Cevabı, hiç geciktirmeden kendim vereyim: Hayır! "Bu kadar acelecilik niye?" diye soranlara ise, bir başka soru ile mukabelede bulunayım: Peki, anladık ise, Çanakkale Savaşları'nın üzerinden yüz yıl yâni bir asır geçtiği hâlde, Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti olarak bulunduğumuz merhaleden memnun musunuz?
Bu soruyu, lütfen, hem içimize, hem de dışımıza bakarak, bütün olup bitenleri iyiden iyiye tahlil ederek objektif bir şekilde muhakeme ediniz.
Memnun iseniz, bir diyeceğim yoktur. Tabiî ki, şimdi, bâzılarımızın,"O zamanlar neyimiz vardı ki?.." sorusundan başlayacağını da biliyorum. Doğrudur! Neyimiz vardı ki, bu savaşları kazandık ve zafere ulaştık? Bugün, neyimiz yok ki, dimdik durmuyor / duramıyor, yalpalıyoruz? Bu, bir idrâk mes'elesidir.
Bizden sonra, hem de bize göre çok yakın bir tarih sayılan Japonlar'ın ve Almanlar'ın başına gelenler düşünüldüğünde, mukayesenin, bir de o cepheden yapılmasını düşünmemiz gerekmez mi?
1900'lü yılların başında, binlerce senelik Türk târihinin en büyük facialarından biri olan Balkan Harbi'nde 530 binden fazla şehit verdik. Anadolu'dan sonra,- 550 yıllık- ikinci anayurdumuz olan Rumeli'yi terkettik.
Ardından, (22 Aralık 1914-15 Ocak 1915) Sarıkamış Harekatı'nda büyük kaybımız gelir. Bu kayıplar, bâzı kayıtlara göre doksan bin olarak ifade edilirken, tarihçi Mehmet Niyazi Özdemir, bunun, yirmi üç bin şehit olduğunu ve doksan binin, bu savaşta altmışbin kayıp veren Ruslar'ın yalanı olduğunu söyler.
Bunun ardından, Allahü teâlâ, ikiyüz elli bine yakın şehit vermemize rağmen, Müslüman Türk milletine, Çanakkale'de bir zafer nasip etti.
Bu zafer, bir 'çıkış' hareketi olarak, İstiklâl Harbi'mizde kendimize güven duymamızı sağladı. İstiklâl Harbi'nin muzaffer komutanı, Çanakkale'de kendini gösterdi. Ben, Çanakkale'ye, hep 'Ergenekon'dan Çıkış' olarak bakmışımdır. Ne müthiş bir mücâdele! Bir ateş küresinin içersinden, Müslüman Türk Milleti âdetâ yeniden doğdu!..
Aradan, bir asır / yüz sene geçti; Çanakkale'yi, bu mânâda anlayabildik mi? Tabiî ki, anlamanın da ne demek olduğunu anlamak lâzımdır. Bir hâdiseden ibret alınıp ders çıkarılamaz ise, onu anlamış olamayız.
Japonlar'ın, İkinci Cihân Harbi'nde yaşadığı bir 'Hiroşima' felâketi vardır. 6 Ağustos 1945 tarihinde, demokrasi (!) sembolü Amerika Birleşik Devletleri'nin attığı atom bombası, yüz kırk bin Japon'un ölümüyle sonuçlandı. Yüz kırk bin insan bu, dile kolay!..
Ammâ, bir de bize bakınız! 530 bin, 23 bin ve 250 bin şehit...Mukayese edip, ibret almamız için daha ne kadar zayiât vermemiz gerekiyor, söyler misiniz?
Japonlar; bu vahşet tablosunu, her yıl okula başlayan çocuklarına gezdiriyorlar. Gezdirmek de ne kelime! Hazmettiriyorlar!.. Ezberletiyorlar!..
Bu bombalanmış bölgede, sâdece insanın değil; bir hayvanın ve bir bitkinin bile yaşamasının mümkün olmadığını, onlara gösteriyor, îzâh ediyor, bizzat yaşatıyorlar.
Diyorlar ki; "Bakınız! Eğer, sizler çalışmazsanız, sizden öncekilerden daha ileri gidemezseniz, vatanınız da, düşmanlar tarafından, işte böyle bombalanıp, perişan edilir."
Japon çocuklarına, 'millî şuûr şoku' böyle yaşatılır.
Bugün, her Japon, günlük mesâîsine ilâve olarak iki saat daha fazla çalışır: Bu iki saat, ayrıca'dır ve sâdece Japonya için'dir!
Çanakkale rûhunu anladık mı? sorumuzun cevabı, bu cümlelerin içindedir. Evet; Çanakkale'yi anladık mı? Çanakkale ruhunu kavrayabildik / kavratabildik mi? Böyle bir ülkümüz oldu mu ve oldu ise, bu ülküye, bu hedefe yürünmesi gereken gibi yürüyebildik mi / yürüyebiliyor muyuz?
