Hedef; nihâî ülküdür. Bulunulan yerden, ‘son noktaya’ bakabilme arzusu, heyecanı ve düşüncesidir.
Bizim için, bu ülkü; çok ihtişamlı bir geçmişi, gelecek asırlara bağlayacak olan nesillerin yetişmesi/yetiştirilmesi dâvâsıdır.
Bunda, iki esas öne çıkar: Millîlik ve ilmîlik.
Millîlik; ahlâkîlik, töreye bağlılık, sevgi ve hürmeti esas alan tavırlar bütünü; ilmîlik ise, her ân’ı bir çağ kabûl ederek bilgiyi elde etme ve geliştirme ile, cihânşümûl’e yürümenin adıdır.
Bunlar; her millet için, devletin yapması gerekenlerin ‘olmazsa olmazı’dır.
Bir zaman dilimi için atölyeniz, fabrikanız...olmayabilir; belli bir zaman için, fasülyenizi, biberinizi, domatesinizi, buğdayınızı ekememiş -yetiştirememiş olabilirsiniz.
Hepsinin telâfisi mümkündür. Fakat, asla ve kat’iyyen ‘eğitimsiz-öğrenimsiz’ olmanız mümkün değildir.
Bundan daha da vahimi, eğitim adı altında yürütülen belirsizlikteki karmaşadır. Yâni, ne yapacağınızı bilmemek/bilememek ve söylenenlere de kulak asmamaktır.
Böylece; tehlikenin en büyüğü olan bir hâli yaşayarak insan p(i)sikolojisiyle oynamaktır.
İnsan p(i)sikolojisi dediğim, daha ziyâde, çocuk ve genç nüfusla ilgilidir. Bu nüfus, Türkiye’de, birçok devletin nüfusundan bile çok olması bir yana, dinamiktir, uyanıktır, cevvaldir, ileri bakışlıdır, hayâlgücü yüksek ve yapıcılık emeliyle dopdoludur.
Türk genç nüfus, iyi yetiştirilirse önünde/önümüzde kimsenin duramayacağı âşikârdır. Ne yazık ki, bu nüfusun % 25’i işsizdir.
Millî eğitim; bina yapıp, kapısına bir tabela asıp, içine sıra dizmekle olmaz.
İlk önce, öğretmenini iyi yetiştirip, onu, ne kadar önemli bir iş göreceğinin şuûruyla yüksek bir meslekî idrâkle geliştirececek ve hayatı boyunca, ona gerekli itimatı sağlayacaksın ki, istikbâlinin teminatı olan çocuklarımız ve gençlerimiz emîn ellerde bulunsun.
Öğretmene değer vermek; bu memleketin çocuğuna, gencine, topyekûn insanına ve istikbâline değer vermek mânasını taşır.
Millî Eğitim Bakanı, yakın bir zaman önce, ders kitaplarının sayısının çok fazla olduğunu söylemişti. Yâni; bir çocuk, onbeş civarında kitapla muhatap oluyor, bu sayıyı azaltmamız gerektiğini ifade etmişti. Peki, bu hususta ne yapıldı veya yapılacak, hiçbir emâre yok.
Belki de yeni kitaplar hazırlanacak, bilemeyiz!..Bize, meçhûl!..
Bir ara, “pilot eğitim fakülteleri” açmaktan da söz edilmişti. Ne oldu? O da, bize karanlık!..
Şimdilerde, koronavirüse sığınmak işin en kolayı!..
Bir defa; defalarca sözünü ettiğim şu ‘hantal’ ve ‘ bozuk Türkçeli’ ders kitaplarından hangi sınıflarda hangilerinin eleneceğinin kararı verilmeli(ydi)... Sonra; mevcut kitaplarda, konu bütünlüğünü bozmadan, teferruat sayfaları birer birer iptal edilmeli(ydi)... Bu sırada da, sâde, anlaşılır bir dil ile, konuşulan Türkçe’yle, yeni kitap hazırlığı p(i)lânlanmalı(ydı)...
