İnsan zihni, târîfi çok zor karmaşık tâbirlerin merkezidir. Hayâl, rüyâ/düş, hâfıza, duygu, muhayyile, tasavvur gibi pek çok kelimenin îzahını aradığı bu merkez, muhakkaktır ki, kelimeler vasıtasıyla fikirlerimizi ifadede müracaat kaynağımızdır.
Hayâl; ülküdür. Nihaî hedefe varma emelidir. Farklı hâlini de söylemek mümkündür, ona da temas edeceğiz.
Mehmet Âkif Ersoy:
“ -Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim;
İnan ki; her ne demişsem görüp de söylemişim.
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun; hakîkat olsun tek!” (1)
Demesine rağmen; “I. Dünya Harbi sırasında, İttihat ve Terakki’ye bağlı Teşkilât-ı Mahsûsâ’nın aracılığı ile Almanlar tarafından Berlin’e dâvet edildi. Almanların bu dâvetten maksatları, İngilizlerden esir alınan müslümanlara “iyi muamele” yapıldığını Mehmet Âkif gibi bir şair ve gazetecilere göstererek İslâm dünyasının sevgisini kazanmaktı. Bu seyahat, edebiyatımıza 5. Safahat’taki Berlin Hâtıraları’nı kazandırdı. Almanya dönüşü yine Teşkilâtı Mahsûsâ tarafından Necit’e gönderilen Âkif, Medine’ye de uğrayıp Hz. Peygamber’in Ravzâ’sını ziyaret etti. Çok istediği hâlde Mekke’yi göremedi. Dönüşünde, dinî heyecan ve ürperişlerin ifâdesi olan Necit Çöllerinden Medine’ye şiirini yazdı. Daha yoldayken işittiği Çanakkale zaferinin sevinciyle, “Şehitler”e seslenen muhteşem şiirini meydana getirdi.” (2)
Mehmet Âkif’in, “yoldayken işittiği Çanakkale zaferinin sevinci”yle muhteşem bir ‘şiir’ yazması, bize, şiirde, ‘hayâl gücünün’ kudretini ve ne kadar önemli bir yer işgal ettiğini göstermektedir. Elbette ki, sâdece şiirde değil, dîğer sahalarda da ve günlük hayatımızda da, bunun önemine şahit olmaktayız.
Mehmet Âkif gibi büyük bir şâir, hem ‘ısrarla’, yâni “Hayır”la başlayan mısrasında, “hayâl ile yoktur benim alış verişim” diyecek; ve hem de, sâdece ‘işitmeye’ dayanan hâdiseler zincirini birleştirip, böylece, muhteşem bir şiir vücûde getirecektir.
Mes’eleyi tahlile çalışırken, ona, bugünün değil, Birinci Cihân Harbi yıllarının ve sonrasının her türlü haberleşme vasıtalarını ve şartlarını göz önüne alarak bakmak lâzımdır. Fiilen hiçbir harpte bulunmayan, harp şartlarını resimlerden/fotograflardan başka bir yerde görüp müşahede etmeyen bir insanın, bu dehşetli hâlleri, en azından bir ‘televizyon’ vasıtasıyla görmesi gerekirdi ki, böyle mısrâlara ulaşabilsin:
“Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle “bu, bir Avrupalı”
Dedirtir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahpesi, yahud kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi...Mahşer mi, hakîkat mahşer.” (3)
Hayâlin gücü budur ve bu hayâl, bu mevzûda, şâirin ülküsünü gerçek yapmıştır. Yâni; hayâl bir vâkıa’dır, hakîkattir ve aynı zamanda zafere alkıştır. Yâni; ‘gerçeği arayan, hayâl’dir.
Yahya Kemal, “Deniz Türküsü” başlıklı şiirini şu iki mısrâyla bitirir:
“Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar!..
İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar” (4)
“Hür mâviliğin bittiği son had”; aslında, bitmeyen’dir. Bu uçsuz bucaksız, sınırsız tahayyülün işâretini bir sonraki mısrâ vermektedir ki, bu da, hâlâ, ‘hayâl ettiği müddetçe’ ifadesinde diriliğini göstermektedir.
Şüphesiz ki, hiçbir şiir, bir bütün olarak, tek bir unsurdan meydana gelmez/gelemez. Fakat, bırakınız olgunlaşmayı, hayâl olmadan, düşünce safhasına bile geçemez.
Suut Kemal Yetkin, “Şiirin Yapısı” başlıklı yazısında şöyle der:” İlk bakışta şiirde üç şey görünür: madde, şekil, mevzu. Şiirin maddesini mânalı sesler olan kelimeler teşkil eder. Şiirin şekline nazım denir ve bundan kelimelerin âhenkle ve vahdetli bir düzene konulması, yani vezin anlaşılır. Şiirin anlattığı şeye de onun mevzuu diyoruz.
(...) Gerçek şiirde bütün bir rüya ve hatıra dünyası bulmağa imkân yoktur.
Belki hâlâ o besteler çalınır
Gemiler geçmeyen bir ummanda.
Bu mısralarda ne var? Büyük bir fikir mi? Tarihî veya ilmî bir hakikat mı? Görülmedik bir hayal mı? Hayır, bunlardan hiçbirini görmüyoruz. Kelimeler bildiğimiz kelimeler. Bununla beraber bu mısralar başka bir dünyadan gelmiş gibidirler. “ (5)
Türk şiirinde, ‘hayâl’ kelimesini en çok kullanan şâirimiz Yahya Kemal’dir. “Hayâl Şehir” başlıklı şiirine şöyle başlar:
“Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir’den bak!
