“Milletler Cemiyeti bir gün olacak. Fakat, bugün henüz zamanı değildir. Çünkü Milletler Cemiyeti’nin vücuda gelmesi için çok kuvvetli bir cihan efkâr-ı ammesinin mevcut olması lâzımdır. Hâlbuki bugün cihan efkâr-ı ammesi, millî efkâr-ı ammelere nisbetle çok zayıftır. Bugün zavallı kadınlar ve çocuklar üzerine tayyarelerle bomba atılmasını kabul eden bir efkâr-ı ammeye, cihan efkâr-ı ammesi denilemez. Hür milletlerin manda altına alınıp esaret içinde ezilmesini kabul eden bir hey’ete de, milletler cemiyeti denilemez. Sâniyen, her devlet istiklâlinden ve hâkimiyetinden bir kısmını terk ederek, bir cihan devletinin tâbiyeti altına girmeyi kabul etmelidir. Bu cihan devleti, yalnız Avrupa olamaz. Zira Avrupa efkâr-ı ammesi, cihan efkâr-ı ammesi demek değildir. Avrupa âlemi tek başına insaniyeti temsil edemez. Ancak Avrupalı, Asyalı, Afrikalı, Okyanusyalı ve Amerikalı ne kadar iptidaî, mutavassıt, müterakkî aşiretler ve milletler varsa, bunların hepsinin mümessillerinden mürekkep bir meclise itimat edilebilir. Bugünkü Milletler Cemiyeti’nde böyle bir mahiyet var mıdır? Olmayınca, ona nasıl Milletler Cemiyeti nâmı verilebilir?”[1]
***
Başta BM olmak üzere, önemli uluslararası örgütlerin son dönemde yaşadığımız kanlı çatışmalar ve insani felaketler karşısındaki acziyetleri, yeni bir “kriz” tartışması başlatmış vaziyette. Kimileri, yaşananların çabuk unutulacağını ve küresel sistemin hiçbir şey olmamış gibi “kriz” öncesi hâle dönerek yoluna devam edeceğini düşünüyor. Bazıları ise olayların sıcaklığı ve yaşanan acının büyüklüğünün de tesiriyle, “krizin” yakın vadede alternatif bir düzene giden yolu açacağına dair ümitlerini yüksek sesle ifade ediyor.
Meseleyi ele almaya “kriz”in etimolojisine kısaca göz atarak başlamak, bu iki yaklaşım biçiminin temel parametreleri üzerine düşünürken genel bir bakış açısı inşâ etmemizi kolaylaştırabilir. Kriz kelimesi “bir hastalığın dönüm noktası” manasındaki Yunanca “krisis”dan geliyor. İngilizce’ye 15. yüzyılın başlarında geçmiş. 1600’lerden itibaren ise ekonomi gibi tıp dışındaki alanlarda karşımıza çıkmaya başlıyor. Türkçe’ye “buhran” biçiminde çevrilişinin hikâyesini, Ahmet Cevdet Paşa Tezâkir’in ilk cildinde anlatır. İşin ilginci, Arapça kökenli buhran da tıp sözlüğünün parçası. Üstelik “krisis”la aynı anlamı taşıyor.
Kelimenin köklerinde karşımıza çıkan “hâller” önümüze analitik bir pencere açıyor. Kriz, tıp terminolojisinde üç farklı hâle işaret ediyor; sağlık, hastalık ve hastalığın şiddetlenmesi. Oysa biz, kriz öncesine dönüşü, sorunun ortadan kalkışı gibi kabul eden “iki hâlli” düşünce biçimine alışığız. Karşımızdaki problemi dikkate alarak somutlaştırırsak, Ortadoğu’daki yangının alevleri sönmeye yüz tuttuğunda mesele kalmayacağını varsayan zihni tutum iki hâlli kavrayış biçimine örnek oluşturuyor. Sistemik düzeydeki değişim talebi ise kriz öncesi durumdan başka bir “üçüncü hâle” geçiş isteğinin tezâhürü.
