Vefâtının 96. Yılı Münâsebetiyle, SÜLEYMAN NAZİF-“KARA BİR GÜN” VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Süleyman Nazif, 29 Ocak 1870 (bâzı kayıtlarda, 1869) târihinde, Diyarbakır'da doğmuştur.
Millî Mücâdelenin başlangıç döneminde, hayatının en cevval zamanını yaşayan şâir, üstün millî rûh ve millî heyecana sahip bir vatanseverdir.
1897’de Paris’e gitmiş, dönüşünde, 1897-1908 yılları arasında Vilâyet Mektupçusu olarak Bursa’da ikamete mecbûr edilmiş; bilâhare, 23 Temmuz 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra, Basra (1909), Kastamonu (1910),T(ı)rabzon (1911), Musul (1913) ve Bağdat (1914) valiliklerinde bulunmuş; 1915’te, İstanbul’a dönerek, Ebüzziya Tevfik’le birlikte Tasvir-i Efkâr Gazetesi’ni çıkarmaya başlamıştır.
İtilâf Devletleri’nce işgalinin (13 Kasım 1918) ertesinde, Hadisât Gazetesi'nde yayınladığı “ Kara Bir Gün” adlı yazısıyla, işgalcilere karşı en sert tepkiyi ortaya koyan Süleyman Nazif olmuştur.
F(ı)ransız generalinin, küçümseyici ve kibirli bir edâyla Türk pâyitahtı/başşehri İstanbul’a girişini ve onu alkışlayan yerli gayrimüslimlerin yâni müslüman olmayan ‘azlık ırkçıları’nın alkışlarını içine sindiremeyen Süleyman Nazif, “Bir Kara Gün” başlıklı yazısıyla Türk târihine ibret alınması gereken bir kayıt düşmüş, çok mühim bir vesîka bırakmıştır.
23 Ocak 1920 tarihinde, Darülfunun’da, Türk dostu F(ı)ransız yazar “Pierre Loti Günü” adı altında yapılan toplantıda yaptığı, “Pierre Loti” konulu konuşmasında, F(ı)ransızları protesto etmiş ve bunun üzerine, İngiliz işgalcileri tarafından Malta adasına sürülmüştür.
Malta’daki sürgünde yirmi ay kalan Süleyman Nazif, orada da boş durmamış fikrî çalışmalarını sürdürmüştür.
Edebiyat târihcisi Ahmet Kabaklı, O’nun hakkında şöyle diyor:
“Malta’da yirmi ay kaldı. Yurt hasreti ve memleket dertlerine ağlayışları ile, Kurtuluş Savaşı’nın ruh ve heyecanlarını (Mehmet Âkif ve M. Emin Yurdakul ile birlikte) temsil eden vatan şairlerimizden oldu.
(...) Süleyman Nazif, şahsî gayretiyle Arapça, Farsça ve Fransızca öğrenmiş geniş kültür sahibi bir insandır. Tanzimatçılardan en çok Namık Kemal ve Abdülhak Hâmit’e hayrandır. Kemal’in heyecanlı ve pervasız yurtseverlik edâsını, o, Servetifünûn devrinde ve daha sonra sürdürmüştür.” (1)
Bir dîğer edebiyat tarihçimiz Nihad Sâmi Banarlı ise,Süleyman Nazif’in edebî şahsiyeti hakkında şöyle der:
“Süleyman Nazif’in edebî hayatında en parlak devir, meşrutiyetten sonra, milletçe ve vatanca uğradığımız büyük felâketlere ve haksızlıklara isyân eden engin bir millet ve vatan sevgisiyle yüklü, eserler meydana koyduğu devirdir. Bu devirde Nazif yine Namık Kemal’i hatırlatan canlı heyecanlı ve selâbetli bir uslubla dâima haykıran erkek sesli bir lisanla daha çok mensur yazılar yazmıştır. Bu san’atkârın zihnini saran hâdiselerin ruhuna varan, kuvvetli bir zekâsı ve zekâdan kuvvet alan derin tesirli bir ifadesi vardır. Türk ırkının meziyetleriyle Türk milletinin târihî fazîletlerine hayran olan san’atkârın böylesine büyük bir milleti, Trablus garb harbi, Balkan harbi, Birinci dünyâ harbi, gibi ıstırabdan ıstıraba sürükleyen haksızlıklarla yıpranır bir hâlde görerek, duyduğu samimî elemle yükselttiği erkek sesli isyan feryadları, millî edebiyatımızın her zaman sevgiyle anacağı unutulmaz hâtıralar arasındadır.” (2)
târihimiz, Süleyman Nazif’i, Servet-i Fünûn topluluğuyla ansa bile, görünen odur ki, Süleyman Nazif, onlardan pek çok hususiyetiyle ayrılmaktadır.
