür. Aksi durum varsa, bütün Türk dünyası ile birlikte İslâm dünyası da sömürülmektedir.”
Öyleyse; kültürel ve iktisâdî Türk Birliği’nin temellendirdiği ve askerî ittifaklarla da perçinleştireceği bir Turan Devletleri işbirliği âcilen, hem İslâm Dünyası’nın mes’elelerinin çözümünde ve hem de bütün dünyayı yeni istikamete yönlendirmek bakımından gerekli olmaktadır.
Bütün bunların, çepeçevre, bir sempozyumda düşünülmesinin, istişâre edilmesinin nesi/neresi yanlıştır!
Kaldı ki; yukarda da ifade ettiğim gibi, sempozyuma ‘şekil olarak’ karşı çıkanların, sempozyumun “Sonuç Bildirisi”nden aldıkları hiçbir nasihat, müspet hisse ve ibret de sezilmemektedir.
Sonuç Bildirisi’nden iki başlık arzediyorum:
“İslâm dünyası, çok boyutlu ahlâkî ve dinî yozlaşma, genç kuşaklarda dine karşı kayıtsızlık, din dilinin yenilenmesi ve din anlayışının hayatın gerçeklerinden uzaklaşması gibi sorunlar..” yaşamaktadır.
“İslâm dünyasının kurtuluşu, ancak ve ancak akıl, ahlâk, bilim ve hukukun, bilhassa da kamu hukukunun geliştirilmesiyle mümkün olacaktır.”
Tabiî ki, bütün maddeler üzerinde etraflıca düşünülmesi lâzımdır. Ancak; umûmî olarak bakıldığında, İslâm dünyasında, ahlâkî bir zaafın da ötesinde, adâlet ve demokrasi noksanlığı ileri safhadadır; bunları saklamanın hiçbir faydası olmamıştır ve olmayacaktır. Zâten; her şey alenîdir ve bir vahamet olarak ortadadır.
Bütün bunların; İslâm’ın, aslî kaynaklarından uzaklaşmayla, ana kaynaktan sapmayla meydana geldiğini söyleyebiliriz.
(Bu hususta, M. Halistin Kukul, Deizm: Ufuktaki Tehlike, wwwkapsamhaber.com-9 Eylül 2020; Aydın Efesi Dergisi, Sayı:60, Ocak-Şubat 2021, Sf. 3-4 başlıklı makalemize müracaat edilmesini istirham ederim).
Bu mevzuda; demokratik bir insan hakkı olarak konuşmanın, görüş beyan etmenin ve istişâreyle müspet bir neticeye varmaya çalışmanın neresi yanlıştır?