Türk romancılığı; kaabiliyetli, becerikli, ciddî ve gayretli ellerde arzu edilen merhaleyi yakalamıştır.
Hiç kimse; şu veya bu ülke romancılığı karşısında ezikliğe düşmeden, bu sahada, iftihar edebileceği san’at iklimine ulaştığımızı söylemekten çekinmemelidir.
Şüphesiz ki, zamanın nelere şâhit olacağını kimse bilemez; fakat, görünen odur ki, bu sahada, ferdî gayretlerle iyi yoldayız.
“Asi’nin Çocukları”, bir romandır. Yazarı ise, Emine Özgenç’tir.
Romancımız Emine Özgenç; “Eylül 12’den Vurdu”, “Eynesi Ana”, “PKK Kampında Bir Ülkücü” ve “Güldüren İşkence” adlı romanlarından sonra, beşinci romanı olan “Asi’nin Çocukları” romanıyla, bu iddiamızı ispatlamıştır.
Neyin iddiasındayız? Şüphesiz ki, senelerdir, karşımıza çıkıp serzenişte bulunan aykırı veya fikirdeş görünümlü seslerden birinciler, fikrî tezat’la; ikinciler ise, uyuşukluğun getirdiği rehâvetle –kendi beceremez ammâ başkasında mes’uliyet arayan bir tavırla- konuşmaktadırlar. Hâliyle,Türk romancılığındaki yeni ve pırıl pırıl ses(ler)e kulak vermemekte/verememektedirler.
Reşat Nuriler’den, Yakup Kadriler’den, Peyami Safalar’dan, Hâlide Edibler’den, Ahmet Hamdi Tanpınarlar’dan, Hüseyin Nihal Atsızlar’dan, Mustafa Necati Sepetçioğlular’dan, Tarık Buğralar’dan, Sevinç Çokumlar’dan, Nazan Bekiroğlular’dan, Emine Işınsular’a kadar uzanan ummândan habersiz olanlar, şimdikileri de hiç yerine koymayı denemektedirler.
Sâdece romanda mı? Hayır; şiirde de aynı ‘aykırı tavır’ ve “umursamazlık” yaşanmaktadır!..
Bir san’at eseri, elbette ki, burada roman; acıları bile nakletse/ortaya koysa/mevzû yapsa, ondan elde edilen lezzet/haz ve tefekkür numûnesi, ifade ediliş tarzı yâhut üslûbu, onun san’at değerini ispata yeterli olur.
“Asi’nin Çocukları”ndan söz ediyorum:
Acılardan, dertlerden, sıkıntılardan, telâşlardan, karmaşadan, cinâyetlerden, katliâmlardan, gasplardan, kan, barut ve ateşle mücâdelelerden söz ediyorum; bütün bunların da üzerinde, bir vatan müdafaasının verdiği îmânlı irâdî kuvvet ve heyecanla, hem fizikî ve hem de hakîkî mânada yürekleri parçalayan hâdiselerin cereyân ettiği safhalar, bir eserde, bir ülküye, ümide, sevince, saadete, hürriyete doğru topyekûn vücut bularak bu Türk romanına ayrı bir ‘üst değer’ katmıştır.
Bu ‘üst değer”, kimseye yabancı gelmesin. Şâyet, bu “üst değer”, yabancıdan gelmiş olsaydı, ona “taklit” bile demezler, belki de ‘modernite’ derlerdi ve belki de onu alkışlarlardı.
Bu üst değer, bir başka ifade tarzıyla, güzel Türkçe’nin zarâfetiyle ve güzel kullanılışıyla, mahallî-millî kültür unsurlarının dünya sathında yeniden göğermesi/göğertilmesi faaliyetidir.
“Asi’nin Çocukları”, bir târihî romandır. Temel bakışla, eserde, bu, görülür. “Temelde” diyorum; zîra, sâdece görünen, bu, değildir.
Târihî romanlar, mensubiyet duydukları milletlerin, şuûraltlarında birikmiş müşahhasları kadar mücerretlerini de yakalayan “gözleri”dir. Onlar; mahallî-sosyo-kültürel ve askerî çekişmelerin mücâdele sahasındaki ‘sırlı’ noktalardır.