***
Artık, kriz nasıl sona erecek sorusuna verilen cevapları kabaca sınıflandırabileceğimiz bir çerçeveye sahibiz. Ancak, kriz karşısındaki iki ana tavra biraz yakından bakıldığında bunların bünyelerinde önemli farklılıklar barındırdıkları da hemen anlaşılıyor. Kriz öncesine dönüşten başka ihtimal göremeyenlerin sadece küçük bir kısmını mevcut işleyişten kayda değer düzeyde rahatsızlık duymayanlar oluşturuyor. Büyük çoğunluk için ise mesele, hakiki bir değişimi hayata geçirmenin imkansız gözükmesi. Madalyonun diğer yüzünde bizi benzer çeşitlilikte bir manzara bekliyor. Hemen ufukta belireceğine inandığı “devrim”in heyecanıyla ürperen romantikler de, belki bir kaç kuşağa yayılacak uzun bir mücadele merdiveninin ilk basamaklarının tırmanıldığını düşünenler de var. Merakla cevabını aradığımız soru şu: Acaba bu tavırlardan hangisi bizi geleceğe taşıyabilir?
İlk tespitimizi, Gökalp’in yazının başındaki satırlarını şahit göstererek yapalım. Yaklaşık yüz yıl önce BM sisteminin öncüsü Milletler Cemiyeti hakkındaki eleştiriler bugünkülere benziyorsa “kriz”in işaret ettiği hastalığın çok uzun bir geçmişe dayandığını söyleyebiliriz. Yeryüzünde gücü, çevreden merkeze doğru hiyerarşik biçimde dağıtan modern dünya sistemi, kadim zamanlardan bu tarafa iktidarın doğasına mündemiç sorunlara yenilerini ekledi. Bu dönemde, düzen ve adalet arasındaki ilişkinin yeniden şekillenişine şahit olduk. Devlet/ulus kurma faaliyetinin erken tamamlandığı merkez coğrafyalarda, hak taleplerinin tehdit olmaktan çıkışı içerde adalet vurgusunu kuvvetlendirdi. Söz konusu sürece paralel biçimde içeriyi, dışardaki anarşiden koruma kaygısı/gerekçesi ise hem diğer merkez ülkelere hem de çevre coğrafyalara karşı düzeni adalete üstün tutan bir perspektif üretti. Merkez güçler bu yaklaşımı sahiplendikleri dönemlerde, aralarındaki meselelerin ya da çevre coğrafyalardaki gelişmelerin mevcut barışı bozmasını istemiyorlar.
Kolay zaferler vadeden abartılmış beklentilerin yahut saldırgan refleksleri uyaran büyük öfke/korku dalgalarının söz konusu kaygıları gölgede bıraktığı zamanlarda ise dışardaki "anarşiyi", içerdeki düzeni yayarak bertaraf etme dürtüsü öne çıkıyor, statükoyu koruma eğilimi de güç kaybediyor. Çıkarlar, yalnızca çevre coğrafyalarda bir müdahaleyi gündeme getirdiğinde değil; merkez güçler arasından birisi, diğerlerini dönüştürmek/nüfuz alanını daraltmak istediğinde de değerlerin yayılmasına ve dönüşüme yapılan vurgu şiddetleniyor. Zira değerlerin dili, ufukta beliren çatışmaya içerde ve dışarda destek bulmayı kolaylaştırırken, rakiplerin zayıflatılmasına da katkı sağlıyor.