Nazif; millî ve İslâmî fikir ve tavırlarıyla ve vatansever yazılarıyla dâima göz önünde bulunmaktadır. Cenap Şahabettin ile, Hâdisât gazetesinde yazmalarına rağmen, Cenap Şahabettin, millî mücâdeleye biraz daha kayıtsız bulunuyordu. Aksine; Süleyman Nazif, her türlü mücâdeleyi göğüsleyecek fikir ve cesârete sahipti.
O dönemlerde; Osmanlı Türk Cihân Devleti, herbir zerresinde olduğu gibi, Anadolusu’nda da, acı günler yaşadığı zamanlar içinde bulunuyordu.
İşte, bu felâketli zamanlarda, F(ı)ransız generalinin, büyük bir kibirle İstanbul’a girişini hazmedemeyen Süleyman Nazif, 9 Şubat 1919 tarihli Hâdisât Gazetesi’nde siyah bir çerçeve içinde yayınlanan “Kara Bir Gün” yazısıyla durumu şiddetle protesto ediyordu.
Bu yazı üzerine, Süleyman Nazif, bu F(ı)ransız generali tarafından kurşuna dizdirilmek istenmiş, fakat, her nedense, Malta’ya sürgüne gönderilmesi tercih edilmişti.
Muhakkaktır ki, Süleyman Nazif’in “Kara Bir Gün” başlıklı yazısının üzerinde iyice ve ciddî olarak düşünülmesi gerekir. Onun hakkında yapılacak her tahlil önümüzü görmemize vesîle teşkil edecek bir metin olacaktır.
Çünkü; Türk vatanına, sâdece düşmanlar girmemiş, sâdece bir F(ı)ransız generali kibirli tavırlarıyla pâyitaht İstanbul’da yürümemiş, aynı zamanda, yüzyıllardır aramızda güven içinde yaşayan ve varlıklarını Türk milletine borçlu olan gayrimüslimlerin yâni (Ermeni-Rum-Yahudi) azlık ırkçılarının ikiyüzlü davranışları bir yana, bu işgalden büyük mutluluk duymuş ve büyük keyif almış oldukları da, tespit ve müşahede edilmiştir.
Öyleyse, önce; Süleyman Nazif’’in bu müthiş nutkunu okuyalım:
KARA BİR GÜN (Hâdisât Gazetesi 9 Şubat 1919)
Fransız cenaralinin (generalinin/paşasının) dün şehrimize vürûdu (gelişi) münâsebetiyle bir kısım vatandaşlarımız (azlık ırkçıları) tarafından icrâ olunan nümâyiş, Türk’ün ve İslâm’ın kalbinde müebbeden kanayacak bir cerihâ (yara) açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzün ve idbârımız (düşkünlüğümüz) şevk (neşe) ve ikbâle (saadete) münkalib (dönüşmüş) olsa yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü evlâd ve ahfâdımıza (torunlarımıza) nesilden nesile ağlanacak bir mirâs olarak terk edeceğiz.
Almanya orduları 1871 senesinde Paris’e dâhil olarak –Büyük Napolyon’un Neşîde-i mütehaccire-i muzafferiyyâtı olan (Napolyon’un kazandığı zaferlerin taşlaşmış bir şiiri olan)- Tâk-ı Zafer altından geçerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimizz ye’s ve azâbı duymamıştı. Çünkü Fransız namını/adını taşıyan her fert, çünkü yalnız Hıristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezâyirli Müslümanlar o mâtem-i millî karşısında aynı telehhüf (üzüntü) ve hicâb (utanç) ile ağlamış ve kızarmışlardı.
Biz ise mevcûdiyyet-i millîyye ve lisâniyyelerini (millî ve lisânî varlıklarını) bizim ulûvv-ı cenâbımıza (âlicenaplığımıza) medyûn (borçlu) olan bir kısım halkın (azlık’ın) hây ü hûy-ı şamatalariyle mâtem-i muazzezimize (aziz mâtemimize) en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük.
“Buna müstahak değil idik.” diyemeyiz. Müstahak olmasaydık bu felâkete dûçâr olmazdık (uğramazdık). Her kavmin sehâif-i hayatında (hayat sayfalarında) birçok ikbâl ve idbâr (düşkünlük) sahifeleri vardır. Fransa Kralı Birinci François (Fransua)’yı Charles Quint (Şarlken)’in mahbesinden (zindanından) kurtarmış ve koca Viyana şehrini kerrât ile (birçok kere) sarmış bir ümmetin defter-i mukadderâtında (mukadderat defterinde) böyle elemli bir satır da mestûr imiş (yazılıymış). Her hâl, mütehavvildir (değişirdir/değişecektir). Arapların güzel bir sözü var:
‘Isbır feinne’d-dehre lâyesbir/Sen sabret çünkü zaman sabretmez” derler.
Bu ibret verici müthiş nutuk, Türk milletinin her ferdinin zihnine iyice kazınmalıdır.