Bütün bu sosyo-kültürel temalar, muhakkaktır ki, bu şuûraltının çok derinliklerinde saklı p(i)sikolojik suskunlukları veya taşkınlıkları da açığa kavuşturma cehdinde bulunur.
“Asinin Çocukları”; ilk bakışta, belli bir mekândaki Türk-Ermeni münâsebetleri’ni ele alır görünmesine rağmen; aslında, Türk-F(ı)ransız- İngiliz ve bunlara bağlı olarak, bütün sömürücülerle olan irtibatları yâni, emperyal oyunları da ortaya koyan bir vazifeyi yerine getirir ve demek ister ki: “Ey siz!..Gafil olup da, hâinleşmeyin!..Biz, senelerden beri, bize sâdık olup dostça yaşayanları, bir ana-bir baba şefkatiyle dâima kucakladık da siz niçin varıp elin uşaklığını yaparsınız?”
Asi’nin Çocukları’ndaki tema, aslında, Hatay ne ise, Edirne, Erzurum, T(ı)rabzon, Kars veya Diyarbakır da odur’un ortaya koyduğu fikir meyvasının bediî îzahıdır. Hattâ; bütün Türk coğrafyalarına aynı bakış’tır. Çünkü; târih şâhittir ki, Türk milletinin yaşadığı bütün coğrafyalar aynı şartları yaşamıştır ve hâlen de yaşayanlar vardır.
Bu şu demektir ki; Asi’nin Çocukları, dâima uyanıklığı işâret etmektedir. Uyanık olmak; çalışmaktan ve birlik olmaktan geçmektedir. İç muhtevâ da, dış cephe de böyledir.
Bizim târihimizde ‘kahraman’ çoktur. Eserde; üst mevkide bulunan ve ilk p(i)lânda göze çarpan “Müderris Efendi-Hüsne Kadın-Aybars ve Elif“in yanında, Deli Veli, Kara Mustafa Çavuş, Kirkit Osman, Rabatlı Seydi, Gara Ana, Delialioğlu, Divlimli Hacı, Erzinli Azman Bekir, Vanlı Kürt Kara Yusuf, Kara Hasan, Azman Bekir, Akil İskat, Aksakallı Koca, Kara Fatma/Erkek Fatma, Türkmenzâde Ahmet Ağa, Ebu Emin Accube, Gülpınarlı Deli Ökkeş, Kumlulu Maho, Sarıcalı Mehmet…sâdece birer roman kahramanı değil, hakîkî mânada birer Türk yiğitidir.
Eserde, ecnebî olay kahramanları olan Bedros, Yenovk, Memik gibi Türk düşmanı ‘şahsiyetsiz şahsiyetler”, yazar tarafından, en hassas bir şekilde ele alınarak hâdiseler zinciri sürdürülmüştür.
Aybars ve Elif’in numûne teşkil edecek pırlanta aşkları; Sarin’in ve Manuk Usta’nın iki ayrı ‘tip’ olarak sergiledikleri hâller dolayısiyle elde ettikleri insanî irtifâ; Karakese Köyü’nden Elbahar Deresi’nden başlayan hâdiseler Dörtyol’a, Erzin’e, Hassa’ya, Islahiye’ye, Kırıkhan’a, Belen Geçidi’ne, Topboğazı’na ve oralardan da Halep’e kadar uzanan bir mekânda cereyân eder.
Bir defa; eserde, Türkçe’nin kullanımı ve bunun yanında mahallî olarak birçok Türkçe kelimenin yer alması da işin bir başka takdire lâyık cephesidir.Bu kelimelerden bâzıları, eserin sonunda sunulmuştur. Meselâ; “daçik: Ermenilerin Türkler’e verdikleri ad; Dışarı şeri: Görünmeyen, kötü yaratıkları verilen ad; Ede: Abi/ağabey; firtik: Kadınlar için hoppa; Haçik: Ermenilere verilen bir lâkap; havuş: Evlerin kapısının açıldığı çitle çevrili ön bahçe/avlu; haytalı. Hatay’da gülsuyu, nişasta, süt ve şekerle yapılan ve soğuk olarak ikram edilen bir çeşit şerbet; Kele: Kadınların ‘ayol, hey, yahu, be” gibi kullandığı bir kelime; Kömbe: Bilhassa bayramlarda yapılan içinde kendine has baharatlar bulunan bir çeşit kurabiye; puhara: Evlerde aşhanelerde içinde ateş yakılan bacalı ocak yeri; Tikeç: ağaç değnek…” demektir.
