Tarih boyunca, kavimler ve daha sonraları milletleşmeye ulaşan topluluklar, mücâdelerini değişik adlar altında devam ettirmişlerdir. Bunlar; kâh doğrudan doğruya bir başka milletin varlığını hedef alarak, kâh iktisâdî sebepler öne sürerek, kâh dînî mevzûlardaki anlaşmazları bahane ederek birbiriyle çatışmakta ve netîcede,- irili ufaklı denilse de-, yaptıkları savaşlarda sayısız insanın ölümüne ve mal kaybına sebebiyet vermektedirler.
Şunu unutmamak gerekir ki, mensup olduğu veya mensubiyet duyduğu milleti sevmek mânâsında olan "milletçilik" yâhût da yaygın ifadesiyle "milliyetçilik", değişik sosyal çevrelerde, değişik kültür telâkkilerinde, farklı şekillerde tahlil edilmekte ve uygulanmaktadır.
Mensubiyet duymak, illâ da soy birliği mânâsını taşımayan bir kabûllenmedir.
Türk tarihine baktığımız zaman, devletler arası münâsebetlerde, bunu açık bir şekilde görürüz.
Bizde, bu durumu, ilk defa, Teoman'ın, 'kavmî' anlayışla, Türk Birliğini tesis ederek M. Ö. 220 yılında Büyük Hun İmparatorluğu'nu 'devlet' kurarak başlatmasıyla ele alabiliriz.
Çin-Türk çatışmaları, sâdece iki kavmin birbirlerini yeryüzünden silmek-yok etmek kavgası yani millet/kavim mücâdelesi değil, toprak hâkimiyetiyle, iktisâdî ve kültürel üstünlük taslama hamleleri ve zaman zaman da, kültür zemininde, insanları mankurtlaştırma faaliyetleriydi.
Aradan geçen bunca seneye rağmen, en azından, Orta Asya'daki bu mücâdele bitmemiş ise, Çinliler, hâlâ tıpkı o zamanlardaki gibi, Türkler üzerindeki baskısını artırarak devam ettiriyorlarsa, sormak isterim, ne değişmiştir?
Milletlerin teşekkülünde, ırkî özellikler hâkim unsur olmakla birlikte, coğrafyanın, iklimin, bitki örtüsünün, farklı millet ve medeniyet mensuplarıyla temasın da mühim rolleri bulunmaktadır.
Türk milleti, Orta Asya'dan Avrupa ortalarına kadar temasta bulunduğu onca kavim ve coğrafî şartların da tesiriyle, ana mihver yani öz aynı kalmak şartıyla, târihî tecrübelerin harman olduğu bir şuûr hâlinde bugüne intikal etmiştir. Bununla şunu demek istiyorum ki, bir millet ne kadar hırpalanırsa hırpalansın, onda, mutlaka, kendine, millet hüviyetini kazandıran kolay kolay silinmez bir 'alt şuûr' yaşamaktadır.
Türk milletinin bu alt şuûru, Nuh aleyhisselâmın oğullarından Yâfes'in oğlu Türk'e kadar ulaşır.
Oğuz Kağan Destanı'nda, Oğuz Kağan'ın beylerine ve halka" verdiği emirdeki: "takı taluy, taki müren, kün tuğ bolgıl, kök kurıkan" yani; "Daha deniz, daha nehir, gün (güneş) bayrak, gök çadır" olsun sözleri, bu millî tavrın hayâl genişliğini gösterdiği gibi; bakışları, istikbâle dâir temel hedeflerine çevirip, milliyetçi ruhu diri tutmanın işâretini verir. Güneşi, bayrak; gökyüzünü çadır telâkki eden bir zihin, millîden cihânşümûle varmanın maksadıyla hareket eder ve çok çalışır.
Bu hâl, kimseyle kavgayı işâret değil, temkinli olmanın ve çalışmanın gereğidir.
Çünkü; çekilen sıkıntıları, Türk'e düşman unsurların açtığı yaraları, Türk'ün bilerek veya bilmeyerek yediği darbeleri anlatan ihtişam âbidesi ilk yazılı kaynak olan Orhun Âbideleri'nde/Gök-Türk Kitâbeleri'nde, Türk Bilge Kağan'ın 'nasihati", Oğuz Kağan'ın millî düşüncesinden başka bir şeyi ifade etmez:
"Türk, Oğuz Beğleri, millet! İşitin! Üstte gök basma(dıy)sa, altta yer delinme(diy)se, Türk millet(i)! (Senin) ilini, töreni kim(ler) bozdu?
