Yirmi yıl önce Türk cumhuriyetlerine bağımsızlıklarını kazandıran dönüşümler, yeni dünya düzeninin habercisi kabul ediliyordu. Bugün ise, Sovyetler Birliği nin çöküşüyle başlayan sürecin artık geçmişte kaldığını düşünmemize yetecek kuvvette bir dinamikler demeti, yeni çağa hazırlanmamız gerektiği ihtarında bulunuyor. Dikkate alınması gereken bu uyarı, bir bilinmezlikler yumağı da bırakıyor önümüze. Soru işaretlerinden Türkistan ın hissesine düşenlere baktığımızda, ufukta beliren değişim dalgasının bölgeyi sürükleyeceği limanlarla ilgili olanlar hemen göze çarpıyor. Acaba Orta Asya yı nasıl bir gelecek bekliyor? Bu coğrafyada biriken toplumsal enerji, bütünleşme doğrultusundaki adımları hızlandırabilecek mi? Yoksa, etrafını çeviren rekabet üçgeninin ivme kazandıracağı Balkanlaşma eğilimleri mi bölgenin kaderini çizecek?
Listesini uzatabileceğimiz ihtimaller zincirinin hangi ucundan tutarsak tutalım, yolumuz "jeopolitik" başlığı altında inşa edilmiş bir düşünce prizmasına çıkıyor. Üzerine akseden coğrafyaları, aktörleri, fikirleri vb. yeniden biçimlendiren bu prizmanın gösterdiği maharet, yansıttığı temsillerin çoğu zaman hakikatin kendisine tercih edilmesine sebep oluyor. Söz konusu kolaycılığın doğurduğu vahim sonuçlara sahnelik eden coğrafyalardan biri de maalesef Orta Asya.
Gerçekliği kavrayışımızı kolaylaştırmak bir yana, onunla aramıza ilave engeller diken bu düşünce geleneğinin izlerini günümüze kadar sürebilmek için en meşhurları arasında Halford Mackinder, Alfred Mahan, Nicholas J. Spykman, Henry Kissinger ve Zbigniew Brzezinski gibi kalemlerin yer aldığı uzun bir listeye odaklanmamız gerekiyor. Bu isimlerle tanışıklığımız arttıkça ise, telaffuz edildiği günden itibaren daha çok “Büyük Oyun”un coğrafyasıyla uğraşan Batılı jeopolitiğe ait temel parametrelerin, emperyal çıkarlara dayalı soğuk bir rasyonalite tarafından belirlendiğini anlıyoruz. Klasik literatürde bölge, esas oyuncular arasındaki rekabetin zemininden ibaret görülmüş, coğrafyaya mana kazandıran beşeri özellikler ya çarpıtılarak oryantalist şemalara uydurulmuş yahut da tümüyle soyutlanmak suretiyle büyük satranç tahtasındaki piyonlara indirgenmiştir. Disiplinin temel metinlerinde Batılı “özne” hayli canlı bir kimlik tasarımına dayanılarak tarif edilmekte, incelenen bölgede yaşayan toplumlar ise coğrafyanın belirleyiciliği altında gölgelere dönüştürülmektedir. “Hristiyanlık” ya da “hür dünya”, coğrafyadan bağımsız, kimliğe dayalı varoluşlar iken; Moğollar, Türkler, Ruslar… yeryüzündeki mevkileri sayesinde anlam ifade eden tehdit nesneleridir. Bunlar yalnızca coğrafya karşısında gölgeleşmezler; kültürel kimlikleri, medeniyet âidiyetleri arasındaki farklılıklar da silikleşir. Adeta, “barbar” parantezinin içine alınmışlardır.