Eserde; temel Türk p(i)sikolojisi, bir “tavır/fiil/aksiyon olarak, târih sosyolojisi içersinde yerini koruyarak yeni bir üslûpla geliştiriliyor. Mekân; sözünü ettiğim gibi, ha Hatay olmuş, ha İskenderun, ha Kerkük, ha işgal edilmiş herhangi bir başka Türk şehri, farketmez-farketmiyor.
Eserde, vatan-millet aşkı, kuru bir hamaset olarak değil, hakîkî ve bütün cepheleri ve olanca varlığıyla capcanlıdır ve bu eser, bu değerlerinden asla tâviz vermeden, onları en üst mertebede tutarak yaşanan, kendi mevkisinde de en üstte bulunan “hâlis ve erdemli bir aşk” romanı’dır.
Romancımız Emine Özgenç, eserinin sonunda “Okurlarıma” başlığıyla yaptığı hitapta şöyle diyor:
“Asi’nin Çocukları’nda, 1918’den 1938’e kadar Hatay’ın Fransız işgalinde kaldığı yirmi yıllık süre zarfında Hataylı vatanseverlerin kurtuluş ve hürriyet için verdiği olağanüstü mücadele ve sabrı konu olarak ele aldım.” (Sf. 377)
Bana göre; mes’ele, bunun da ötesindedir. Zîra; eser, hem târihî ve hem de edebî bir muhtevâ taşımaktadır. Ayrıca; geniş çaplı bir araştırma da sözkonusudur.
Bir husustan daha sözetmek isterim: Bana göre, “tasvir” , bir romanın olmazsa olmazıdır. Kısa hikâyede, tiyatro eserinde, uzun cümleli tasvirler hoş görülmeyebilir hattâ ‘saçma’ olarak da değerlendirilebilir. Bu durum; şiirde, zâten mümkün değildir. Deneme türünde, meselâ, Necip Fazıl’ın bu tarz cümleleri düşündürücü olduğu kadar, büyük bir haz da veren örneklerle doludur.
Bence; tasvir, romanın süsü’dür. Bu süs, romana ayrı bir güzellik katmakta olup, Asi’nin Çocukları’nda da, bütün zarâfetiyle göze çarpmakta, işte, ben, buradayım demektedir.
Öyleyse; bu tasvir örneklerinden birkaçını arzedeyim:
“Baskına uğrayan köy, ana baba günüydü. Korkudan kuytulara sinmiş çocuklar, sapsarı benizleriyle endişeli koşuşturan kızlar, kadınlar, ağlayıp debelenen bebeler; yağmalanıp talan edilmiş evler; yakılmış, hâlâ dumanı tüten ahır ve samanlıklar, etrafa saçılmış kırık dökük eşyalar…” (Sf. 52)
“Kimse, mandalina ağacının altındaki bavulu fark etmemişti. Son izleyici de gidince kederli adam, eğilip bavulunu aldı. İki üç adım atı. Durdu. Döndü arkasına baktı. Bir zamanlar şen kahkahaların yükseldiği değirmenden ejderha ağzından çıkarmışçasına çatal dilli alevler yükseliyordu. Manuk Usta esefle; “O uğursuz gecenin hatıralarını yakıp kül etmeye yetebilseydi keşke bu alevler.” diye mırıldandı.
