Başlık altındaki, “Kanlı 12 Eylül’ün Trajikomik Hikâyeleri” tâbiri, eserin anafikrini ortaya koymaya yetiyor.
Yazar Emine Özgenç, bundan evvel aynı mevzûyu işleyen “Eylül 12’den Vurdu” ve “PKK Kampında Bir Ülkücü” romanlarında, bu tarz hazîn tablolar sunmuş, bu eserinde de, bu tabloların biraz daha değişik, elden geldiğince yumuşatılmış, düşününce derinlere daldıran, acıyla karışık buruk tebessümlerini okura tattırmaktadır.
Hüzünlü, acı veren kısa süreli sevinçler bunlar!..
Şunu hemen belirteyim ki, “Güldüren İşkence”, bir roman değildir. Ancak, Özgenç’in daha önce yazdığı romanları gibi, onlara benzer, âdeta “vesîka” değerinde bir eserdir. Çünkü; hiçbir sahnesi hayâlî değildir ve tamamen yaşanmışlıkların kayda geçirilmesidir.
“GÜLDÜREN İŞKENCE”; bir cephesiyle, ‘acı hâtıralar silsilesi’dir. Bir başka cephesi ise; anlatılanların bir başkası yâni bir romancı tarafından, kendisine söylenilen ‘hikâyeler’den teşekkül etmesi veya böylece, kısa ‘mülâkatlar’ın hikâyeye dönüştürülmesidir.
Netîcede, acıların varsa yaşıyorsun, yoksa, “Bu hayattan ne çıkar!”, deyip, boyun büküp bir köşeye çekiliyorsun!..Böyle bir hayat!.Elbette ki, bu, ‘boyun büküp bir köşeye çekilmeyenlerin’ hikâyesidir..
Hepsi bir yana yâni, bütün bu ap-açık işkencelere rağmen, ‘hâdise, üslûptan sonra gelir’ diyerek bir nokta koyuyor ve Özgenç’in, anlatımındaki mahârete dikkat çekmek istiyorum.
Sâdece, “ Güldüren İşkence” veya “Eylül 12’den Vurdu” için değil, umûmî olarak, ‘üslûbun, hâdiseden önce geldiği ve üstün olduğu’ fikrindeyim. Şâyet üslûp, baştâcı edilmezse, milyonlarca hâdise olsun neye yarar!..
Üslûp; bir tazim’dir; bir tertip’tir. Bir edibin, kendine mahsusluğu; nazarları, kendine döndürme mahâretidir.
Bence, eser, bu bakımdan da önemlidir!..
Kripto Yayınları’ndan çıkan 296 sayfalık “Güldüren İşkence”’de, bu üslûba, hâdiselerin yaşandığı bölgelerimizin/şehirlerimizin ağız özellikleri/mahallî şiveler de eklenince, eser, bir başka çeşniyle zenginleşmiştir.
Meselâ; “İnsarcudur da...”, “Beşikdüzü’nde Tekel’in insar müdürü dediler.”; “Öleydi! Şimdi sen ölcen!”, “Ölüyok zaten.”; “Ne diyin sen? Başka şehre mi göcücük. Ev mi alıklar bize?”; “Görüştürmemek için şimdi de bu bahaneyi mi buldunuz? Gaybanalar!”; “Uşağum asker geldi, ayağunu çıkarmadan eve girdi.”; “Adanalıyık”; “Biliyoz Hasan olmadığını...Hah bak biz de seni anıyoduk.”
