Fikir ustalarının, müşkülpesent akademisyenlerin kuyumcu titizliğiyle işledikleri kelimelere bir de kavga silahına dönüştükten sonra bakmayı deneyin. Tanıyamazsınız. Dingin zihinlerde kesilen elmaslar, sıcak ışıklardan, kadife bezeli vitrinlerden uzağa düştüklerinde sıradan bakışlara cam parçasıymış gibi gözükürler. Cümlelerini yumruk yapanlar nezdindeki değerleri ise kaldırım taşından daha azdır. Şu sıralar nerede emperyalizm lafı geçen bir tartışmaya kulak kabartsam, benzeri düşüncelere dalıyorum. Şüphesiz bunda, kavramın benim için taşıdığı özel çağrışımlar da pay sahibi.
Doktora tezimde, 21. yüzyıla adım atarken 19. yüzyıl tarzındaki "emperyal eylem"lerle niçin karşılaştığımızı sormuştum. Cevabın izini düşünce tarihinde sürerken asırlık bir seyahate çıkmam gerekti. Hobson, Lenin, Kautsky, Bukharin, Luxemburg, Schumpeter, Baran, Magdoff, Petras ve daha birçok isim… Önce, fonunda kapitalizmin en vahşi çağının acılarını barındıran siyah-beyaz karelerle tarihin dehlizlerinden arz-ı endam etmeye başladılar. Her biri, sararmış sayfalarda dönemlerine ait buhranlarla boğuşuyordu. "Emperyalizm"i de çıkarlar, zaman ve mekan sütunları üzerinde yükselen perspektiflerden hareketle tarif ediyorlardı. Günümüze yaklaştıkça fotoğraflardaki yüzlerin renklendiğini ancak tartışmaya hakim olan bu temel mantığın varlığını koruduğunu gördüm.
Söz konusu perspektiflerin yaslandığı üçlü sac ayağındaki değişimlere rağmen aynı terminolojiyi küçük rötuşlarla kullanma ısrarı, etkilerini hem akademide hem de siyasette hissettiren önemli bir analitik aşınma yaratmış vaziyette. Bizim gibi genç kuşaklarını ithal kelimeler uğrunda verilen kavgalarda harcamaya alışık ülkelerde ise mevcut karmaşa çok daha ciddi sıkıntılar yaratıyor. Bu vahim manzarayı değerlendirebilmek için emperyalizme nasıl doğduğu iklimdeki çağrışımlarının fersah fersah uzağında anlamlar yüklediğimizi görebilmeliyiz. Ayrıca kavrama en çok sarılan grupların ideolojik kökleriyle, bayraklaştırdıkları "antiemperyalist" sloganlar arasındaki uçurumun boyutlarını da kavrayabilmeliyiz. Yakın dönemde şahit olduğumuz bazı tartışmalar hakkında düşünerek işe başlamak bu doğrultuda iyi bir ilk adım oluşturabilir. Acaba “emperyalizm”i ilk telaffuz edenler, 21. yüzyıl Türkiye’sinde “anti-emperyalizm” adına orduyu göreve çağıranları görseydiler, ne düşündürdüler? Eminim, hayli şaşırırdılar. Niçin mi? Kavramı vareden şartları okuyunca bana hak vereceksiniz.
***
Modern anlamıyla "emperyalizm/imperialism" nitelemesi, ilk kez İngiliz basınında karşımıza çıkar. 1860'lardan itibaren North British Review gibi gazetelerde emperyalizmi yeren satırlar bulursunuz. Ancak, bunların İngiliz İmparatorluğu ile hiçbir ilgisi yoktur. Manş'ın ötesindeki rakipten bahsetmekte, endişeyle karışık kınama mesajları içermektedirler. Eleştirilerinin hedefinde, 1849'da seçimle oturduğu Fransız cumhurbaşkanlığı makamında imparatorluğunu ilan eden "despot" vardır.
III. Napolyon tarafından cumhuriyetin rafa kaldırılmasıyla başlayan emperyal idare biçimi, "emperyalizm" olarak nitelenmiştir. Yani emperyalizm kavramı, öncelikle "dış" değil belli bir "iç" politika tarzını açıklamak için icat edilmiştir. Napolyon despotizmi, kitlelerle kurduğu ilişkiyi iki temel kaynakla beslemiştir. Bunlardan ilki, iktidara kitle desteği temin eden geniş çiftçi zümresi lehine ekonomi politikaları, diğeri ise yeni bir yayılmacılık dalgasını başlatan militarizmdir. Başarılı askeri harekatların topluma tattırdığı zafer sevinci, imparatorluk yönetimini meşrulaştırmak maksadıyla kullanılmıştır. Sivil hayatın ve sivil erdemlerin kamu alanında hafife alındığı bu dönemde, Hindi Çini seferi ve Meksika'da Maximilian'a verilen destek emperyal idarenin dışarıdaki tipik tezahürleri kabul edilmiştir.
III. Napolyon'un askeri maceralarını Napolyon savaşlarının Avrupalıların zihinlerinde bıraktığı olumsuz hatıralarla birleştiren eleştirmenler de, "emperyalizm" kavramına bu imajlar hamurunu yoğurarak ilk muhtevasını kazandırmışlardır: "Ülke idaresinde despotizmi, seçime dayalı yönetim biçimine geri dönüşü engelleyerek sürdürebilmek için daha az gelişmiş coğrafya ve toplumlar üzerinde askeri araçlar vasıtasıyla kontrol sağlanmasını hedefleyen militarist politika."