Tabiî ki, Devlet olarak, çocuklarımızı, gençlerimizi ve insanımızı...Maarif sistemimizi böyle bir millî ülkü etrafında kenetleyebildik mi?
İngilizler'in, F(ı)ransızlar'ın, Avustralyalılar'ın... vahşetine şâhitlik yapan mekânları, bu şuûrla gezebildik / gezdirebildik mi?
Kanlı Sırt'ı, Karanlık Liman'ı, Kilitbahir'i, 57. Alay Şehitliği'ni, Kabatepe'yi, Zığındere'yi, Seddülbahir'i, Conkbayırı'nı, Anafartalar'ı, Namazgâh Tabyası'nı...gözlerimiz nemlenmeden temaşa ettik / ettirebildik mi?
276 kiloluk top mermisini tek başına kaldırarak namluya süren Seyyid Onbaşı'nın hissiyatını / îmânını yaşayabildik / yaşatabildik mi?
Bir metre kareye altıbin merminin isâbet ettiği dünyada başka bir mekânın bulunup bulunmadığı düşüncesiyle zihinleri bir nebze olsun kımıldatabildik mi? Askerimizin günlerce çarpıştığı o mevzîleri dolaşıp siperlerin içine girerek o havayı teneffüs edebildik / ettirebildik mi?
Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Komutanı Org. İsmail Cevat Çobanlı'nın, Esat Paşa'nın,Vehip Paşa'nın, Kurmay Başkanı Salâhaddin Adil'inYarbay Mustafa Kemal'in, Yarbay Sabri'nin, Üsteğmen Mevsuf'un, Nusrat Mayın Gemisi Komutanları Binbaşı Hakkı ve Yüzbaşı Nazmi Bey'in...Harbiyeliler'in, Tıbbiyeliler'in, Askerî Liseliler'in, Galatasaray Liseliler'in, Balıkesir, Sivas, T(ı)rabzon, Edirne, Kayseri Liseliler'in... Tokat'ın 'Onbeşlileri'nin...ve binlerce vatan evlâdı Mehmedciğin ayak izlerini, alın terlerini, kanlarını her saniye ve her zerrede hissettik / hissettirebildik mi?
Alev kürelerinin ortalığı cehenneme çevirdiği mekânlardaki Allah!.. Allah!..seslerinin yankılanmalarına dâir içimizde bir ilhâm belirdi mi?
2005 yılı Nisan ayında, Çanakkale Savaşları'nın 90. yıldönümü törenlerine katılan Avusturalya Başbakanı John Howard ve Yeni Zelanda Başbakanı Helen Clark'ın, "Çanakkale'nin milletlerarası bir statüye kavuşturulması ve Gelibolu Yarımadası'nın, burada savaşan Türkiye, İngiltere, F(ı)ransa , Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada ve Hindistan arasında kurulacak müşterek bir Milletlerarası Platform tarafından dönüşümlü olarak idâre edilmesi" teklifi, zamanın Orman Bakanı Osman Pepe tarafından reddedilmesine rağmen, geçen zaman içersinde, buranın, hangi hâlde bulunduğundan haberimiz var mıdır? Böyle bir teklife fırsat verilmesinin bile ne kadar vahim olduğunu düşünebildik mi? Bu çirkin teklif karşısında, herhangi 'ciddî bir karşı çıkış' sözü duydunuz mu?
Kaldı ki; böyle bir teklifin yapılması dahi 'utanılması gereken' bir durum olduğu hâlde, bunun, yumuşak tavırlarla geçiştirilmesinin de bir âcizlik olduğu kanaatini taşımıyor musunuz?
Çanakkale gibi bir ölüm-kalım muharebesinde, mütecâviz unsurların böyle bir teklifi yapma cesâretini nereden aldıklarını düşünmek ve bilmek zorundayız.
Niçin mi?..
Çünkü; Çanakkale Kara Savaşları'nın 98. yıl dönümünde, yâni bundan sekiz sene sonra, Gelibolu Yarımadası'nda, düzenlenen törende, bu defa da, Birleşik Kırallık Ankara Büyükelçisi David Reddaway, aynı lâkayt edâyla şunları söyleyebilmiştir: " Bugün, Çanakkale Savaşları'nda birbirleriyle çarpışan ulusların askerlerinin, herhangi bir savaş alanında birbirinin düşmanı olabileceğini düşünmek dahi imkânsız. Çanakkale Savaşları'nın müttefikleri de düşmanları da bizleri dostluk ve ortak hedefler ile bağlayan güçlü bir ilişki, müttefiklik ve gruplaşma içerisindedir. " (Bknz: Vatan Gazetesi, 25 Nisan 2013, Sf.6)
Bu sözlerde hiçbir 'özür' beyanı, 'utanma hissi' ve hiçbir 'pişmanlık' belirtisi var mıdır?