“Güldüren İşkenceden” birkaç bölüm nakletmeyi, okur açısından faydalı buluyorum:
“Bitmemiş okul, otuza gelmiş yaş, hasretini bitiremeden toprağa verilmiş ananın hasret dolu acısı, yaşanmamış yıllarının bir daha geri gelmeyecek hayalleri, kimsesizliği, evsizliği, bu yaşa kadar evlenemeyişi, işsizliği ile beraat etti Nevzat.” (Sf. 132)
“Aylardan şubat, dışarıda kar ve ayaz; alayın bahçesinin orta yerinde fiskiyeli bir havuz vardı. Havuzun yüksekliği elli santim kadardı. Hüseyin, elleri arkasından kelepçeli bir vaziyette o havuza atıldı. Buzlu suyu içmeye başladığında, vücudunun bütün gözeneklerinden içeriye doğru bir su akışı hissetti. Büzülen bedeni suyu bir sünger gibi emiyor, gittikçe genişliyordu. “ (Sf. 151)
“İkinci kattaki koğuşun penceresinden bakıp avluda oynaşan güvercinleri izliyor ve mırıltıyla onlarla konuşuyordu. Güvercinler önce çatıya konuyor, sonra avludaki bir kırıntıyı gözüne kestirip avluya doğru pike yapıyordu. Bazen aynı kırıntıya göz koyduklarından tatlı didişmelerle oynaşıyorlardı. Zaman zaman pencereye konup içeriye doğru akıp ritmik baş hareketleriyle Hüseyin’e göz kırpıyorlardı.” (Sf. 164)
Samsun’dan Gaziantep’e, T(ı)rabzon’dan Hatay’a, Mayatya’ya Erzurum’a, Adana’ya, İzmir’den Ankara Mamak’a...hapishâne hapishâne dolaştırılan onca mâsûm insanın tahayyül edilemez türlü türlü işkence mâcerâları.
Ve...O kısık, o tutuk, o samimiyetsiz, o ihtirassız, o yanık...o içe kapanık gülüşleri!..
Buraya kadar böyle...Ancak!..
Her ne hâl olmuşsa olmuş deyip geçemeyeceğim, anlamakta zorlandığım, nasıl olur/olabilir/oluyor/oldu dediğim bir t(ı)rajik değil, onun da üstünde dehşetli vahşî bir husus var. Ne yazık ki, buna, bu tarz eserler yazan herkesin kitabında şâhit oluyorum. Bu anlamadığım, hattâ beni, zaman zaman da sarsan şey ne midir? Söyleyeyim:
Arkadaş!..Nasıl oluyor da, bir böceği incitmeyi bile zulüm sayan ve bir mazlûma el kaldırmamayı gaaye edinen bir mübârek dînin mensûbu ve şanlı bir milletin subayı/astsubayı veya neferi, hangi düşünceye sahip olurlarsa olsunlar, adâletin de üstüne çıkarak, başkalarına zulüm yapabiliyorlar; işkenceyle cezâlandırmak hakkını kendilerinde görebiliyorlar? Nasıl? Nasıl?
Bu acımasızlık, merhametsizlik ve gaddarlık, hangi sosyolojik yapının eseri, mahsûlü veya fitnesidir. Hangi aşağılık hissinin vicdânsızlaştırdığı ve bir mizaç hâlinde getirdiği canavarlıktır, anlamak mümkün değildir.
Ve... merak ediyorum... Ve gerçekten bilmiyorum... Bu hususta, üniversitelerimizin “sosyoloji bölümleri” bir araştırma lüzûmu hissetmişler midir? Böyle bir çalışma mevcut mudur?
Yazar Emine Özgenç, eserinde, bütün bu akılalmaz işkenceleri ne kadar yumuşatmak istese de, gülünecek bir kapı aralamaya çalışsa da, ‘komiklik’, kendine, mutlaka , t(ı)rajik sıfatını eklemek zorunda kalmaktadır.
Gülüş, başta da söylediğim gibi, hep, t(ı)rajik’in arkasına saklanmakta; kendisini, zaman zaman zorakî de olsa ortaya çıkarsa da, burukluğunu devam ettirmektedir.
Söyleyebileceğim son söz, tebrik etmek ve başarılarının devamını dilemektir. Tebrik ediyorum ve başarılar diliyorum yazar Emine Özgenç!..