Birleşmiş Milletler gibi bir kuruma neden ihtiyaç duyulduğunu merak edenlerin karşılarına çıkacak ilk kavramlardan birisi kolektif güvenlik olacaktır. Kolektif güvenlik yaklaşımı, dünyada barışın sağlanabilmesi için saldırgan karşısında bütün devletlerin harekete geçmesini gerekli görmektedir. Diğer birçok hususta olduğu gibi kolektif güvenlik anlayışına dair ilk Batılı metinlerin de “Türk tehdidine karşı dayanışma” ihtiyacına cevap vermek için kaleme alındığını görmekteyiz. Bugün anladığımız manada evrensel bir kolektif güvenlik yapılanmasına ilişkin teklifler ise, Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya siyaset sahnesinde ağırlığını hissettirmeye başladığı I.
Dünya Savaşı ve ertesinde gündeme geldi. Kurulan Milletler Cemiyeti, gizli anlaşmalara dayalı ittifaklar sistemine alternatif olarak düşünülmüştü. Milletler Cemiyeti’nin kuruluşuna temel teşkil eden, aralarında meşhur self-determinasyon ilkesinin de bulunduğu Wilson prensipleri, Amerika’nın sömürge imparatorlukları aleyhine nüfuz alanlarını genişletme arayışının ilk somut adımını teşkil etmekteydi. Bir dünya gücü olarak ortaya çıkan, ancak dünya pazarlarına girebilmek için sömürgeleri çevreleyen gümrük duvarlarını aşmak zorunda olan ABD açısından self-determinasyon ilkesinin desteklenmesi beraberinde iki önemli kazanım getirmiştir: ekonomik kazanç ve bağımsızlık peşinde koşan dünya milletleri nezdinde ciddi bir prestij.
Ancak yalnızca Sovyetler Birliği’nin değil fikir babası olan ABD’nin de üye olmadığı, bu yüzden de başlangıçtan itibaren ciddi zaafları bünyesinde barındıran Milletler Cemiyeti’nin öngördüğü kolektif güvenlik mekanizması, Japonya, İtalya ve Almanya gibi güçlerin saldırganlıkları karşısında etkisiz kaldı. Geniş sömürge imparatorluklarına sahip büyük devletlerin kendi çıkarlarını kollama aracı haline dönüşen Milletler Cemiyeti, II.
Dünya Savaşı’nın kopuşunu da engelleyemedi. Amerikan Kongresi, Wilson’un fikir babalığını yaptığı bu kuruluşa üyeliği neden kabul etmedi? Bu sorunun cevabı günümüzdeki gelişmelere de ışık tutuyor. Türkiye’deki küreselleşme bezirganlarının çizdiği dünya manzarasının tersine, küreselleşmenin merkez ülkesinde millî hakimiyet prensibine gölge düşürecek her türlü uluslararası oluşuma tepkiyle yaklaşan, etkinliğini günümüzde de hissettiren çok güçlü bir damar bulunuyor. Paradoksal gibi görünen bu yaklaşım, bir yandan Amerikan çıkarlarına hizmet edecek uluslararası kurumların inşâsını desteklerken, diğer yandan ise Amerika’nın “istisnaî” konumunu gerekçe göstererek arzu edilmeyen sınırlamaları benimsemeyi reddediyor. Nitekim Birleşmiş Milletler de “aslında” ABD’nin çıkarlarıyla Amerikan istisnâcılığının dengelendiği bir zemin üzerinde inşâ edilmiştir. “Birleşmiş Milletler, II. Dünya Savaşı’nın ardından 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan ve büyük insani yıkımlarla sonuçlanan savaşların tekrarını önleyerek uluslararası barış ve güvenliği korumak maksadıyla kurulmuştur.”
Resmi gerekçeler olarak bunlar sıralanıyor. BM’yi ortaya çıkaran “asıl” motivasyonlar arasında ise kitlesel kıyımların varlığından ziyade “kıyılan”ın Avrupa insanı oluşu çok önemli bir yere sahip. Savaş sonrası dünya dengelerinin, meşru ve hukuki bir hiyerarşiye dönüştürülmesine imkan veren Birleşmiş Milletler, “dekolonizasyon”u destekleyen bir mekanizma olarak da işlev gördü.