Bir zaman kendini karşındaki rü’yâya bırak!”
Mâlûmdur ki, hayâl, tıpatıp olmasa bile, zaman zaman ‘rü’yâ’ yerine de kullanıldığı olmuştur. Meselâ; hayâl kurmak deriz de, rü’yâ kurmak diyemeyiz. Rü’yâ görülür; hayâl, edilir!..Şâir, burada, rü’yâ kelimesiyle târîfi imkânsız geniş bir manzarayı işâret etmektedir. Yâni, o manzarada sâdece gördükleri yoktur.
Kaldı ki; şiirde,”hayâlhâne” kelimesi de önemli bir yer tutar. Bu kelime, derinlemesine düşünülmelidir. Bu, hayâle, bir mekân tâyin etmekten ziyâde, onu sahiplenmeye dayanır. “Hayâlhâne”, bitip tükenmeyen bir hazînedir.
Peşinden;
“Nice yüz bin senedir şarkın ışık mîmârı
Böyle mâmûr eder ettikçe hayâl Üsküdar’ı” (6)
Mısraları gelir ve ‘hayâl’ bambaşka bir mânaya bürünür. Dediğim gibi, Yahya Kemal’de ‘hayâl” çoktur. “Hayâl Beste” başlıklı şiirini bitiren şu mısraları, “şâir hayâli’ne, güzel bir örnek teşkil eder:
“Gönlüm isterdi ki mâzini dirilten san’at,
Sana târihini her lâhza hayâl ettirsin” (7)
Bu sebeple, O’nun için, belki de, tam bir ‘hayâlperest’ diyebilirim. Bu terkip yâni “hayalperest”, şüphesiz ki, ikili bir mâna taşıyor. Birincisi; vurdumduymaz, boş işlerle meşgûl, düşüncesiz, gereksiz işler peşinde koşan, kendini boş işlere kaptıran...gibi mânalardır. Hâlbuki; Arapça’dan dilimize giren “hayâl”, Farsça’dan giren “perest yani çılgıncasına seven, çok seven” olarak düşünüldüğünde, Yahya Kemal’i, ülküsünün peşinden çılgınca koşan bir şâir olarak düşünmemiz mümkündür. “Mâzî”ye bakışta bile!..
Her şeye rağmen, “hayâl ile benim yoktur alış verişim” diyen Âkif de böyledir.
Mehmet Çınarlı, “Boşuna” başlığını taşıyan şiirinde, bu kelimeyle ‘ümitsizliğini’ ifade eder:
“Durmadan çırpınıyorsan da, bu gayret boşuna!
Yazma boş, söyleme boş, kaygı ve hiddet boşuna!”
Diye başladıktan sonra, şiirini şöyle bitirir:
“Bir güzel ses bırakıp gitme hayal eylerken,
Şairim, çıktı hayalin de nihayet boşuna!”(8)
“Geleceğe Sesleniş” başlıklı şiirimin ilk kıt’asındaki gibi, ‘hayâl”in dar geldiği, ona ‘sığmaz’ sevdâlar da vardır:
“Bu vatan benim, güzelliği hayâle sığmaz;
Bu çakıl taşı benimdir, kim der ki, bir işe yaramaz!
Sil ortalıktan bütün kinleri kardeşim,
Topla hepsini bana yaz!” (9)
Bahtiyar Vahabzade’nin “Hayâlim Benim” şiiri, 1965 tarihlidir. Onda, çok mânalı bir muhayyilenin ürünü olan çok geniş bir tasavvur ve sınırsız arzular kümelenmiştir. Bu, hem ferdî ve hem de millî bir serzeniştir:
“(...)Göz bana gösterir bugünü, ancak
Yarını görürüm hayalimde ben.
(...)Arzular, arzular, şirin arzular,
Hayal gözümüzün bebekleridir.
(...)Gözle görmediğim dileklerimi
Seninle görürüm, hayalim benim.” (10)
Hayâlgücümüzü, hayâlperestliğimizi, hayâlhânemizi, hayâlkırıklığına çevirmemek için, ısrarlı bir şekilde hayâlimizden vazgeçmeden, onları her türlü tabiî ve mekanik tehlikelere karşı koruma altına almamız lâzımdır.
Bilinmelidir ki; insan, hem “hayâl ettiği müddetçe yaşar” ve hem de hayâl ettiği kadar üstün bir san’at cehdiyle donanır.
KAYNAKLAR
1.Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, Eseri Tertip Eden: Ömer Rıza Doğrul, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1974, Sf. 240
2.Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, Cilt: 3, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 1974, Sf. 108
3.Âkif, Safahat, Sf. 425
4.Yahya Kemal Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz, İkinci Basılış, Fetih Cemiyeti Yayını, İstanbul 1963, Sf. 97
5. Şiir Sanatı, Hazırlayan: Yaşar Nabi, Varlık Yayınları, İstanbul 1969, Sf. 28 ve 34
6.Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, Sf. 30-31
7.a.,g.,e., Sf. 39
8. Mehmet Çınarlı, Güzelliklere Doymam, Ecdâd Yayınları, Ankara 1995, Sf. 88
9. M. Halistin Kukul, Uyanmak Zamanı, Yakınplan Yayınları, İstanbul Nisan 2017, Sf. 22
10.Bahtiyar Vahabzade, Gün Var Bin Aya Değer, Türkiye Türkçesi’ne Aktaran: Beşâret İsmail, Nil Yayıları, İzmir 1992, Sf. 48-49
ÇINGI DERGİSİ, SAYI: 76, KASIM-ARALIK 2022, SF. 13-15