Dünyanın hiçbir yerinde, siyâsetin, kendi ‘târif ve maksadına uygun’ bir şekilde, onunla mutabık bir faaliyet yürüttüğünü söyleyebilmek mümkün değildir.
İster seçimli, ister seçimsiz, ister liberal, ister kapitalist, ister komünist veya faşist olsun, bunların bâzıları başkanlıkla, bâzıları yarı başkanlıkla, bâzıları tek partili diktatörlükle…yönetilmektedir. Bâzılarında meclis de bulunmaktadır.
Aslında, târif olarak, çok mümtaz bir vazifeyi hedef alan siyâset, ‘devlet işlerini düzenlemekle’ mes’uldür ve bunda da, -şu veya bu târifle- halk irâdesiyle salâhiyet sahibidir.
Devlet idâresi; iktisâdî, askerî, kültürel, adlî, sosyal ve cihânşümûl mânâda, halk’ın/millet’in her türlü ‘ihtiyacı’na cevap verecek hizmetleri sağlamakla yükümlüdür. İçe ve dışa karşı büyük mes’uliyetleri vardır.
Ancak; zaman içinde, ortaya çıkarken söyledikleriyle, faaliyete başlarkenki tavırları çok değişiklik arzeder.
Çünkü; ‘dayandıkları’ menşeler/noktalar/merkezler birbirlerinden çok farklıdır.
Bunda; başta, ırkî/soybağlı hususiyetler olmak üzere, kültürel bağın-dînî, millî, lisânî, coğrafî, târihî- çok müessir olduğunu söyleyebiliriz.
Değişik soybağlarına sâhip bir ülkede, ‘dînî, millî, coğrafî ve târihî’ değerlerin birleştiriciliği, zamanla, ‘ırkî/millî/soybağlı hususiyetler kadar öne çıkabilmektedir. Çünkü; bu insanların ‘millî kültür unsurları’ aynıdır.
Muhit muhit, dînî vecibelerinde farklılıklar olsa bile, örf ve âdetlerindeki müştereklikleri,-yeme içme , düğün, folklor, cenâze gibi hususlar-, onları, halkalar hâlinde gelişen ve kaynaştıran ‘kültür dâireleri’ meydana getirirler. Kahvehâne kültürü, pastahâne kültürü, park/bahçe kültürü, sinema, köy kültürü, şehir kültürü, tiyatro kültürü târihî eserlere sâhip çıkma ve hürmet kültürü, zamanla, insanları âdeta birbirlerine benzeştirir.
Millî ve dînî bayramların yanında, şehirlerin kurtuluş günlerindeki coşkular, kaynaştırıcı unsurların başında gelir.
Siyâsetçiler; kendi kanaat ve fikirlerini, bu irili ufaklı saydıkları fakat esasta/temelde/özde bir olan kültür dâreleri üzerinden yürütürler.
İster istemez, mesele, kavmî/ırkî değerlere ulaşılabilir. Ancak; katı ve uyumsuz hâller dışında, bu da-şâyet âdil davranılışlılık varsa-, çok da önemli olmayabilir.
Siyâsette, şüphesiz ki, lider/başkan/önder çok mühimdir. Bu kişiler, hernekadar adâlet, hürriyet, eşitlik, tarafsızlık, liyakat, hoşgörü, dürüstlük gibi kelimeleri öne çıkararak ‘oy’ talebinde bulunsalar da, esasta, birinci derecede, bunda tesirli olan ‘kendi şahsî ihtirasları/kaprisleri/kendini öne çıkarma temayüller ve çokbilmişlik hâlleri’dir.
Aslında siyâset, bir ‘millî kadro hareketi’ olmalıdır.
Kadro hareketi demek; iş başına geçince, karşı tarafı silip-süpürmeyi hedef alan ‘bencilik’ değil, aksine, ‘müşâvere’yi esas alan bir sistemin teşekkül ettirilmesidir. Yâni sâdece kendi içinde değil, muarızlarıyla bile istişâreye önem verebilme kaabiliyetine sâhip olabilme ve o esnekliği taşıyabilmektir.
Ne yazık ki, çağımızda, siyâsetçi, ‘aynı şeyi’, farklı mekânlarda, farklı konuşur. Bu da, sosyolojik yapının değişkenliğindendir, düşüncesini çağrıştırır. O zaman, siyâsetçi, bâzı ayrışmış kültür dâirelerinden ‘ne koparırsam kârdır’ zihniyetiyle hareket edince, ayrışmalar, kopuşlar, sertleşmeler başlar.
Sosyal yapı; kavmî veya dînî hüviyetlerde ağırlıklı olarak bir noktaya teksif edilmiş ise, siyâsetçi, ne yazık ki, ‘ağız değiştirmek’ zorunda kalır. Tabiî ki, umûmî târif açısından bakıldığında, buradaki büyük samimiyetsizliği de, siyaset veya politika olarak görmemiz mümkün değildir.
Bu durum, milletlerarası münâsebetlerde de sıkça görülür. Salonda başka, meydanda başka konuşmak, kaypaklık ve riyakârlıktır ki, asla kabul görmemelidir. Bu, doğrudan doğruya ahlâksızlık’tır!..
Siyâset, hangi cephesinden bakılırsa bakılsın, kime ait olursa olsun ‘yalancılıkla’ târif bulmamalıdır. Bu işin özündeki maksat ve hedef, merhale merhale, insana, millete refah ve mutluluğu yaşatmak ise, bu, böyle olmalıdır.