BM Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte ideolojik rekabetin tüm boyutlarıyla yaşandığı bir arena hüviyeti kazandı. Tek bir insan hakları senedinin değil de, insan hakları sözleşmelerinin varlığı bu ideolojik rekabetin ürünüydü: medeni ve siyasi haklara karşı sosyal ve ekonomik haklar. Her iki sözleşmede de yer alan self-determinasyon ilkesi ideolojik rekabetin en “hassas” noktasını oluşturuyordu.
Birleşmiş Milletler isminin bir galat olduğunu, Birleşmiş Devletler şeklinde düzeltilmesi gerektiğini ileri sürenler dönemin ruhunu kavrayamamaktadırlar. Amerika yukarıda sayılan sebepler dolayısıyla müttefikleriyle karşı karşıya gelme pahasına dekolonizasyonu desteklerken, Sovyetler Birliği’nin tavrında Lenin’in tabiriyle kapitalist sistemin “en zayıf halkası”nın kırılması, eninde sonunda başarıya ulaşmaları kaçınılmaz olan milliyetçi hareketlerin komünizmle eklemlenmesi yoluyla da Batı karşısında stratejik bir derinlik kazanılması hedefleri etkili olmuştu. “Millet” gerçeği, uluslararası politikanın merkezine yerleşirken, Birleşmiş Devletler tezini tekzip edecek şekilde bir millet üzerinde yükselen ancak bağımsız olmayan bazı devletlere de BM üyeliği hakkı tanındı. Ukrayna’nın BM üyeliği bu duruma bir örnek oluşturmaktadır.
Soğuk Savaş boyunca BM ancak bir tane kolektif güvenlik faaliyetine cevaz verdi. İki kutuplu sistemin niteliği ve Güvenlik Konseyi’ndeki veto mekanizması BM’yi bu alanda işlevsel olmaktan çıkardı. Kore Savaşı bu durumun tek istisnasını oluşturmaktadır. 1950 yılında Kore Savaşı başladığında S.S.C.B., Çin Halk Cumhuriyeti’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliğini kabul ettiremediği için boykot etmekteydi. Bu ortamda ABD, BM’den Güney Kore’nin desteklenmesi yönünde bir karar çıkarttı ve altmış üye devletten aralarında Türkiye’nin de bulunduğu yirmi ikisi, kuvvetlerini BM komutasına verdi. Kolektif güvenlik ilkesine dayanılarak gerçekleştirilen ikinci askeri müdahale, bundan tam kırk yıl sonra, Soğuk Savaş’ın hemen ardından yapıldı. Mekanizmayı harekete geçiren yine ABD oldu.
BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarına dayanarak 16 Ocak 1991’de ABD liderliğindeki koalisyon, Kuveyt’i işgal eden Irak’a saldırdı. Avrupa ve ABD arasındaki ayrışmanın gün yüzüne çıkmadığı, Soğuk Savaş’ın Batı bloğu açısından zaferle sonuçlandığı bir konjonktürde cereyan eden Irak Savaşı, galipler tarafından “Yeni Dünya
Düzeni”nin ilan edildiği tarihi bir kavşak olarak takdim edildi. Yeni dönemde BM’nin barışı koruma ve kollama operasyonlarının arttığına şahit olduk. Dönemin gözde kavramı olan “uluslararası toplum”, bir meşruiyet kaynağı olarak vitrine çıkarıldı. Ancak yaşanan gelişmeler, kısa zamanda yeni bir dünya düzensizliğiyle karşı karşıya olduğumuzu gösterdi. Yaldızlı sözcüklerle nutukları süsleyen insani hedefler doğrultusunda ciddi hiçbir adım atılmadığı gibi, insani gerekçelere dayandırılan müdahalelerin ardındaki emperyalist niyetler gizlenemeyecek boyutlara ulaştı. İki Körfez Savaşı arasında geçen zaman dilimi Atlantik ittifakındaki çatlağın derinleşmesine sahne oldu. ABD, Irak’ın işgali için gittiği BM’den bu kez eli boş döndü.