(Ey) Türk milleti! Pişmân ol! (Kendine dön!) Emre uyduğun için (Seni) yükseltilmiş bilge kağanına, iyi, müstakil ülkene, kendin yanıldın! Kötü iş yaptın!
Silâhlı, nereden gelip (seni) götürdü? Süngülü, nereden gelip (seni) sürüp götürdü?" (Bknz. Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1971, Sf. 63)
Üstte gök çökmedikçe ve altta da yer delinmedikçe, Türk'ün, ilini, töresini bozmak mümkün müdür? O hâlde, gelinen hâlin tekerrürü, asla tecelli etmemelidir? Nasihat budur!..
'Yeni Türk Milliyetçiliği' başlığını koyduğumuz bu kısa yazımızda, hiçbir kavmi, hiçbir zümreyi, kabileyi veya milleti hakîr görmeden, kendi "soy" mensuplarının ve mensubiyet duyanların maddî ve mânevî kıymetlerini koruma altına almak hedefini îzah etmek istiyoruz.
"Şanlı Peygamberimiz'in tebliğleri ile şereflenmeden önce, bütün Türkler, kâfir değildi. Kimi Musevî, kimi İsevî, kimi de yukarıda belirttiğimiz tarzda "muvahhid" idi. Tıpkı, putperest Araplar'ın arasında bulunan "Hanif"ler gibi Türkler'in içinde de doğru inanan insanlar çoktu.
(...) Türkler, yalnız askerî sahalarda değil, içtimâî, iktisâdî, ahlâkî, bediî ve fennî konularda da büyük eser ve hamlelerle İslâm Dünyası'nın şanını ve şerefini yüksek tutmasını bilmiştir." (Bknz. S. Ahmet Arvasî, Size Sesleniyorum-1, Model Yayınları, İstanbul 1989, Sf. 101- 102)
Türkler; tarihleri boyunca, İslâm'da korunması gereken beş esasa/şarta riâyet etmişler, sâdık kalmışlar ve başkalarının haklarını da aynı samimiyetle korumuşlardır. Bunlar: Can'ın yani hayatın korunması, malın korunması, dinin korunması, aklın korunması ve neslin/soyun/ırkın korunmasıdır.
Kaldı ki, Şanlı Peygamberimiz: "Soylarınızı biliniz" diye emir ve tavsiyede bulunmuşlardır.
Bilinmelidir ki; ırk/millet/nesil/zürriyet/kavim/soy mübârek dinimizin emrettiği hususlardır. Yasak olan "ırkçılık"tır. Türk milliyetçiliğini, Batı'nın "nasyonalizm" anlayışına bağlayanlar, bu hakîkatin uzağındadırlar. Sözü edilen şey, rasizm'dir ki, bu, gerek an'anemize ve gerekse mübârek dînimizin hükümlerine tamamen zıttır, terstir.
Türk milliyetçiliğinin esasını teşkil eden hususlar, kendi varlık şartımızı, şerefli ve adâletli bir dünya içinde sürdürmek; dînimizi, dilimizi, bayrağımızı, vatanımızı, devletimizi...korumak, haysiyetimizle ömür sürmek ve gelecek nesillerimize bunu intikal ettirmektir.
Her çeşit Türk düşmanının cephe alarak "Kızıl sultan" dedikleri, Hüseyin Nihal Atsız'ın Gök-Sultan, Necip Fâzıl Kısakürek'in ise Ulu Hakan diye vasıflandırdığı 2. Abdülhamid Han'ın Türklük ve Türkçe hakkındaki görüşlerini ve tavrını bilmekte de fayda vardır.
Atsız, Temmuz 1942 yılında, 2. Abdülhamid Han hakkında Tanrıdağ Dergisi'nde yazdığı makalede şöyle der:
"Bir gün, saray bahçesinde hademelere iş gördürürken, içlerinden birisinin beceriksizliğine kızarak ona: "Eşek Türk!" diye bağıran ve galiba Arnavut olan saray memuruna: "Ben de Türk'üm!" diye seslenerek o memurun korkudan bayılmasına sebep olmuştur. Millî şuûr kuvvetli olmasaydı, pencereden seyrettiği olayı görmemezlikten gelebilirdi."
Nihad Sâmi Banarlı, Türkçenin Sırları adlı eserinde, 2. Abdülhamid Han' için, "Türk târihinde ilk defâ, halk dilinde yaşayan Türkçe kelimeler'in resmî kanallar vasıtasıyle toplanması için emir vermiştir." der.