Tabiî ki, böyle olmadığını ve böyle olamayacağını da hepimiz biliyoruz. Çünkü, insan nefsi ne ise, toplumda tecelli eden de odur!..
İçte; ferdî hırs ile, hem ferdî ve hem de partilerin/partililerin menfaati; ve dışta ise, hak-hukuk-adâlet adına, ortalığı kasıp kavuran tamamen bir medeniyetsizlik ve menfaat çığırtkanlığı hâkimdir.
Siyâsetin sosyolojik dayanakları veya unsurları derken, bunların ne kadar ‘oynak/değişken/kaypak/esnek’ olduklarını da görmek gerekir.
Bir takım zümrevî/kabilevî/etnik g(u)ruba veya dînî cemaate, teşekküle, derneğe veya ocağa ‘yakın durmak’, işi çıkmazlara sokabilmektedir.
Çünki, işin özünde, mutabakat/uzlaşma/istişâre/konsensüs’ten ziyâde, şahıs veya parti ‘menfaatleri’, azgın bir hırs hâlinde en önde bulunmaktadır.
Yâni; ‘particilik’ değil, ‘partizanlık’ her şeyi altüst etmektedir.
‘Devlet’in bütün unsurları benim elimde olsun ve ben, bütün bu unsurların hâkimi olayım!’ düşüncesi, siyasetteki bütün sosyal dayanakların yozlaşmasına ve çürümesine sebebiyet verir. O devlette, seçilmişlerin meclisi bulunsa bile, ‘parti devleti’ olmaktan ileri gidilemez.
Bu menfaatler, millî menfaatlerin önüne geçme temayülünde bulununca da, çatışmalı bir siyâsetle karşılaşılır.
Siyasetin en büyük baş ağrısı, her ne kadar iktisat görülüyorsa da, esas mes’ele, ‘etnik temelli’dir.
Elbette ki, iktisat, aşırı bir sömürgecilikle ve hızla devam etmektedir ve asırlardan beri de, hüküm sürmüştür.
Bu durum, dünyadaki bütün devletlerin en büyük sıkıntısıdır. ‘Sosyolojik kültür dâiresi’nde ‘milletleşememek’ , milletleri bu hâle getirmiştir. Çatışmaların ana merkezi budur.
Yukarda bâzılarını zikrettiğim, yemek zevklerinden halı-kilim, yapı üslûbu, tarihî sanat eserleri (câmiler, köprüler, sarnıçlar, kiliseler, hanlar, çeşmeler vs), cenâze, mânileri, türküleri, halk oyunları ve düğünlere kadar töre’yi esas alan maddî ve mânevî bütün kültür unsurlarından teşekkül eden ve birbirinin değerlerine saygılı bir sosyolojik yapı, bir bütünlük arzedebilirse, orada siyâsetin eli daha da kuvvetlenerek, partiler nezdinde de mutabakat sağlanabilir ve böylece, ‘büyük ittifak’, dışa karşı, en başta, p(i)sikolojik üstünlükle önde başlar.
Aksi takdirde; ‘dış baskı unsurları’nın, ‘iç karmaşadan’ istifade etmeleri hem artar ve hem de hızlanır.
Asırlardan beri dünyayı sarsan sömürgecilik/müstemlekecilik zaman zaman katliamlara sebebiyet verir ve vermiştir.
Bilhassa, Batılılar’ın; gafletleri sebebiyle, Doğulu milletlerin üzerindeki baskıları, tamamen bu iç beceriksizlerin neticesidir.
İngilizler’in, İspanyollar’ın, Portekizliler’in, Almanlar’ın, F(ı)ransızlar’ın, Amerikalılar’ın, Çinliler’in, Ruslar’ın…târih boyunca yaptıkları baskılar, ablukalar, sömürüler ve katliamlar hep bu sebepledir.
Ne Rusya ve Çin tipi kızıl ve gaddar; ne Amerikan-Avrupa tipi kan emici vahşî ve ne de Arabistan veya benzerleri gibi yeşil sermaye müptelâsı tahakküm unsurları, anladığımız mânâdaki idârî sistemlerdir.
Biz; halk irâdesini esas alan, demokratik, liyakate dayalı ve âdil bir sistemin müdafileri olmalıyız.
Her siyâsî teşekkülün/ partinin, toplumda bir karşılığı olmasına rağmen; particilik değil, partizanlık yapılması, kapalı toplumu getirir.
Hâlbuki, partiler, açık toplum içindir, öyle olmalıdırlar. Açık toplum, âdil demokratik topluluktur ki, o da, henüz dünyaya gelmedi, kanaatindeyim. Ancak, birbirlerine ‘göre’, demokratiklikleri tartışılabilir!..
Mevcut sistemlerin idâre ettiği dünya, işte bu kadardır.
Ne yazık ki; kan, intikam, cinâyet, yalan, kin, taassup, vurgun, bütün acımasızlığıyla azgın bir hızla devam ediyor!..
Târihe baktığımız zaman, hep aynı şeylerin konuşulduğunu müşâhede ediyor ve onların, âdeta tekrarını yaşıyoruz?
Son sözüm şu ki; henüz çok uzağında bulunduğumuz ‘tarih sosyolojisini’ çok iyi okumalı ve çok iyi tahlil etmeliyiz!..