Mantığın gözleriyle baktığımızda emperyalizmin bu tarifi, söz konusu dönemdeki "antiemperyalist" mücadelenin hedeflerini de orduyu kışlasına çekmek suretiyle imparatorluk idaresinden yeniden cumhuriyete geçmek şeklinde belirler. Hâl böyle olunca, yakın tarihimizdeki cumhuriyet mitinglerinde bir kez daha açığa çıkan sol kemalist "anti emperyalizm" jargonuyla kavramın kökleri arasındaki ironik tezat da berraklık kazanıyor. Siyasi pozisyonlarını anakronizme düşme kaygısı gütmeksizin kavram fetişizmi üzerinden kuranlar, bu açıklamalardan sonra "gerçek anti emperyalistler kimler" sorusuna cevap aramaya girişirler mi? Doğrusu, merak ediyorum.
***
Eğer böyle bir sorgulamaya başlarlarsa, tarihteki ideolojik referanslarının hiç de hoş olmayan yönlerini keşfedebilirler. Meramımızın anlaşılmasını kolaylaştırmak için Marx ile Engels'in İngiliz ve Fransız emperyalizmleri hakkındaki bazı görüşlerine kısaca değinelim.
Örneğin Marx, İngilizlerin Hindistan'daki faaliyetlerini gelecekte bu ülkenin özgürleşmesini sağlayacak modernleştirici unsurlar olarak över. İngiltere'ye Hindistan'da biri eski Asyatik toplumun yok edilmesi şeklindeki yıkıcı, diğeri ise Asya'da Batı toplumunun maddi temellerinin kurulması olmak üzere ıslah edici iki misyon yükleyen Marx, olayların gelişiminin ardında Adam Smith'in piyasayı düzenleyen gizli eline benzer bir tarihsel mantık bulur: “İngiltere'nin Hindistan'da bir sosyal devrime sebep olurken sadece en iğrenç çıkarlar tarafından harekete geçirildiği ve bunları uygularken aptalca davrandığı doğrudur. Ancak mesele bu değildir. Mesele şudur; insanlık Asya'nın sosyal devletinde temel bir devrim olmaksızın kaderini gerçekleştirebilir mi? Eğer gerçekleştiremezse, İngiltere'nin günahları ne olursa olsun, o devrimin meydana getirilmesinde tarihin şuursuz bir aletidir.”
Benzer sebeplerle ABD tarafından Meksika topraklarının ilhakına da olumlu yaklaşan Marx'ın medenileştirme misyonunu kolonyalizmin meşru gerekçesi kabul eden bu tavrı, Engels'in Cezayir'in Fransızlar tarafından işgalini “medeniyetin ilerlemesi için mutlu bir hadise” şeklinde nitelediği makalesinde de paylaşılmaktadır:
"Cezayir'in fethi medeniyetin ilerlemesi için önemli ve mutlu bir hadisedir… Cezayir'in fethi halen Tunus ve Trablus beylerini ve hatta Fas İmparatorunu medeniyet yoluna girmek için zorlamış bulunuyor. Onlar insanlarına, korsanlıktan başka istihdam şansı ve hazinelerini doldurmak için küçük Avrupa devletlerinin verdikleri haraçtan başka yollar bulmaya zorlandılar. Eğer çölün bedevilerinin özgürlüklerinin yok edilmesinden dolayı pişmanlık duyacaksak, aynı bedevilerin bir haydutlar milleti olduğunu unutmamalıyız. Onların temel geçim vasıtaları, ya birbirlerinin ya da yerleşik köylülerin üzerine sefer yapmak, bulduklarını almak, direnenleri katletmek ve kalan mahkûmları köle olarak satmaktan ibarettir. Bütün bu özgür barbar milletler uzaktan çok gururlu, asil ve ihtişamlı görünürler, ancak sadece onlara yakınlaşın ve onların birçok medeni millet gibi kazanç arzusuyla yönetildiklerini ve sadece daha ilkel ve zalim vasıtaları kullandıklarını göreceksiniz. Ve netice olarak, modern burjuvazi medeniyetle birlikte, onu takip eden düzen ve en azından görece aydınlanma dâhil edildiğinde, ait olduğu barbar devlet düzeniyle feodal lord ya da çapulcu hırsıza tercih edilebilir.”
Liberallerin de söz konusu döneme ait emperyal faaliyetlere benzer biçimde yaklaştıklarını söylersek, dünün tartışmalarını konu edindiğimiz resmimizi tamamlayabiliriz. Doğu Hint Kumpanyası'nda otuz beş yıl çalışan John Stuart Mill gibi meşhur isimler, sömürge yönetimlerini meşrulaştırıcı argümanları ısrarla savunmuşlardır. Örneğin, bu dönemde liberallerin eğitim üzerine yaptıkları çalışmalar, İngiliz İmparatorluğu'nu yerli halktan devşirilip medenileştirme misyonunu omuzlamaları sağlanacak kadrolar vasıtasıyla sadece zora değil rızaya dayalı, dolayısıyla da düşük maliyetli bir sisteme dönüştürme çabalarını yansıtmaktadır.
***
Son olarak, ana hatlarını çizdiğimiz yukarıdaki resmin kucağımıza bıraktığı asıl büyük meseleye dikkat çekmek istiyorum. Batı'da ideolojiler çağına damgasını vuran temel akımların neredeyse tamamı emperyalist dönemin pratiklerine hoşgörüyle yaklaşmışlarsa, uzak coğrafyaların çocukları niçin hâlâ işgâle, zulme ve haksızlığa karşı isyanlarını bu kaynakların onayladığı kavramlarla haykırmaya mecbur hissediyorlar kendilerini? Bu yakıcı soru üzerinde durmaya devam edeceğiz.