23 Aralık 1876 târihinde kabul edilen Kanun-i Esâsi'nin 18. Maddesi ise, aynen şöyledir: "Tebaai Osmaniyenin hidematı Devlette istihdam olunmak için devletin lisanı olan Türkçeyi bilmeleri şarttır."
Bunların hepsi, mensup olunan milleti sevmekle alâkalıdır; milliyetçiliğin, temel değerlerine hürmetin eseridir.
"Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir" diyen Ziya Gökalp, değişik Türkçü örnekleri verdikten sonra şu kanaate varır: "Çünkü, insanî şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddî meziyetlerimiz ırkımızdan geliyorsa, mânevî meziyetlerimiz de, terbiyesini aldığımız cemiyetten geliyor.
(...) Bu mütalâalardan çıkaracağımız amelî netîce şudur: Memleketimizde vaktiyle dedeleri Arnavutluk'tan yahut Arabistan'dan gelmiş millettaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyad edinmiş görürsek sair millettaşlarımızdan hiç tefrik etmemeliyiz. Yalnız sadet zamanlarında değil, felâket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizden hariç telâkki edebiliriz. Hususiyle, bunlar arasında milletimize karşı büyük fedâkârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifa etmiş olanlar varsa, nasıl olur da bu fedâkâr insanlara "Siz Türk değilsiniz" diyebiliriz. Filhakika, atlarda şecere lâzımdır çünkü meziyetler sevki tabiiye müstenid ve irsî olan hayvanlarda ırkın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlarda ise, ırkın içtimâî hasletlere hiç bir tesiri olmadığı için, şecere aramak doğru değildir. Bunun aksini meslek ittihaz edersek, memleketimizdeki münevverlerin ve mücahidlerin birçoğunu fedâ etmek iktiza edecektir. Bu hâl, caiz olmadığından "Türküm" diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hiyaneti görülenler varsa, cezalandırmaktan başka çare yoktur." (Bknz. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Türk Kültür Yayını, İstanbul 1974, Sf. 22)
Gökalp, anafikir olarak, milliyetçilik sosyolojisindeki görüşünü "Türk terbiyesi"ne dayandırır. Bunun ne olduğunu, çeşitli bahislerde ele alır.
Gökalp'le çok yakın görüşlere sahip olan Mustafa Kemal Atatürk'ün, Türk İstiklâl Harbi'nin Başkomutanı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olarak, 'milliyetçilik' hakkındaki görüşleri, başlıbaşına bir makale hattâ bir kitap seviyesindedir. Biz, burada, Atatürk'ün, çeşitli tarihlerde söylediği ve mevzûmuza ışık tutacak bâzı sözlerini nakletmekle iktifa edeceğiz.
"Ne mutlu Türk'üm diyene!" (1933); "Biz doğrudan doğruya milletseveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayandığı Türk topluluğudur." (1927); "Bize milliyetçi derler. Ama biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir. "(1920); Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel Türkiye'nin istikbâline, kendi benliğine, millî an'anelerine düşman olan bütün unsurlarla mücâdele etmek lüzumu öğretilmelidir." (1922); "Türk çocuğu ecdâdını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır."(1924); "Ordumuz; Türk birliğinin, Türk kudret ve kaabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir."(1937)
Bir devlet kurucu olarak Mustafa Kemal Atatürk, mensubu olduğu milleti sevmenin önemine dikkat çekerken, bu "milliyetçiliğin", başka "milletlere hürmet ve riayet"e mâni teşkil etmeyeceğini, "hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik" olmadığını da ilân eder. Esâsen, bütün bu görüşler; Oğuz Han'dan beri gelen an'anevî Türk milliyetçilğinin 'alt şuûr' undaki terennümlerdir.
Kaldı ki; Mustafa Kemal (Atatürk soyadı kendisine 24 Kasım 1934'te verilmiştir) tarafından 9 Eylül 1923 tarihinde kurulan Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi)'nin üçüncü sırasında "Milliyetçilik" ilkesi yer alıyordu.
Bu durum, 12 Eylül 2010 târihinde halk oyuna sunularak kabul edilen T.C. Anayasası'nın 2. Maddesi'nde "Atatürk milliyetçiliğine bağlı" ibâresiyle, Anayasa'mız nezdinde koruma altına da alınmış oluyor.