Tabiî ki, gerek sistem ve gerekse müfredat hakkında, senelerini maârife harcamış olan, ‘eğitim enstitüsülerinde öğretmenlik, idârecilik ve müdürlük yapmış olanlar ile, eğitim fakültelerinde dekanlık ve idârecilik yapmış bilim adamlarının bilgi ve tecrübelerinden istifade edilmeliydi.
Diyeceksiniz ki, bizde, böyle bir töre/an’ane/temâyül var mıdır? Ben, olsun istiyorum!..Olsun ve olmalı!..
Muhakkaktır ki, sağlık, en mühim mes’elemizdir. Mevcut koronavirüs şartlarında, kitaplar üzerinde yapılacak böyle (âcil) bir düzenlemeyle, günde dörder saat ve haftada 5x4= 20 saatlik bir p(u)rogramla ikili öğretime geçilebilir. Ayrıca; 30’ar kişilik sınıflar, 15’erli olarak tanzim edilebilir ve sağlık denetiminin de muntazam bir şekilde temini mümkün olabilir.
Böyle bir uygulama, ‘yüzyüze’ öğretim için en geçerli olanıdır.
Yâni: Kitap sayısını azaltmak, ana yapıyı bozmadan konuları azaltmak, haftalık ders yükünü indirmek ve ikili öğretimle, öğrenci sayısı yarıya indirilmiş sınıflarda öğrenimi devam ettirmek çok mümkündür.
“Evden/uzaktan öğrenim”in, çok da bir işe yaramadığı, sanırın ki, anlaşılmıştır.
Ne yapıp yapıp, ‘yüzyüze öğrenim’ sağlanmalıdır. Teklifimizle; öğretmen istihdamı da kolaylaşmış olacaktır. Kaldı ki, uygulamada en büyük sıkıntıyı öğretmenler çekecektir, bu sebeple, yeni kadrolar da açılmalıdır.
Hiçbir öğrenim tarzı, ‘yüzyüze öğrenim’den faydalı değildir, olamaz.
Çocuklarımızı ve gençlerimizi maalesef iyi yetiştiremiyoruz. Hepsini ‘sınıf geçiriyoruz’ ve onlara, istenilen kadarını veremediğimiz gibi; bir de, p(i)sikolojilerini bozarak, onları ümitsizliğe sevkediyoruz.
“En verimli yatırımın insana yapılan yatırım olduğunu” ne yazık ki, hâlâ kavrayabilmiş değiliz. Dünyayı iyi okumalıyız. Yeni şeylerin keşfine de lüzûm yoktur. Meselâ, Almanya’yı veya Japonya’yı ‘birazcık anlasak’, bu iş hâllolur.
Prof. Dr. Esfender Korkmaz, bir makalesinde ilgi çekici bir tespitte bulunuyor:
“Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) 2019 yılı raporunda, Türkiye her bir öğrenci için eğitime yıllık para miktarı açısından üye ülkeler içinde Meksika ve Kolombiya’dan önce ve sondan üçüncü sırada yer alıyor.
Raporda kullanılan 2016 yılı verilerine göre, Türiye’de ilkokuldan üniversiteye kadar her bir öğrenci için eğitim kurumlarına yıllık 5 bin 633 dolar harcanırken, OECD ülkelerinde harcama ortalaması bunun iki misli, yâni 10 bin 502 dolardır. “ (Bknz. Eğitime Miyobi Bakıyoruz, Yeniçağ Gazetesi, 03 Temmuz 2020, Sf. 5)
Biz, vermeden, almayı hesap ediyoruz ve o da ‘fiyasko’yla neticeleniyor!..Her şey ortada!..”Görünen köy kılavuz istemez” sözü tam yerine oturuyor.
Böyle bir sistemden, ancak ‘üniversite mezunu işsizler ordusu’ çıkar!..
Böyle bir durumda, gençler ne yapsınlar?
İlkokula giren her çocuk, yıllar sonra, büyük bir ümitle, üniversiteyi bitirmiş bir genç olarak, ‘hayata atıldığını sandığı anda’, büyük hâyâl kırıklığı yaşıyorsa, mes’ul ve selâhiyetlilerin gözüne uyku bile girmemelidir.
Bugüne kadar ne ile meşgûl edildiğimizi ve şimdilerde ise, neyle uğraştığımızı artık idrâk etmeliyiz!..