SAYILI GÜN TEZ GEÇER
SAYILI GÜN TEZ GEÇER
M. HALİSTİN KUKUL
Her şeyin bir muhasebesi vardır/olmalıdır. Benimki de, ‘Muhasebe’ başlıklı şiirimde buğulanır... Önce onunla başlayayım:
“Bir dağın başında yapayalnızım;
Boşuna kuşatmış zamanlar beni!
Münzevî sarhoşluk, sır sızım sızım;
Harfsiz, renksiz, sözsüz, kim anlar beni?
Bir târifsiz sükûn, yetmiyor dilim;
Yerdeki, gökteki her şey sevgilim!
Bu fâni varlığım, ezelimde kim?
Niçin kahrediyor bu zanlar beni?
Ne kadar yakının gezegenlere;
Hâlbuki, ben nere, oralar nere?
Koskoca kâinat sanki cendere;
Çepeçevre sardı kızanlar beni!
Başım, başım sargın bir sürü derde;
Sanıyor musun ki, iş biter yerde?
Beyin ile kalbi çıkarıver de,
Bak, nasıl yazıyor, yazanlar beni?
Ben ki, yıllar yılı mektep okudum;
Nice netîceyle, sebep okudum.
Neyi okudumsa edep okudum;
Anlar mı toprağı kazanlar beni?
Ne kadar da zormuş, bu yük uhdeme!
Yükü, veren vermiş; Sakın, ‘Âh!’ deme.
Dağ yüklenememiş, gelmiş Âdem’e;
Ferahlatır bir tek ezânlar beni!.. (2011)
Bugün, bir ocak ikibin yirmi üç, pazar!..Bu târih itibariyle, bu fâni dünyada, seksen yılımı bitirdim.
Sayılı gün; ‘bir dağın başında yapayalnız’ olsan da geçiyor/geçecek; seni, hiç sayan kalabalıkların arasında volta atsan da!..
Hangisini tercih edersin, derseniz; elbette ki, hiçbirini, derim!..
Hiçbirini!..
Çünkü; Allah ü Teâlâ, bizi, kabuğumuza çekilip ömür sürmek için değil, yaşadığımız cemiyetle hemhâl olup, hâldeşlik ve gönüldeşliğe kavuşmak; kendisine kul, mahlûkata hizmet ve merhamet için yaratmıştır.
O hâlde, dünyaya geliş maksadımızı bilmemiz ve bu maksadın hedefini tâyin etme irâdesiyle yürümemiz gerekmektedir. Benim muhasebem, budur!..
Sayılı gün tez geçer, geldi geçti, elimde ne kaldı, yıllar su gibi aktı gitti, bir göz açıp kapamalık zamanmış hepsi…gibi mazeretlere sığınmanın da hiçbir önemi yoktur!..
İşte, geldi geçti!..Doğru!..Fakat, bakmalıyım ki, ne yaptım ve elimde ne var?
Yâni; teşhisi iyi koymalıyız; muhasebe’yi yerli yerine oturtmalıyız!..
Hesap; kusuru, zamana yüklemeden verilmelidir!..Senin-benim acziyetime ‘zaman’ ne yapsın?
Arkaya/geriye/mâzîye, öteye-beriye dönüp bakıldığı zamanki hesap, “Âhiretin tarlası” olarak bize ikrâm edilen mekâna ve zamana ve hattâ cemiyete ve mahlûkata –nefsî tavrımızın da ötesinde- ihânet etmemekle de ‘mes’ul olunan hesap’tır!..
Ve yine..Yaradılış maksadımızı, fıtratımızı da bilmeliyiz. Allah ü Teâlâ, Er-Rûm Sûresinin 30. âyetinde şöyle buyurur:
“O hâlde, yüzünü, muvahhid olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki, O, insanları, bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışına (hiçbir şey, hiçbir yanlış yorumlama) bedel olamaz. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat, insanların çoğu bilmezler.” (Arvasî, Seyyid Ahmet, İlm-i Hâl)
Benim için; bu hâl üzre olmak yâni Müslüman-Türk evlâdı olarak doğup ömür sürmek ve bu gaayenin hâdimliğini bir mukaddes ülkü kabul etmiş bir hayat yaşamak, her arzunun fevkindedir.