BM’nin Krizi? Dünyanın en güçlü ülkesi, kendi gayretleriyle kurulan hukuk sistemini ihlâl ettiği takdirde ne olacaktır? Uluslararası hukuk ve kurumların mahiyetine ilişkin temel bir tartışmayı gündeme getiren bu soruya verilen cevaplar, yukarıda ana hatlarıyla tarihsel gelişimini ele aldığımız Birleşmiş Milletler Sistemi’nin bugün karşı karşıya olduğu kriz karşısında takınılan tavırları anlamlandırılabilmek açısından önemlidir. Bu yaklaşımlardan ilkine göre tarihsel gelişme,
BM’nin ifa edebileceği rolün reelpolitiği belirleyen güç dengelerindeki dalgalanmalara göre farklılıklar arz ettiğini göstermektedir. Hukukun ardındaki yaptırım gücünün kaynağı, hukukun uygulanacağı sınırları da çizmektedir. Birleşmiş Milletleri bugün bir krizin eşiğine getiren şey, bu gücün gelecek vizyonuyla çatışmasıdır. Amerika kadar güçlü olmamasına rağmen Güvenlik Konseyi’nde ABD’yle eşit hak ve yetkilere sahip, Fransa gibi ülkeler bu gerçeği dikkate almadan davrandıklarında, kendilerine tanınan ayrıcalık zeminini tamamen yitirebilecekleri gelişmelere hazır olmalıdırlar. Zira, ABD’nin aktif desteği yitirildiğinde BM’nin hiçbir anlamı olmayacaktır. Hatta ABD isterse, “koalisyon güçlerini” eksenine alan BM’ye alternatif yeni bir yapılanmaya bile gidebilir. Sözün kısası herkes ayağını denk almalıdır! Bu tehdidi hegemonyasını yitiren, ABD’nin imparatorluk sopasını sallamaya başlaması olarak okumak mümkün. Zira, bir iktidar mantığı olarak hegemonya, ekonomik, siyasi ve askeri güç mekanizmaları üzerindeki kontrole dayandığı kadar, devamlılığı açısından paylaşılan değerler doğrultusunda inşa edilmiş “arzu edilir bir liderlik” pozisyonuna da ihtiyaç duyar. Hegemonlar bu konumlarına “müttefiklerini” belirli ölçülerde de olsa tatmin ederek ulaşırlar. “Müttefikler”, böyle bir sistem içerisinde sınırlı pazarlık ve hareket kabiliyetine sahiptir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından harap olmuş bir Avrupa’ya “kollarını açan” ABD, bugün karşısında bambaşka bir kıta görmektedir. Soğuk Savaş döneminde Avrupalılar, Amerikan liderliğini ve üzerinde anlaşılmış bir siyasî-ekonomik sistem içerisinde varolmayı kabul etmişlerdir. Bunun karşılığında
ABD de kurumsallaşmış bir ortaklar ittifakı çerçevesinde kendisini müttefiklerine bağlamış, kurallara göre oynayarak “müttefikler”ini danışma ve birlikte karar alma mekanizmalarına dahil etmek suretiyle işleyen siyasî süreçlerin oluşumunu mümkün kılmıştır. Bugün ise “müttefikler”, söz konusu “zımnî” anlaşma şartları kapsamında gittikçe “eşit oyuncular” olma kapasitesine ulaşmaya başladılar. Çatışmanın temelinde de yeni konumlara uygun rol talepleri yatıyor. “Güç” merkezli ilk açıklama tarzı, uluslararası hukuka, Birleşmiş Milletler gibi örgütlenmelere niçin ihtiyaç duyulduğu sorusuna açıklık getirmekte aciz kalmaktadır. Uluslararası hukuku