Süleyman Nazif; 4 Ocak 1927 târihinde, zatürreye yakalanarak İstanbul’da vefât etmiştir. Kabri, Edirnekapı mezarlığındadır. Allah, mekânını cennet etsin. Ruhu şâd olsun!..
Yazar Arslan Tekin, “ Kara Bir Gün” başlıklı yazısında, mes’eleyi günümüze taşıyarak ‘ibret noktasında’, bir muhasebe yapar ve şöyle der:
“Süleyman Nazif’in “Kara Bir Gün” makalesini bilir misiniz? İtilâf Devletleri’nin yalnız İstanbul’a girişlerine değil; Ermeni ve Rum içinden işgali alkışlayanlara karşı da isyanıdır.
Fransız general Franchet d’Esperèy, 8 Şubat 1919 günü, beyaz atının üzerinde, mağrur, İstanbul caddelerindedir. Ermeni ve Rumlardan bir kısım çılgınca alkışlıyor. Süleyman Nazif’in kahırla seyrettiği manzara karşısında, dudaklarından hiddetle şu cümleler dökülür:
“Kahpe sürüsü! Bugün âciz bir vaziyette bulduğunuz Türk milletine, elini kolunu bağladıktan sonra istediğinizi yapıyorsunuz. Fakat yarından korkun!.. Türk’ün yarınki intikamından korkun!”
Hâdisât gazetesine gelir ve yürekten “KARA BİR GÜN”ü yazar. Bu yazıyı bugüne adapte ettim. Hiçbir fark yok!
(...) Musa Anter (1992’de öldürüldü.), yukarıda okudunuz, Türk ülkesini savunduğu ve bütün Osmanlı’yı Türk gördüğü için, Diyarbakırlı “Kürt” Süleyman Nazif’i mezarında tekmelemişti. Hatıralarında övünerek anlatır.
21 Mart 2013 gününü asla unutmayacağız! Bizim kara bir günümüzdür.” (3)
Tarih; ondan, ‘ibret’ alınırsa maksadına ulaşır ve hakîkî mânada târih olur. Kalanı, ‘harflerden ve rakamlardan ibâret’, bir takım sözlerdir.
Buradan hareketle; Süleyman Nazif’in, Servetifünûncu veya başka bir ‘şeyci” olmasının da hiçbir önemi yoktur. Mühim olan, söylediği ve söylediğini tatbik’tir.
O’nun bu muhteşem nutkundan, en önemli cümle hangisidir derseniz, derim ki; “Buna müstahak değil idik.” diyemeyiz.” cümlesidir.
Bu cümle; Türk milleti olarak, fert fert herbirimizi, millî târihimizi murâkabe altına almaya dâvet ediyor.
Nereden, hangi târihten îtibâren?
Nasıl tasavvur edebiliyorsanız oradan îtibâren!..Yeter ki, bir noktadan başlayalım!..
Her seviyeli okulumuzda, fakat bilhassa üniversitelerimizde, mukayeseli tarihi, derin tahliller yaparak okutmaz isek, ifade ettiğim gibi, bir takım kelimelerle ve rakamlarla boğuşur, yerimizde sayarız.
İki acı hâtıramla sözlerime son vereyim: İlki; takriben on sene önce, bir sohbetimiz esnâsında, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi bir profesör arkadaşım, “Bu seneki, son sınıf öğrencilerimize, Yûnus Emre’yi okutamadan mezûn ettik” demişti. Tabiî ki, bu, hayretlik bir numûnedir.
Çok acı, değil mi?
İkincisi, 2020 yılı başında, Türk-Çin münâsebetlerini mevzû alan bir konferansa gittim. Konuşmacı, tarih doçenti, sözünün sonuna doğru, “Bu sene” dedi, Orhun Kitâbeleri’ni okutamadan öğrencilerimizi mezûn etmek zorunda kaldık”.
Ne fecî değil mi?
Peki; Yûnus Emre’yi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde ve Orhun Kitâbeleri’ni de Tarih (ve elbette ki, yine Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde) okutma önceliğimiz yoksa hangi mesâfeyi almamız mümkündür?!
İşin hulâsası budur!..
En azından, mes’eleyi, Attilâ’dan îtibâren ele almamızın şart olduğuna inanıyorum.
Çünkü; kanaatimce, ilk defa o zaman, “Buna müstahak değil idik” diyemeyiz” diye, muhasebe yapmak ve kendimizi sîgaya çekmemiz gerekirdi.
İşin sonunda, “acı idi-fecî idi” dememiz boş lâftan ibarettir!..
KAYNAKLAR
1. Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, Cilt:2, Üçüncü Baskı, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1973, Sf. 753
2. Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi-II, Fasikül (9-16), Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1976-1979, Sf. 1045
3. Arslan Tekin, Kara Bir Gün, Yeniçağ Gazetesi, 23 Mart 2013