Milletler Cemiyeti’nden BM’ye uzanan tarihi çizgiyi bu parametreleri dikkate alarak izlersek, çıkarlar gerektirdiğinde vaktiyle bayraklaştırılmış değerlere kolayca sırtını dönebilen anlayışın, yani "hastalığın" somut tezahürleriyle bol bol karşılaşırız. Milletler Cemiyeti’nin kuruluşuna temel teşkil eden, aralarında meşhur self-determinasyon ilkesinin de bulunduğu Wilson prensipleri, bir taraftan içerde ve dışarda ahlâkî talepleri seslendiren kamuoyunun coşkulu alkışlarını arkasına alırken öte yandan da Amerika’nın sömürge imparatorlukları aleyhine nüfuz alanlarını genişletme arayışının ilk somut adımını teşkil etmekteydi. Dünya pazarlarına girebilmek için sömürgeleri çevreleyen gümrük duvarlarını aşmak zorundaki ABD açısından self-determinasyon ilkesinin desteklenmesi şu önemli kazanımları beraberinde getirecekti: ekonomik kazanç, bağımsızlık peşinde koşan dünya milletleri nezdinde ciddi bir prestij, ülke içinde ve dışında ahlaki ilkelere uygun bir dünya düzenini özleyen kesimlerin coşkulu desteği.
Ancak başlangıçtan itibaren ABD ve Sovyetlerin üye olmayışı gibi ciddi zaafları bünyesinde barındıran Milletler Cemiyeti, Japonya, İtalya ve Almanya’nın saldırganlıkları karşısında etkisiz kaldı. Bırakın geniş sömürge imparatorluklarının tasfiyesini hızlandırmayı, "galip" büyük devletlerin kendi çıkarlarını kollama aracına dönüşen Cemiyet, II. Dünya Savaşı’nın kopuşunu da engelleyemedi. Bir dünya düzeninin istikrar kazanması bakımından gerekli asgari iki şartın sağlanamayışı, Milletler Cemiyeti’nin çözülüşünde ciddi pay sahibiydi. Galip ya da mağlup, tüm büyük güçleri kapsayan istikrarlı bir uzlaşma temin edilemediği gibi ikincil ülkeleri, perifik coğrafyaları hukuk içinde kalmaya ikna edecek ödül/ceza mekanizmaları da kurulamamıştı.
İlk kapsamlı Kolektif Güvenlik Sistemi deneyimine dair notlarımızın eksik kalmaması için cevabı günümüzdeki bazı gelişmelere de ışık tutan önemli bir soruyu ihmal etmemeliyiz. Amerikan Kongresi, Wilson’un fikir babalığını yaptığı bu kuruluşa üyeliği neden reddetmişti? ABD’de egemenlik prensibine gölge düşürecek her türlü uluslararası oluşuma tepkiyle yaklaşan çok güçlü bir toplumsal/siyasi damar mevcut. Bu kesim, kimi zaman Amerikan çıkarlarına hizmet edecek uluslararası kurumların inşâsını desteklese de arzu edilmeyen sınırlamaları benimsemeyi vurguları zamana ve koşullara göre değişen ekonomik, siyasi ve kültürel gerekçelerle reddediyor.
Nitekim BM de aslında Amerikan istisnâcılığıyla çıkarlarının dengelendiği bir zemin üzerinde inşâ edildi ve II. Dünya Savaşı’nı sonlandıran zaferin hukuki bir hiyerarşiye dönüştürülmesini sağladı. Savaş, "hasta düzeni" öldürmüş ve yeni bir başlangıç için imkan kapısını açmıştı. Galipleri dünya düzeninin tepesine yerleştiren daimi üyelik ve veto mekanizması, egemenlikleri hususunda son derece kıskanç davranan büyük güçlere sisteme katılmaları karşılığında çıkarları gerektirirse hukukun işleyişini durdurma imtiyazı tanıdı. Sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmayı sürdürdükleri dekolonizasyon süreci, merkez dışı coğrafyalara da düzenin istikrarı bakımından yeni/yenilenmiş taahhütlerle sistem içinde yer açılmasını gerekli kılıyordu. Genç devletler, hakimiyetleri altındaki bölgelerde kendi kaynaklarını kullanarak "düzeni" sağlarken, merkez güçlere de doğrudan yönetimin/denetimin maliyetlerine katlanmadan sahip olabilecekleri, riskleri hesap edilebilir bir güvenlik çevresi inşa edeceklerdi. Egemen eşitlik ve iç işlerine karışmama ilkesi, yeni devletlere görecekleri işlevi kolaylaştıran bir "iktidar" zemini sunuyordu. Zaten, sistemi denge noktasında tutmak için gerekli müdahale araçlarıyla donatılmış Güvenlik Konseyi, işler kötüye gittiğinde devreye girmek üzere hazır bekliyor olacaktı.