anlamlı kılacak tek şey, ona yaptırım imkanı veren güç ise, bu güç varlığını neden hukukla bağlantılı olarak gösterme ihtiyacını hissettirmektedir? “Meşruiyet”, sadece bir aydın fantezisinden mi ibarettir, yoksa başlı başına bir “güç” kaynağı mıdır? Uluslararası kurumlar hangi saiklerle kurulmuş olurlarsa olsunlar, ifâ ettikleri fonksiyonlarla zamanla kendilerine mahsus bir itibara ve güce erişemezler mi? Uluslararası hukuka dair ikinci yaklaşımı benimseyenler, bu temel sorular etrafında toplanmaktadırlar. Gerçekten de BM, kendi kurumsal kimliği etrafında önemli bir meşruiyet zemini elde etmiştir. BM çatısı altında birçok insani yardım kuruluşu bulunmaktadır ve bunların faaliyetleri büyük sempatiyle karşılanmaktadır. Ayrıca bir “milletler parlamentosu” görüntüsüyle BM’nin büyük güçler dışındaki ülkeler nezdinde ifade ettikleri, birçok denklemi etkileyebilecek güçtedir. Örneğin, Irak Savaşı’nın ikinci evresinde Amerikan yönetimine hakim olmaya başlayan düşünce tarzını şu şekilde sıralayabiliriz. ABD savaşı kazanmış ancak barışı kazanamamıştır.
Yani hegemonun emperyal eylem için kendine yeterliliği “mutlak” değildir. Fatura kabardıkça başkalarını “ödülden” parçalar vermek suretiyle hesaba katılmaya çağırmak daha akıllıca olacaktır. Ayrıca sadece ödülden pay vermek de yeterli değildir. Asker gönderecek birçok ülkede “kamuoyu” Irak’ın işgaline bulaşmaya karşıdır, mevcut durumu haksız ve emperyalist bir eylem olarak görmektedirler. Üstüne üstlük bunlardan bazıları sömürge geçmişine sahiptirler. Kendilerinden ise geçmişte maruz kaldıkları ve lanetledikleri bir eyleme destek olmaları istenmektedir. Hükümetler işbirliğine niyetli olsalar da, katılacakları eylemin “emperyalist” niteliğini sulandıracak güçlü gerekçelere ihtiyaç duymaktadırlar. Birleşmiş Milletler de bunun için en ideal adrestir. Bunun yanında
ABD’nin daha önce de yaptığı gibi çıkarları çatıştığında BM sınırlamalarını aşmaktan çekinmemesi, ama BM’yi ve etrafında şekillenen hukuk sistemine de köklü darbeler indirmemesi çıkarlarına daha uygundur. Zira, böylelikle uluslararası hukukun küçük devletlerin davranışları üzerindeki belirleyiciliğinin sürmesi ve muhtemel eylemlerinin kestirilebilir olması mümkün olacaktır. Ancak küçük devletlerin BM platformundan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmayı başardıkları durumlar da bulunmaktadır. Özellikle BM Genel Kurulu, küçük ülkelerin büyük devletler karşısında kamuoyu oluşturabilecekleri önemli bir forum kimliğine sahiptir. Hakimiyet mücadelesindeki “ödüller” arasında her iki bloğa da dahil olmayan ülkelerin yer aldığı Soğuk Savaş döneminde BM Genel Kurulu, kağıt üzerindeki yetkilerinin sınırlılığına rağmen çok ciddi işlevleri yerine getirebilmiştir. Bu dönemde kuzey-güney eksenli tartışmaların yaşandığı en önemli mekân BM Genel Kurulu’dur.