Bu hususta; Orhun/Göktürk Âbideleri'nde ifade edilen: "Türk beyler Türk adını bıraktı" cümlesi, bir iç muhasebedir. Gaflet hâlini, ondan ibret almaya dönüştürmedir. Bu adı bırakma, o kadar hazîndir ki, millî hüviyetini tamamen terk'tir. Hadîs-i şerîfte buyurulduğu üzre: "Kim, bir kavme benzerse, o, ondandır." Vaziyet, bu derece vahimdir.
"Türk adını bıraktı", sâdece lisân olarak söylenmiş değildir. Bir hâlin ikrârı, ifşâsı'dır.
Prof. Dr. Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik adlı eserinde şöyle der: "Türkler tarih sahnesine çıkış bakımından dünyanın en eski milletlerinden biridir. Dünya yüzünde Türkler kadar yayılmış, çıktığı yerden binlerce kilometre ötede vatan tutmuş bir başka millete de rastlanmaz." ( Bknz. Güngör, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1995, Sf. 132)
Gerçekten de, Orta Asya'dan Orta Avrupa'ya kadar uzanan, kuzeyinde Rusya, doğusunda Çin gibi iki dünya devinin bulunduğu, bunlarla da yetinilmeyip, bir cephesinde Hindistan'ın, diğer cephelerinde Avrupa devletlerinin ve Araplar'ın ihâta ettiği Türk yurtları coğrafyası, tarih boyunca, dur durak bilmeden çatışmaların mekânı olmuştur.
Erol Güngör, yazısında, mevzûmuzla alâkalı olarak şu görüşlere yer veriyor: "Türk kültürünün üç ana kaynağı vardır: Türklerin müşterek tarih ve dil sahibi bir kavim olarak çok eskiden beri edindikleri ve geliştirdikleri vasıflar, yani Anadolu'ya yerleşen Türklerin kavmî hususiyetleri, ikincisi İslâm medeniyeti, üçüncüsü de Anadolu'da ve Rumeli'de geçen uzun bir tarih boyunca edindikleri bilgi ve tecrübe.
İslâmiyete geçiş Türk tarihi içinde büyük bir dönüm noktasıdır; fakat bu değişmenin büyüklüğü bizi daha önceki Türk kültürüne karşı körleştirmemelidir. her şeyden önce, millî varlığımızın temel taşlarından biri olan dilimiz bize eski kültürümüzden intikal etmiştir." (Bknz. a.,g.,e., Sf. 132)
Peygamber Efendimiz: "Soylarınızı biliniz. Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir." buyurmaktadır. O hâlde, usûlu bilmek ve tatbik etmek gerekir.
Alparslan Türkeş, 1 Ağustos 1965 târihinde, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin Genel Başkanı olmuş ve bu parti, bilâhâre, 1969 yılında, Milliyetçi Hareket Partisi ismini alarak Türk siyâsî hayatında, başında "milliyetçi" kelimesi bulunan bir teşekkül, resmî olarak faaliyet başlamıştır.
Türkeş tarafından ortaya atılan ve "9 Işık" diye adlandırılan temel esasların, birincisi de "milliyetçilik"tir.
Alparslan Türkeş, Millî Doktrin Dokuz Işık adlı kitabının Milliyetçilik başlıklı bölümüne şu cümlelerle başlar: "Milliyetçilik, Türk Milletine karşı beslenen derin sevginin ifadesidir. Kalbinde başka bir ırkın gururunu taşımayan ve kendisini samimî olarak Türk hisseden ve Türklüğe adayan herkes Türk'tür. Biz; Türk Milleti'ne mensup olduğumuza göre, bu milletin içinden çıkmış insanlar olduğumuza göre, elbette ki kendi milletimize karşı derin bir bağla bağlı olacağız ve bu milletin yükselmesi için, bu milletin haklarının daima her çeşit tesirlerden uzak, her şeyin üstünde bulundurulması için çalışmayı görev tanıyacağız.
(...) Milliyetçiliğimiz başkalarına karşı kin, garez duygularıyla beslenmez." (Bknz: Türkeş, Kutluğ Yayınları, İstanbul 1973 Sf. 15)
Türkeş'in son cümlesinin, Atatürk'ün, "Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir." sözüyle ne kadar benzeştiğini işâret etmek isterim.