Batılı jeopolitikçilerin ürettikleri bu kalıplar, oryantalist klişelerle bezeli bir tarih tasavvurundan beslenmişlerdir. 20. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan yeni kuşak çalışmalar sayesinde kadim Türkistan’ı bir barbarlar diyarı olarak tasvir eden bu metinler tarihe havale edilmiştir. Söz konusu gelişmenin de katkısıyla, Orta Asya hakkındaki klasik jeopolitik külliyatın Batı merkezci kavramsal mimarisi yerine, anlam üreten öznelerin mekanla ilişkilerini merkeze alan özgün ve yerli yaklaşımlar için kapı aralanmıştır. Türkistan jeopolitiğini bu kapıdan geçerek içerden anlamlandırmayı hedefleyen bir araştırma programı öncelikle “özne”ye odaklanmalıdır. Batılı jeopolitik yaklaşımların aksine, kendi evi hissettiği Orta Asya coğrafyasına içerden bakan özne, “dışarıyla” ilişkisini formüle ederken bir kimliğe başvuracaktır. Coğrafya ise öznenin varoluş sürecinin geçtiği, kimliğin teşekkülü de dahil tüm
macerasına sahnelik eden mekândır. Coğrafya ile kimlik arasında çift yönlü bir etkileyen/etkilenen ilişkisi ve anlam bağı mevcuttur. Özne ve mekan beraberliğinin yarattığı bileşke, verili bir zaman dilimindeki jeopolitik mücadelenin aktörüdür. Etrafı, başka özne/mekan bileşkeleriyle çevrilidir. Bu aktörler mevcut jeopolitik denkleme göre karşı karşıya veya yan yana gelmektedir. Jeopolitik denklemler, muhtelif sebeplerle değişen konjonktürler boyunca varlıklarını korurlar.
İçine girdiğimiz tarihsel konjonktürü, birbiriyle bağlantılı iki temel dinamik diğer tali değişkenlerle beraber şekillendiriyor. Batı nın tartışmasız üstünlüğü altında geçen insanlık tarihinin en uzun yüzyılının sonuna yaklaşıldığı gerçeği, bunlardan ilki. Küresel ekonominin sıklet merkezi, büyük bir hızla Asya ya doğru kayıyor. Ekonomi alanındaki bu alt-üst oluşu ciddi jeopolitik depremlerin izleyeceğini düşünmemek için ise anlamlı hiç bir sebep yok.
Tek kutuplu dünyanın sonunu getiren bu gelişmeler, geleceğin dünyasının nasıl bir mimari etrafïnda şekilleneceğini de haber veriyor. Nitekim madalyonun diğer tarafında, “bölgeselleşme” yolunda yeryüzünün değişik coğrafyalarında atılan adımlar yer alıyor. Dünya düzeninin evrildiği bu güzergahta, küresel kurumlardan bölgesel muadillerine doğru önemli bir güç kayması yaşanıyor.
Parçalı yapısıyla Orta Asya, söz konusu dinamiklerin yükselttiği jeopolitik havzanın yüreğini işgal ediyor. Rusya ve Çin gibi yeni/yeniden yükselen güçlerle komşuluğu, geçtiğimiz on yılda Afganistan’daki doğrudan Amerikan varlığı sebebiyle bambaşka bir anlam kazanmış vaziyette. Ayrıca önümüzdeki dönemde bu üçlü arasındaki denkleme, bölgenin yalnızca somut güç parametrelerinin icaplarına göre ele alınmasını ortak bağlar sebebiyle reddeden Türkiye, daha ağırlıklı biçimde eklenecek.
Yeni Çağda Türkistan’ın çevresindeki tüm bu değişimlerin pasif bir dekoru olmaktan kurtulabilmesinin yolu, hem “ortak evi” hem de “komşuları” dikkate alacak stratejilerden geçiyor. İçerde öznenin restorasyonunu ve mekanda bütünleşmeyi sağlayacak girişimlerin teşviki, dışarda ise rekabet üçgeninin faaliyetleri yüzünden bölgenin Balkanlaşmasını önleyecek bir denge politikasının inşası gerekiyor. Bu süreçte, Avrasya’ın kalbinde doğan öznenin Anadolu daki diğer koluyla tesis edilecek ilişkiler dışında güvenilir bir dayanak noktası ise ufukta gözükmüyor.