“Derin Kriz” ve Milliyetçi Açılımlar Hazindir ki, yukarıda sıralanan “güç” temelli argümanlar konuyla ilgili uluslararası literatürün önemli bir kısmını oluşturmaktadır. “Adalet” ve “hukuk” gibi ilkelere yer vermeyen bu yaklaşımların sınırlarını çizdiği bir tartışma gündemi, “demokrasi, ihracı uğruna orduların seferber edilip ülkelerin dümdüz edilebildiği ulvi bir yönetim biçimi ise, neden demokrasi eksenli bir milletlerarası düzen fikri benimsenilmiyor?” gibi soruları sükutla geçiştirmektedir. Bu sükût, BM’nin krizi gibi manşetlerle dünya kamuoyuna duyurulan, esasında büyük güçlerin paylaşım sorunlarını halletmeleriyle birlikte ortadan kalkacak tartışmaları anlamsızlaştırmaktadır. Gerekçe olarak gösterilen kitle imha silahları efsanesi gibi diğer şartlar sabit kalmak kaydıyla Birinci Körfez Savaşı’nda olduğu gibi bir mutabakat sağlansaydı yapılan müdahale meşru mu kabul edilecekti? Bu soruyu şöyle tercüme etmek mümkün, suçlandığı şeylerle ilgili hiçbir delil bulunamayan bir kimseyi, hukuk devleti çatısı altında meclisten karar çıkararak asabilir misiniz? Uluslararası hukukun sınırlarını çizecek tarafların mutabakatlarının üstünde bir adalet anlayışına ihtiyacımız yok mu? Örneğin, zengin-fakir, güçlü-zayıf ayırt etmeksizin herkese eşit oy ve vatandaşlık hakkı tanıyan demokratik sistemleri meşru idare şekilleri olarak benimseyen Batılı ülkeler, benzer bir şekilde temel birimleri milli devletler olan, milletlerin eşitliği üzerine kurulu bir milletlerarası sistem tasavvurundan neden ürkmektedirler?
Milli devletleri parçalayarak küresel sermayenin önünün açılması söz konusu olduğunda ardı arkası kesilmeyen “hümanizm” nutukları atanlar, milli devletlerin demokrasi açısından daha ileri bir merhaleyi işaret eden “eşitlik” talepleri karşısında ezberlerini şaşırmaktadırlar. Bu manzara BM’nin derin anlam krizine ışık tutuyor. BM’nin “derin krizi”ni çözmek için sunulan “milliyetçi ufuk”, uygulama açısından radikal ve kabul edilemez bulunuyorsa, mevcut yapılanma içerisinde de “derin krizi” hafifletebilecek seçeneklere ulaşmak mümkündür. Örneğin artık bir ihtiyaç haline gelen reform talepleri çerçevesinde, Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin sayısı arttırılarak ona çıkarılmalı, yeni üyeler alınırken nüfus gibi kriterlerin yanı sıra kültür ve medeniyet havzalarının temsili de esas alınmalıdır. Bunun ardından daimi üyelere tanınan veto hakkı yeniden düzenlenmelidir. Yeni düzenlemeyle bir kararın veto edilebilmesi için en az üç daimi üyenin ve dört geçici üyenin veto yönünde oy kullanması kriteri getirilmelidir. Böylece yeniden şekillenmekte olan uluslararası dengeler dikkate alındığında, güç merkezlerinin yalnızca birisinin istemediği bir kararı engelleme imkanı ortadan kaldırılacak, küçük devletlere hareket alanı açacak bir tartışma ve pazarlık zemini doğacaktır. BM’nin finansman mekanizmaları da yeniden düzenlenmelidir.