Türkeş'in, Temel Görüşler adlı kitabındaki ; "Türklük gurur ve şuûru ile İslâm ahlâk ve fazîleti milletin kurtuluş ve yükselişinde temeldir. Bu, mâzîde böyle olmuş, gelecekte de böyle olacaktır." (Bknz. Alparslan Türkeş, Temel Görüşler, İkinci baskı, İstanbul 1975, Sf. 2) cümleleri, O'nun, milliyetçilik anlayışının esasını teşkil eder ve bu, bu zamana kadar söylenmiş ilk söz olması bakımından da, Türk târihinden süzülüp gelen milliyetçilik anlayışının özünü ifade etmiş olur.
Biz, bu görüşe, en azından ilk söylenmiş olması bakımından "yeni" sıfatını ekleyerek telâffuz etmek istiyoruz.
"Nitekim Kâşgarlı Mahmud'un "Allahü teâlâ, devlet güneşini Türklerin burcundan doğurmuş, göklerdeki yıldızlara benzeyen devletleri onun saltanatı etrafında döndürmüş, Türkleri yeryüzünün hâkimi yapmıştır" dediği gibi, Türk Milleti birlik ve beraberlik içerisinde olduğu ve onun getirdiği dik duruşu sergileyebildiği müddetçe her zaman dünya siyasetinde söz sahibi olmuştur. Olmaya da devam edecektir." (Bknz. Türk Sultanları, Tertip Heyeti, Türkiye Gazetesi Yayınları Ansiklopedi Grubu, İstanbul 2005, Sf. 5)
Necip Fâzıl der ki; "İslâm inkılâbında milliyet görüşü, her şeyi ana ruh vâhidine bağladıktan sonra, o ruh vâhidini en iyi aksettiren yâhut en iyi aksettirmeye memur olar zarf, kalıp ve madde ölçüsü olarak da (dâimâ bu kayıt altında) kendi ırkını mecnuncasına sever.
İşte Gaye -İnsan ve Ufuk Peygamberin "Kişi kavmini sevdiği için suçlandırılamaz!" meâlindeki muazzam Hadîsinde, dışarıdan ve ilk bakışta o kadar kolay sanılan nâmütenahî derin mânâya bir yol; ve hudut içinde hudutsuz milliyetçiliğe bir işaret!..
İslâm inkılâbında milliyetçilik görüşü, Müslümanlıkta mahdut o sınırlı milliyetçiliktir ki, bu sınırın en küçük mikyasına kendisini hudutsuz ve başıboş bilen hiçbir milliyetçilik ulaşamaz, ve böyleleri bizimle uyuşamaz." ( Bknz. Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, b.d. yayını, İstanbul 1976, Sf. 211
Alparslan Türkeş de, Temel Görüşler adlı kitabında, bunu teyid eder tarzda bir görüş beyanında bulunarak şöyle der: "Milliyetçiliği reddeden bir "dincilik" anlayışı ve İslâmiyet'e düşman bir milliyetçilik anlayışı bize yabancıdır, bizin dışımızdadır." (Bknz: Türkeş, Sf. 180)
Bu hâl, muhakkaktır ki, bir ânda vuku bulmamış, asırlardan intikal eden birikimle, birbirine rabıtalı ve birbirinden ayrılmaz vecîz bir ifade olarak , "Türklük Gurur ve Şuûru ile İslâm Ahlâk ve Fazîleti, milletin kurtuluş ve yükselişinde temeldir. Bu, mâzîde böyle olmuş, gelecekte de böyle olacaktır." diye, meydanlarda ve salonlarda yankılanmış,kitaplarda yer bulmuş ve zihinlere nakşedilmiştir.
Bu şuûrun inşâcıları ise, sâdece devlet ve siyâset adamları değil, aynı amanda, gönül ve fikir adamlarıdır... Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevîler, Yusuf Has Hâcibler, Kâşgarlı Mahmudlar, İmam-ı Âzamlar, İmam-ı Matûrîdîler, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmîler,Yunus Emreler, Mîmâr Sinanlar, Uluğ Beğler'dir ...
Bu şuûr; onlardan, gönül gönül akıp gelen, ilim, irfân ve îmân terennümlerinin dipdiri bir şekilde günümüzde hayat bulmasından başka bir şey değildir.
"Türk beyler Türk adını", artık "bırak"mayacaklardır!..
'Yeni Milliyetçi Akım'; taptâze ve dipdiri bir 'alt şuûr'dur!..Ve...Türk Dünyâsı'ndaki uyanışın müjdecisidir!..
"Türklük Gurur ve Şuûru ile İslâm Ahlâk ve Fazîleti"; bu 'alt şuûr'un, gün yüzüne çıkmış, en pırlanta vasıtalarla döşenmiş ümit ışığıdır!..