Galip koalisyonun çabuk parçalanması, küçük devletlerin sistem içinde denge oyunu oynama şansını arttırdı. Kendilerini müttefikleriyle daha eşitlikçi ilişkiler kurmak zorunda hisseden büyük güçler, çevre coğrafyalara önemli miktarlarda "yardım" akıtmaya başladılar. Soğuk Savaş’ta kazanmak için yalnızca maddi kapasiteler değil fikirler de seferber edilmişti. Nitekim BM, daha ilk yıllarından itibaren çıkarlar için yürütülen değerler arası rekabetin arenası hüviyetini kazandı. Örneğin, tek bir insan hakları senedinin değil de, insan hakları sözleşmelerinin varlığı bu iklimin ürünüydü: medeni ve siyasi haklara karşı sosyal ve ekonomik haklar. Her iki sözleşmede de yer alan self-determinasyon ilkesi ise ideolojik yarışın en “hassas” kulvarını oluşturuyordu. Amerika müttefikleriyle karşı karşıya gelme pahasına dekolonizasyonu desteklerken, Sovyetler Birliği’nin tavrında kapitalist sistemin “en zayıf halkası”nın kırılması ve Batı karşısında stratejik derinlik kazanılması hedefleri etkiliydi.
BM, Soğuk Savaş’ı takiben Sovyet ardılı coğrafyalar ve Ortadoğu’da yaşanan kriz/müdahale sarmalı sırasında yine tartışmaların merkezinde yer aldı. Büyük güçler arasındaki dengenin bozulması anlamına gelen "tek kutupluluk", değerlere dayalı dönüştürücü söylemin önünü açtığı müdahaleleri gündeme taşıdı. Bu dönemde BM, farklı aktörler tarafından askeri operasyonları yetkilendirdiğinde de, müdahalelere geçit vermediğinde de eleştirildi. Hayli uzun bir liste teşkil eden memnuniyetsizler, Washington’dan başlayarak geniş bir yelpazeye yayılıyor. Geçtiğimiz 20-25 yılda mevcut mekanizma içinde beş daimi üyeyi değişik kombinasyonlarla karşı karşıya getiren krizler yaşadık. Batı ve Rusya/Çin bloklaşması ya da Batılı aktörlerin kendi aralarındaki çatışmalar incelikle yapılmış çıkar hesaplarının tezahürleriydiler. Aktüel örneklerde de benzer bir durumla yüz yüzeyiz. Rusya ABD’ye, Suriyeli muhaliflerin değerlerin diliyle ifade ettikleri adalet taleplerini değil düzen ve istikrar ihtiyacını öncelemesi gerektiğini söylerken temel sistemik parametreleri kendi pozisyonuna uygun biçimde kurgulamaya çalışıyor. Adalet talebinin dayandığı değerlerin göz ardı edilmesi, büyük güçleri ve statüko bloğundaki ikincil ülkeleri/iktidarları tatmin etse de mağdurların ve onlarla değişik sebeplerle duygudaşlık kuran kitlelerin/ülkelerin tepkilerini BM sistemine doğru kanalize ediyor. Bu yüzden, şimdiye dek akıllardan her geçirilişinde acı gerçekle yüzleşilen reform mümkün mü sorusu tekrar gündemimizde. BM sisteminde değişiklik beklentisi çok yaygın olmasına rağmen, nasıl bir yeni BM sorusuna herkesin kabul edebileceği ortak cevaplar bulmak hiç kolay değil. Geçmiş tecrübeler, farklı gerekçelerle reform talep eden aktörlerin kendi aralarında uzlaşma arayışına girmektense özel çıkarlarını kollayarak etkinliklerini arttıracak formüllerde ısrarcı davrandıklarını gösteriyor.