Esasında BM, kendisinden beklenen fonksiyonla kıyaslandığında küçük bir bütçeyle hizmet vermektedir. BM’nin bütçesi New York Belediyesi’nin bütçesinin dörtte biri kadardır. Bu miktarın dörtte biri de tek başına ABD tarafından karşılanmaktadır. Birleşmiş Milletler ayrıca uygulamaya koyacağı barışı kollama operasyonları gibi kararlarda da üyelerinin kaynaklarına bağımlıdır. İnsanlığın ortak malı kabul edilen alan ve imkanların kullanımının vergilendirilmesi yoluyla Birleşmiş Milletler mali açıdan büyük güçlerin eline bakan kurum bir kurum olmaktan çıkarılabilir. Uzayın ve uluslararası deniz alanlarındaki doğal kaynakların kullanımının vergilendirilmesi, ülkelerin şimdiye kadar çevre üzerinde yaptıkları tahribatlara göre belirlenecek küresel bir çevre vergisinin tesisi ilk akla gelen seçenekler arasında yer alıyor. Peki, büyük devletler böylesi bir reforma nasıl razı edilebilir? Bu soruya bir Türk aydınının, Ziya Gökalp’in, savaştan yeni çıkmış, ayakları üzerinde kalma mücadelesi içindeki
Türkiyemizde verdiği cevabı duymak ister misiniz? “Milletler Cemiyeti bir gün olacak. Fakat, bugün henüz zamanı değildir. Çünkü Milletler Cemiyeti’nin vücuda gelmesi için çok kuvvetli bir cihan efkâr-ı ammesinin mevcut olması lâzımdır. Hâlbuki bugün cihan efkâr-ı ammesi, millî efkâr-ı ammelere nisbetle çok zayıftır. Bugün zavallı kadınlar ve çocuklar üzerine tayyarelerle bomba atılmasını kabul eden bir efkâr-ı ammeye, cihan efkâr-ı ammesi denilemez. Hür milletlerin manda altına alınıp esaret içinde ezilmesini kabul eden bir hey’ete de, milletler cemiyeti denilemez. Sâniyen, her devlet istiklâlinden ve hâkimiyetinden bir kısmını terk ederek, bir cihan devletinin tâbiyeti altına girmeyi kabul etmelidir. Bu cihan devleti, yalnız Avrupa olamaz. Zira Avrupa efkâr-ı ammesi, cihan efkâr-ı ammesi demek değildir. Avrupa âlemi tek başına insaniyeti temsil edemez. Ancak Avrupalı, Asyalı, Afrikalı, Okyanusyalı ve Amerikalı ne kadar iptidaî, mutavassıt, müterakkî aşiretler ve milletler varsa, bunların hepsinin mümessillerinden mürekkep bir meclise itimat edilebilir.
Bugünkü Milletler Cemiyeti’nde böyle bir mahiyet var mıdır? Olmayınca, ona nasıl Milletler Cemiyeti namı verilebilir?”(1) Gökalp’in önerilerinin BM sistemindeki tıkanıklıklara çözüm arandığı günümüzde
1974-1986 yılları arasında siyasi işlerden sorumlu Birleşmiş Milletler Genel Sekreter yardımcılığı görevini yürütmüş, Brian Urquhart tarafından seslendirilmesi(2) insanlığın ufkunu açacak yeni fikirlerin üretilmesinde Türk milliyetçilerinin üzerine düşen vazifenin büyüklüğünü gösteren küçük bir işaret sadece. Birleşmiş Milletler, sömürgeciliğin tasfiye edildiği bir kavşakta vücud bulmuştu. İnsanlığın yeni bir sömürgecilik dalgasıyla yüzleştiği günümüzde ise temellerini atan güçler tarafından bir “problem” olarak algılanıyor. Birincisinden daha vahim gelişmelere gebe olduğu görülebilen ikinci dalganın karşısına “Yeni Bir Medeniyet Projesi”yle çıkmak zorunda olan Türk milliyetçileri, milletlerarası düzene ilişkin de geniş bir ufka, zengin bir tartışma gündemine ve iyi işlenmiş bir programa sahip olmalıdırlar. Bu yalnız pratik bir ihtiyacın değil, tarihin ve medeniyetimizin omuzlarımıza yüklediği misyonun da bir gereğidir.
Dipnotlar [1]Ziya Gökalp; Makaleler IX, İstanbul 1980, 134-135. Aktaran, Nusret Anar; “Ziya Gökalp’in Güncelliği ya da 20. Yüzyıl Başında Küresel Demokrasi ve Düzen Fikri”, Türkiye ve Siyaset, N1, Mart-Nisan 2001. [2]Brian Urquhart; The New York Times, “Give the UN a real force”, 8 Ağustos 2003