Yine ifade etmeliyim ki, asla ve kat’a nefsânî olmamak kaydıyla yazdığım değişik edebî tarzlardaki onsekiz kitap, baskıya hazır bir o kadar eser ve sayısını ancak takribi olarak arzedebileceğim ikibinin çok üzerinde makale ve deneme, bu muhasebenin esâsını teşkil eder.
bu çetrefilli, çatışmalı, çekişmeli, çelişkili, çileli fakat cezbeli dünyada yaşadığımı ispata hazır yegâne vâsıtalardır.
Seksen senede ne yaptın? Sorusunun cevabı, bir defa, hepsinde iyi niyetli olduğumu beyânla, iyi ahlâkı tasvip, tavsiye, telkîn ve mensubu olmakla iftihar ettiğim mübârek İslâm dinine hizmete gayret ve bu dini, târih boyunca, kendini fedâ derecesinde müdafaa eden Türk milleti için sâmimî çalışmalarımdır, derim.
Elbette ki, bana emânet edilen her âzâmın hesabını vermekle de mükellefim!..Onları, kötü işlerde kullanmamdan ötürü, yüce Allah’ın affına sığınırım!..Ancak; inanıyorum ki, hayatımın her safhasında, kâinatın bütün güzelliklerini bana temâşa ettiren, okumamı ve yazmamı sağlayan bu iki gözün ve kalem tutup, daktilo veya bilgisayar tuşlarına basıp yazı yazdıran bu parmakların bendeki hakkını asla ödeyebilmem mümkün değildir.
Beni gezdiren bu ayakların; çok değişik fikirleri bana muhakeme ve tahlil ettirip, onları, yazıya döktüren bu beynin ve en kâmil aşkları, merhametleri ve muhabbetleri içine sindiren bu kalbin de hakkını ödeyebilmem mümkün değildir!..Ve, muhakkak ki, diğerleri… hepsi ayrı ayrı ‘hesaba’ dâhildir!..
Bana ikrâm edilen bu ömür; Allah ü Teâlâ tarafından, Enbiyâ sûresinin 107 âyetinde, kendisine, “Biz, seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” hitabıyla taltif edilen, Kâinatın Efendisi’ne verilen altmış üç yıllık ömürden nice fazladır. Buna, binlerce, milyonlarca ve milyonlarca milyon şükür gerekmez mi?
Bana ikrâm edilen bu ömür; Yûsuf Has Hacip’e, Kâşgarlı Mahmud’a, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’ye, Mehmet Âkif’e, Yahya Kemal’e, Necip Fâzıl’a, Peyami Safa’ya, Nihal Atsız’a, Ârif Nihat Asya’ya, Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Prof. Dr.Mehmet Kaplan hoca ve S. Ahmet Arvasî hoca’ya…verilen ömürden nice fazladır. Buna, milyonlarca ve milyarlarca şükür etmemek nankörlük olmaz mı?
Şanlı Peygamberimizin; “Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz” buyruğunu kılavuz edinerek yola devam etmek, elbette ki, en doğru ve en mâkul düşüncedir.
Yâni; “Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış; yarın ölecek gibi de tedbirli ol” hadîs-i şerifini rehber edinmek yegâne istikamet olmalıdır. Benim istikametim de, budur!..
Şu an itibariyle; tam bir teslimiyet içinde, bir saniye sonrasının hesabını yapamayan bir idrake sâhip biri olarak, sâdece, tâyin edilen zamanı değerlendirmekten gayri bir emel taşımam da mümkün değildir. Bu yolda, azimle yürümekten başka bir hedefim de olamaz!..
Hangi yaşta olursak olalım; ‘zamanın kıymetini bilmek’ yegâne vazifemiz olmalıdır!..