Millî birleşik müşterek şuûr, zor zamanlarda kendini âşikâr eder. Hiç beklenmedik bir anda, hiç beklenmedik şahıslar tarafından, hiç beklenmedik bir mekânda belirir ve ‘tezâhürat/nümayiş’ hâlini alır.
Türk mileti olarak, târih boyunca geçirdiğimiz pek çok sıkıntıyı, bu ‘millî birleşik müşterek şuûr’ ile alt etmiş ve eğilmeden bükülmeden bugünlere ulaşmışız.
Bu duruma, son zamanlarda hemen hemen her şehrimize gelen şehit cenâzelerinde şâhit oluyoruz. Dikkat ettim, başlık olarak aldığım cümle, cenâze namazları sonrasında, bilhassa gençler, gurur duydukları, kendilerini âdeta şehitlerimizin yerine koyarak terennüm ettikleri bir tavırla, hep bir ağızdan, “Şehidim, Hakkını Helâl Et Bize” diye haykırmaktadırlar.
Şüphesiz ki, bu asîl tavır, millet olarak hepimiz için iftihar vesîlesi olmakta, hepimizi gururlandırmaktadır. Bu; “Türk milleti bir ordu” düşüncesinin târihî kimyâsının netîcesidir. Şehitlerimizle hemhâl olmak, onların peşinden sıraya girmek arzusudur.
Yalnız bir başka husus var ki, onu da tekrar etmeden geçemeyeceğim: Bütün bu faaliyetler olurken, cenâze namazlarını kıldıran imamlarımız, her defasında, “Şehidimize hakkınızı helâl ediyor musunuz?” diyerek, cemaâtten helâllik talebinde bulunmaktadır.
Şehitlik, yüce ve mukaddes dînimize göre en yüksek birkaç mertebeden biridir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyiniz. Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz, anlayamazsınız.”( Bakara, 154) buyurmaktadır.
Peki; birkaç defa yazdım, askere gitmemek için binbir bahaneyle askerlikten kaçanların da bulunabileceği cemaâtten, hattâ hayatı boyunca hiç karşılaşmadığı birilerinden, şefaat beklenilen şehitler için, niçin hak helâlliği talebinde bulunulur?
Bu hususta, ya gençlerin “Şehidim, hakkını helâl et bize” sözünde bir yanlışlık(!) yâhut da, “Şehidimize hakkınızı helâl ediyor musunuz” sözünde bir gariplik vardır!..
Bu hususa, bugüne kadar, hiçbir dînî selâhiyetlinin temas etmemesi düşündürücüdür. Tek taraflı ve ‘vekâleten helâlleşme’ hakkında konuşması gerekenler konuşmalıdır.
Hatırlatmak istiyorum: 2016 yılının Ekim ayında, Diyarbakır'ın Hani ilçesinde şehit edilen Astsubay Adnan Uluışık'ın annesi, cenâze töreninde şunları söylemişti:
"Oğlum, hakkını bize helâl et!"
Düşününüz; bir ana, çocuğundan helâllik istiyor!..
Meselâ; Şehit Musa Özalkan'ın twitter hesabındaki vasiyetini iyi düşünüp tahlil etmek gerekir. Diyordu ki: "Biz, aşkı, vatan için canını verenlerden öğrendik."
Diyordu ki: “Vasiyetimdir: Şehit olursam Kurt-ar Derneği aracılığı ile Telafer'deki Türkmen Bala'lar/çocuklar için anaokulu, kreş veya kültür merkezi, devletin bana vereceği paradan yaptırılması ve ismimin konması. Reis vasiyetimdir, aileme iletirsin. Telefonumdan gelen mesaj kayıtlı dursun şahit olsun!"
Bu söz söylendiği zaman yazmıştım: Musa Özalkan’ın, “Biz, aşkı, vatan için canını verenlerden öğrendik” sözünü, okulunun duvarına yazan bir okul müdürü var mıdır? Onlar, bu aşk uğruna şehit olurlarken, memleketin televizyonları, gazeteleri, okulları acaba hangi aşk’tan dem vurmaktadırlar?
Türk milletinin idârecileri, hiç vakit kaybetmeden, bu ‘hazır alt şuûru’ dinamik hâle getirmelidirler.
Peki, nasıl getireceklerdir? Elbette ki, bunun çok yolu vardır fakat esas yol, ahlâkî temelleri sağlam bir maârif sistemiyle mümkündür. İlmi esas alan, okuyan, çalışan ve her türlü üretimi sağlayan gençlerin yetiştiği bir Türkiye’nin önüne geçilmesi mümkün değildir.
Büyük Şâirimiz Yahya Kemal Beyatlı, Eğil Dağlar adlı kitabında şu îkazı yapar: “İzmir’e Yunan baskınından sonra Anadolu’da birdenbire parlayan mukaddes ateş ve dökülen mukaddes kan, bu milleti müebbed yaşatacak iki unsurdur...Vatan acılarını, tatmadan evvel anlayamıyorduk”.
S. Ahmet Arvasî ise, “İslâm Dayanışması ve Türklük” başlıklı yazısında şöyle diyor: “ İslâm Dünyası'nı sevk ve idare ettiğini sanan "lider kadrolar" farkında olmasalar bile, emperyalist güçler, Türk'ün dinamizmini, teşkilâtçılığını, bağımsızlık şuûrunu ve hürriyetçi karakterini çok iyi tanıyorlar. İslâm dayanışmasının, ancak Türkler'in öncülüğü ile sağlanabileceğini de çok iyi biliyorlar" (Türkiye Gazetesi, 06 Ekim 1986)
Ne yazık ki, bugün, İslâm Dünyâsı diye adlandırılan tam elli yedi ülke bulunmaktadır ve neredeyse, hiçbirinin bir diğerinden haberi yoktur. Haberdar olanların bâzıları da birbiriyle menfaat çatışmasındadırlar.
Bu bakımdan; “Ne Amerika, ne AB, ne Rusya, ne Çin, her şey Türk milletinin huzur ve refahı için” ilkesiyle, hiçbir sömürgeci/müstemlekeci/emperyalist güce, hiçbir tâviz vermeden, birlik şuûruyla yürünmesi/yürümemiz gerekir.
İçi boş, maksatsız, hedefsiz oyalayıcı sözlere değil; gerçekçi, yere sağlam basan ve istikbâli görebilen icraatlara âcilen ihtiyacımız vardır.