“İslamofobi”nin kökenlerini, Osmanlı asırlarına ve hatta daha ötesine uzanan “Türkofobi”de arayanlar haksız değiller. Yüz yüze olduğumuz zihinsel şemaları tarihin örsünde bin yıllık çekiçler dövdü.
Ancak bu kadim çerçeve, devamlılık çizgisindeki fasılaları ve değişimi de gözlerden gizlememeli. Yeni tehditlerle/düşmanlarla boğuşmak için safların tanzimi her gerektiğinde eski korku şemaları, kolektif hafızada çok da ücra olmayan bir köşeye çekilirler. Ta ki, tazelenmiş çatışmanın alevleri tarafından konjonktüre uygun kalıplara dökülmek üzere sahneye davet edilinceye kadar...
Bu salınım, İslamofobi ile mücadelede iki önemli parametrenin dikkate alınması gerektiğine işaret ediyor. Öncelikle karşımızda, kolayca ortadan kaldırılabilecek bir sorun yok. Çözüm arayışları doğrultusunda üretilecek stratejilerin başarı düzeyi ise konjonktürün sağlıklı zeminlerde tahliline bağlı. Soğuk Savaş yıllarında bir nebze küllenen korkuların tekrar canlanışında, yaşadığımız çağın objektif siyasi, ekonomik ve sosyal dinamikleri pay sahibi. Ancak özel tarihsel kavşaklarda organize çabalarla kışkırtıldıkları da bir hakikat. Çünkü İslamofobi, son örneğine Mısır darbesi sırasında şahit olduğumuz tarzda somut jeopolitik sonuçlar üretme potansiyeline sahip. Batı kamuoyu, on yıllar boyunca İslam’la bağlantılı olay ve imgeleri korku nesnelerine dönüştüren bir propaganda sağanağına maruz kalmamış olsaydı, Rabia Meydanı’ndaki katliam karşısında insanî bir ses duymaz mıydık? Acı gerçek şu: İslamofobi’nin inşa ettiği filtreler, Ortadoğu’dan akan vahşet görüntülerini etkisizleştiriyor.
“Öyleyse ne yapmalı?” sorusu hayli zamandır gündemimizde. Nefret suçlarını körükleyen İslamofobi haklı bir öfke uyandırsa da, protesto sağanakları ve suçlamalar işe yarar çözüm formülleri sunmuyor. İslamofobi ile nasıl mücadele edileceğini gösteren sağlam temeller üzerine kurulu bir stratejiye muhtacız. Hedefimizi, kullanacağımız yöntemleri ve mesajlarımızı iyi seçmeliyiz. İslam toplumlarına İslamofobi’nin ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatmaktan ibaret faaliyetlerin etkili sonuçlar doğurmaları imkânsız. İslamofobi karşıtı çabalar, Batı kamuoylarındaki kanaatlere etki edebildikleri ölçüde fayda üretebilecekler. Bunu başarabilmek için ise İslamofobi tartışmalarında kaygılarımızı paylaşacak Batılı ortaklar bulmalıyız. Meseleyi doğru kavrar ve anlatabilirsek çalabileceğimiz kapılar olduğunu da göreceğiz.
Şu noktanın altını çizmeliyiz; Batı’da İslamofobi’nin ürettiği doğrudan terör, Müslüman’dan daha çok Avrupalı öldürdü. Anders Behring Breivik’in Oslo’da İşçi Partisi’nin gençlik kampına yaptığı saldırıda 77 kişi hayatını kaybetmiş, 151 kişi de yaralanmıştı. Breivik, arkasında, kendisini bu terör eylemine sevk eden sebepleri anlattığı 1.581 sayfalık bir doküman bıraktı. “2083: Bir Avrupa Bağımsızlık Deklarasyonu” başlıklı İngilizce metin, maalesef internet üzerinden İslamofobik ideolojiyi beslemeye devam ediyor. Breivik, burada yalnızca Türklere ve Avrupa’daki diğer Müslümanlara karşı beslediği düşmanlığın gerekçelerini sıralamıyor, “içerdeki” düşmana da işaret ediyor. Nitekim Norveçli teröristin seçtiği ilk kurban, çok kültürlülüğü savunarak Müslüman göçünü teşvik etmekle suçladığı Avrupa solu oldu.
Yazdıkları, Norveçli teröristin mantık zincirinin şu şekilde işlediğini gösteriyor: Avrupa medeniyetinin temellerini yıpratan göçmen Türkler ve diğer Müslümanlar ülkelerine geri gönderilmeliler. Ancak Avrupalıların tamamı tehlikenin farkına varmadan bir şey yapmak mümkün değil. Çok kültürlülüğü savunan ideolojiler ise bunu engelliyorlar. Avrupa’nın kurtuluşu için önce içerideki düşman bertaraf edilmeli...
Yani, Batı’daki köklerini derinleştiren İslamofobi’nin doğrulttuğu namlunun ucunda yalnız değiliz. Meramımızı muhataplarımıza doğru biçimde anlatabilmek için bu gerçeği daha çok vurgulamalıyız. İslamofobi’yi dert edinen sivil toplum örgütleri, Oslo katliamının mağduru ailelerle iletişime geçerek yaşadıklarını dünya kamuoyuna aktarmalarına yardımcı olamazlar mı? Breivik’in katliamı gerçekleştirdiği 22 Temmuz’u İslamofobi ile mücadele günü ilan etmeye, ilk yıldönümünü de Oslo’daki dehşete sahne olan adaya mağdurların anısına dikilecek bir anıtın açılışında kutlamaya ne dersiniz?
İslamofobi’nin Batı/İslam dünyası ekseninden Batı içi bir tartışmaya doğru taşınmasının sunacağı çok sayıda imkân var. Bu sayede Batı’da yürütülecek kampanyaların daha ilk adımda İslamofobik algı düzenekleri tarafından itibarsızlaştırılmasının önüne geçilebilir. Ardından, ülkelere göre İslamofobik suçları izleyip raporlayacak, mağdurlara haklarını aramak için yasal prosedürleri gösterecek “İslamofobi’yle mücadele merkezleri” gibi daha kurumsal adımların atılması kolaylaşacaktır. Doğru teşhis ve uygun strateji, her geçen gün ağırlaşan sorunu ortadan kaldırmasa da etkisini sınırlayacak yolları bize gösterebilir. Denemeye değmez mi?