***
II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ekonomik ve siyasi/askeri kapasitelerin yayılışında yaşanan önemli değişiklikler, reform taleplerinin en çok işitilen gerekçeleri arasında yer alıyor. Nitekim, yeni/yeniden yükselen güçlere G 20 gibi forumlar üzerinden küresel sistemde açılan alan, bu ülkeleri tatmin etmiş gözükmüyor. Nüfus, kimlik, ekonomi vs. bakımlarından temsil sorununa işaret eden ülkeler, "reform" taleplerini temelde iki biçimde dile getiriyorlar. Bazıları aynı statü ve yetkilerle daimi beşliye katılmak istiyor. Kimileri ise veto sistemini kaldıran ve daimi üyelerin sayılarını arttıran düzenlemeleri savunuyor. İlki, kulübe kabul başvurusu iken, diğeri kulübün mevcut üyelerine imtiyazlarının çoğunu terk ederek yeni katılımlarla daha mütavizi bir yapı kurma çağrısı mahiyetinde.
Ancak, devletlerin reform perspektifinden gayet radikal biçimde farklılaşan öneriler de var. "Küresel vatandaşların" temsili aracılığıyla dünya devletine giden yolun açılması isteği bunlardan biri. Başlangıç olarak, BM Genel Kurulu’na paralel çalışacak, üyeleri doğrudan seçimle belirlenecek bir BM Parlamentosu teklif ediliyor. Devletlerin hedefi, küresel iktidar dağılımının daha etkin bir pozisyonunda konumlanarak güç temerküzünü sürdürmek iken kozmopolit perspektifler tam da bunun tersini gerçekleştirecek reformların peşindeler.
Taleplerin içeriği hususundaki farklılıkların yanı sıra, reform doğrultusunda imtiyazlılar kulübünü zorlayabilecek saflaşmalara uygun bir iklimin bulunmadığını da söylemeliyiz. 1648’den sonra, modern devlet sistemi ciddi biçimde 1713, 1815, 1919 ve 1945’te masaya yatırıldı. Bu tarihlerin tamamı büyük savaşların sonlarına denk düşüyor. Benzer bir konjonktürden hayli uzaktayız. BM Genel Kurulu’nda dalgalanma yaratacak Bağlantısızlar Hareketi, G 77 çapında bir kıpırdanma da ufukta gözükmüyor. Üstelik, kendilerine daimi beşlinin yanında yer açmak isteyen ülkeler arasında ciddi mesafe ve sorunlar var. Yükselen güçler, küresel sistemi "eşitsizliği" sebebiyle eleştirirken bünyelerinde benzer problemleri derinlemesine yaşıyorlar.
Ayrıca, BM reformu ile ilgili tartışmaları yürütürken örgütü bileşenlerinden tamamen soyutlayarak "şeyleştiren" bir illüzyona da kapılmamak gerekiyor. BM, kararlarını uygulamak için üyelerinin imkanlarına bağımlı. Örgütün bütçesi, New York Belediyesi’ninkinin yaklaşık yarısı kadar. ABD, bunun dörtte birini karşılıyor. Yüz yıl önce Ziya Gökalp’in Milletler Cemiyeti için "olmazsa olmaz" dediği, doğrudan BM’ye bağlı güçlü bir silahlı kuvvetler de mevcut değil. Bu manzara şu soruyu beraberinde getiriyor. BM’de daha çok söz hakkı isteyen orta büyüklükteki aktörler, hedeflerine ulaştıklarında alacakları kararları uygulamak için daimi beşlinin ulusal kapasitelerine muhtaç olmayacaklar mı?