Tabiî ki, bizim mes'ul ve salâhiyetlilerimizden, bu zata ne cevap verildi, onu da bilmiyorum. Fakat; en azından, orada bulunan bir yetkilimiz, hiç değilse, bir tek kelâm etmese ve " Çanakkale'de ne işiniz vardı?" demese bile, onun yüzüne:
- Sahi mi söylüyorsunuz? Bu nasıl sözdür? der gibi , bakabilseydi? Evet, 'bakabilseydi"...
Hani; milletlerarası münâsebetlerde, belki "yüz kızarması" diye bir kavrama da şâhit olup olamayacağımız, böylece, tescil edilmiş olurdu.
Fakat; ne bizdekilerde böyle bir 'bakış', ne de karşı tarafta böyle bir 'hâl' mümkün olabildi, değil mi?
Kerrar Esat Atalay anlatıyor: "Millî Mücâdele sürecinde Türk kadınının cephede savaştığı dikkate alındığında, kadının cephedeki rolünün başlangıcını Çanakkale Savaşı olabileceğini söylemek mümkündür.
Konuyla ilgili Avustralyalı piyade er J.C. Davies annesine yazdığı mektupta kendilerine karşı çarpışan bir Türk kadın savaşçısıyla ilgili olarak şunları anlatmaktadır: "Benim de vurulduğum 18 Mayıs 1915 günü keskin nişancı bir Türk kızı, pusuda çarpışıyordu. Gizlendiği yerden gün boyunca ateş etti ve çok sayıda adamımızı vurdu. Ancak gün batmadan bir Avustralyalı tarafından vurulmasına gene de üzüldüm. Güzel, yapılı ve tahminen 19-21 yaşlarında bir genç kızdı. Ölü ele geçirdiğimizde, yanında başka bir Türk'ün ölüsünü de bulduk. Genç kızın bedeninde tam 52 kurşun yarası vardı...Bu savaş korkutucu." ( Bknz. Yeniçağ Gazetesi, 13 Mart 2015, Sf. 13)
Bedeninde 52 kurşun izi bulunan bu Müslüman Türk kızının verdiği mücâdelenin sebeplerini genç kızlarımıza ve delikanlılarımıza millî bir şuûr olarak takdîm edebildik mi? Bu 52 kurşu izi neyin bedelidir, anladık mı? Çanakkale rûhunun, ancak böyle bir îmân ve cesâretle mümkün olabileceğini düşündük / düşündürdük mü?
Cephede ve cephe gerisinde, Türk kızının / anasının / kadınının verdiği mücâdeleyi kim, nasıl görmezden gelebilir?
Çanakkale rûhuna hürmet; verilen bu mücâdelelere yakışır bir tarzda, onu hatırlamakla mümkündür. Yoksa; bir takım adamlara, kendi âyinleri için müsaade ederek, onların sarhoş kafalarla, oralarda nâra atması / attırılması değildir.
Mehmet Âkif'in:
"Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde - gösterdiği vahşetle "bu, bir Avrupalı"
Dedirtir-yırtıcı, his yoksunu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahpesi, yahud kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi...Mahşer mi, hakikat mahşer."
Diye tasvir ettiği hâdiseler zinciri; bu vahşetin fâillerinin, mâsûm Türk milletini yeryüzünden silip, vatanını elinden almanın gayreti içinde bulunduklarının ispatı değil mi idi ki,bugün, onların torunları, Çanakkale'de, 'pişkin pişkin' arz-ı endâm etmektedirler?
Âkif'in, "ufacık bir kara" dediği Gelibolu Yarımadası'na, bu zavallılar, hâlâ göz diktiklerini, gözümüzün içine baka baka, 'alenen' söylemiyorlar mı?
14 Mayıs 1915 târihinde, Müslüman - Türk askeriyle omuz omuza çarpışırken yaşadığı Çanakkale rûhunu, 1925 yılında, İstiklâl Harbi kahramanı Mustafa Kemal şöyle anlatıyor:
"Size Bombasırtı vakasını anlatmadan geçemiyeceğim. Karşılıklı siperlerimiz arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak, muhakkak...Birinci siperlerdekiler hiçbiri kurtulmamacasına tamamen düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar gıptaya şayan bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir fütur bile göstermiyor, sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kur'ân-ı Kerîm, Cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler, Kelime-i Şahadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren, şaşılacak ve övülecek bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur."
"Bu yüksek ruh", hiçbir zaman seviyesinden bir şey kaybetmeden irtifâ kazanmalıdır!
Hiç durmadan!..Dâimâ yükselerek ve genişleyerek!..