Mutlu günlerin yıldızlı gökyüzü, karanlığı yırtan kızıl bir alev topu ve kara dumanlarla kaplanmıştı. Her duman yumağı, kara taş olup bağrına indi. Gözlerinden akan yaş, yüzünü ıslatmıştı. Hıçkırıkları göğsünde düğümleniyor bedeni sarsıla sarsıla titriyordu.” (Sf. 150)
“Elif, yıllardır duymak isteyip de duyamadığı sözü işitmenin sevinçle karışık şaşkınlığıyla kalakaldı. “Sen, beni seviyorsun yani. Öyle mi?” derken gün yanığı esmer yüzünde allar, pembeler dalgalanıp yanak uçlarına gelip oturdu. Gözlerini ilk defa yere eğdi. Dudağının kenarına kadar gelen gülümseme kıvrımını alt dudağıyla içeri çekti. “İyi de bunu daha güzel daha yumuşak ne bileyim işte şöyle doğrudan, katıksız söylemek varken illâ da başka cümlelerin arasına karıştırıp mı söyler insan? Hem de ölünün başucunda. Zâlimsin Aybars, yıllardır duymak istediğimi hem keçiliğime eş edip söylüyorsun hem de söylediğin yere ve duruma bak.” diye aklından geçirirken Aybars devam etti.” (Sf. 169)
“Aybars, damat tıraşı için bahçeye kurulan masaya oturtulmuş, gençlerin yaptığı türlü şakalara tahammül ediyordu. Elif, al gelinliğinin üzerine atılan pullu, al yazmasının altından etrafı inceliyor, arada bir göğüs kafesine sığmayan kalbinin atışları, dışardan da görülüyor mu, diye kontrol ediyordu. Birden gözlerinin önünü, etrafı nura çeviren bir ışık huzmesi kapladı. Sanki gökyüzü, altunî ışıklarıyla; güneş sıcacık ısısıyla; denizden esen meltem, iç gıdıklayan ılıklığıyla; ruhuna huzur veriyordu. “ (Sf. 241)
“İçerde kimse yoktu. Kerpiç duvarın üstünü kaplamış olan toprak sıva, iri yarıklarla çatlamış çoğu kısmı dökülmüştü. Tavandan sarkan neredeyse tamamen yanmış ahşap kaplama, kiriş ve merteklerin bazısı yere düşmüş birkaçı da mağaralardaki sarkıtlar gibi zemine kadar uzanmıştı. İsten kararmış eşyalar, öteye beriye saçılmıştı. Yere serili şiltenin neredeyse her yanı yanmıştı. İçerisi kelimenin tam anlamıyla yangın yeriydi. Anlaşılan, ev terkedilmişti zira hiçbir hayat emaresi yoktu. Duvardaki çivide asılı Mushaf kabının dantel işlemeleri yandığından içindeki kapı kararmış Kur’ân-ı Kerîm’e uzanan adam gözyaşlarıyla “Bismillâh” diyerek eline aldığı Mushaf’ı bağrına basıp dışarı çıktı. Ağlamaklı sesle “İçerde kimsecikler yok” dedi.” (Sf. 246)
Türk romanında yeni ses arayanlara, işte o yeni ses, diyorum!..
Batı-Kuzey-Güney-Doğu şakşakçıları, bakınız ki, “Asi’nin Çocukları”nın neyi ecnebî romanlarından noksandır?!..
Türk nesir edebiyatının ‘altın kalemi’ Peyami Safa, roman hakkında da geniş malûmat sâhibi bir edibimizdir. O’ndan kısa bir nakil yapmak istiyorum. “Okuyucu ve Romancı” başlıklı denemesinde şöyle der:
“Bir romanın değeri üstünde yapılan münakaşalarda kıymet hükmü verenler arasındaki farklar, bunların ayrı seviye gruplarına mensup olmalarından da ibaret kalmaz. Her grup içindeki fertler arasında da mizaç ve zevk ayrılıkları vardır. Bu farklar grubun hâkim vasfını bozacak derecede olmamakla beraber okuyucuyla roman arasında münferit ve hususi münasebetler kurar. Kendisini veya tanıdıklarından birini romanın şahıslarına benzeten yahut kendi hayatiyle romandaki arasında alâkalar sezen okuyucunun o esere bağlanışı; aynı grup içindeki okuyucularınkinden fazla olur.
Bir romancının aynı zamanda bütün grupları tatmin etmesi kolay değildir. Her mevzu buna elvermez. Edebiyatın da riyaziye gibi yüksek bir mertebesi vardır.” (Bknz. Peyami Safa, Sanat Edebiyat Tenkit, Ötüken Yayınevi, İstanbul1976, Sf. 224)
Asi’nin Çocukları’nda, inanıyorum ki, herkes kendinden bir şeyler bulabilecektir. Gerek günlük sosyal hayatımızda, gerek târihî tecrübelerin bize kazandırdıklarında ve gerekse, bu tecrübelerin rûhî yapımızda bırakacağı intibada ve izlerde, bunun heyecan ve ileri gitme azmi kendini gösterecektir.