Kastettiğimizi daha açık-seçik ortaya koyabilmek için Türkiye’yi yakın dönemde en çok rahatsız ederek BM reformu tartışmalarına çeken Suriye kriziyle ilgili bir senaryo tasarlayalım. Çin ve Rusya’nın protesto ederek katılmadıkları bir BM Güvenlik Konseyi toplantısında alınan kararla Suriye’ye askeri müdahalenin önünün açıldığını varsayalım. Ancak, ABD-İngiltere-Fransa iç kamuoylarındaki savaş karşıtı hareketliliği gerekçe göstererek operasyona fiilen katılmayacaklarını ilan etsinler. Hukuki engelin kalkması, müdahaleyi isteyen güçler bakımından sorunu çözer mi? Rusya-İran ikilisine karşı çatışmays girmek anlamına gelecek bir askeri harekatı gerçekleştirmek mümkün olur mu? Bu soru işaretleri bize, BM Güvenlik Konseyi’ne atfettiğimiz önemin ardında yalnızca örgütün hükmi şahsiyetinin ve hukuki meşruiyet yaratma yeteneğinin değil, onu ayakta tutan güçlü aktörlerin de olduğunu hatırlatıyor.
Yakın vadeli reform beklentisine ümit bağlamadan önce bir başka soru üzerinde daha düşünmeliyiz. Türkiye’nin arzu ettiği BM reformu gerçekleşse Güvenlik Konseyi’ndeki koltukları dolduracak ülkeler Suriye ve Mısır hadiselerinde nasıl tavırlar takındılar? Muhtemel üyelerin politikalarına biraz yakından bakınca, reform geçirmiş bir BM Güvenlik Konseyi’nden Türkiye’nin istediği tarzda kararların çıkmasının çantada keklik olmayacağını anlıyoruz. Örneğin; nüfus, medeniyet aidiyeti vs. gibi seçim için öne sürülebilecek objektif kriterler, pekala darbeci general Sisi’nin temsil edeceği Mısır’ı ya da Şam rejiminin arkasında durma ısrarını sürdüren İran’ı Güvenlik Konseyi’nin yeni üyeleri arasına sokabilir. Bu tabloyu, BM reformuyla elde edilecek statünün beraberinde getireceği yükümlülükleri/maliyetleri de hesaba katarak ciddi biçimde tahlil etmeliyiz.
Peki, bu bir miktar karamsar tabloya mahkum muyuz? Ciddi bir BM reformu mümkün değil mi? "Üç hâlli" düşünmeyi terk edip, hastalığın kaçınılmaz devamını boynu bükük izlemekten başka şansımız yok mu? Şahsen, dış politika yapım sürecine referans teşkil eden beklentilerimizi gerçekçi tuttuktan sonra BM Sistemi’ne yönelik rasyonel eleştirilerimizin ciddi sakıncalar doğuracağını düşünmüyorum. Dünyanın muhtelif coğrafyalarında, küresel adaletsizlikleri kızgınlıkla izleyen kitlelerin sempatisini kucaklamak, Türkiye’yi sistem dışına itecek tepkisel politikaları tetiklemediği müddetçe bir mahsur doğurmaz. Üstelik, farklı dalga boylarındaki süreksiz tepkileri, uzun vadede etkin bir küresel kamuoyunun oluşumuna katkıda bulunacak biçimde kanalize edebilirsek, hakiki reforma giden yolda küçümsenmemesi gereken bir adım da atabiliriz.
Küresel kamuoyu ile olaylar karşısında dar ulusal çıkarlara ters düşse bile ilkeli tavır alıp hükümetleri de bu doğrultuda zorlayabilecek müşterek insanî vicdanı kastediyoruz. Türkiye’nin Ortadoğu’daki son hadiselerin ardından dile getirdiği şikayetler, ancak böyle bir kamuoyunda kitlesel karşılık bulabilir. Başta İslamofobi olmak üzere, dini/kültürel vs. önyargıları tahrik ve seferber eden yaklaşımlar ise bu ihtimali öteliyor. Yaşadığımız acı tecrübeleri bir yol haritasına tercüme ederken bu noktayı dikkate almalı ve tezlerimizi küresel vicdanın inşasına hizmet edecek formatlarda seslendirmeliyiz. Elbette, güvenlik sistemlerimizi ve diğer kritik alanlardaki milli kapasitelerimizi güçlendirmeksizin haklı sesimizi duyuramayacağımız bir dünyada yaşadığımızı da unutmadan...