- Kahraman Bir Türk Subayı'nın Hâtıraları-
Edebiyât ayârına vurunca " hâtıra " diyorum ammâ; bu eserin adâlet ve siyâset anlayışı / telâkkisi ile, cesâret, nezâket , fazîlet ve necâbet mefhumlarındaki irtifâını nasıl tâyin edeceğimi de bilemiyorum.
Anlatımındaki nefâseti ve şahsı için değil, yaşadığı cemiyet ve mensup olmakla iftihar edip şeref duyduğu millet adına, yakınmalarının, endîşelerinin, sızlanmalarının, kahırlarının ve her türlü iç burkuntularının yanında, îmân dolu bir sîneden fışkıran gönül şahlanışlarının, bilgi hazînesi bir beyinden nakledilen millî şuûr terennümlerinin bende bıraktığı iz veya intibanın ihtişamını nasıl beyân edebileceğimi de bilemiyorum.
Eserine yazdığı " SUNUŞ" da bile, derin bir mes'uliyet hissi ve hizmet ülkülerinin dipdiri oluşuna dâir emâreleri okuyunca, Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah (c.c) 'ın, bizlere takdîr buyurduğu " hayr ve şerr"in hesabını, cüz'î irâdemde muhakemeye muktedir olamıyorum.
Bir hadîs-i kudsîde şöyle buyuruluyor: " Kazâ ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belâlara sabretmeyen benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın. "
Mustafa Önsel; SUNUŞ ' a şöyle başlıyor: " Kendimi bildim bileli kitap okurum. Kitap okumanın sorumluluk da gerektiren bir uğraş olduğuna inanırım. Ya kitap yazmanın?
Kitapta isimleri geçenlere karşı sorumlusunuz. Okuyana karşı sorumlusunuz. Gerçeklere karşı sorumlusunuz. Tarihe, dolayısıyla gelecek nesillere karşı sorumlusunuz. Zorlukların en büyüğünün, işte bu sorumluluk duygusu olduğunu düşünüyorum. " ( 1 )
Mes'elenin , bu kadar sâde bir biçimde ifade edilmesi kimseyi yanıltmasın; bu iş, çok ciddî ve çok mühimdir. Zâten; beş cümlede geçen, beş " sorumluluk " kelimesi durup dururken, lâf olsun diye söylenmemiştir. Sorumluluk yâni mes'uliyet ; bir salâhiyetlinin, dürüst, samîmî , yalansız ve riyâsız vicdânî tavrıdır. Bu tavrı, hiçbir kanun, ister en mühim adâleti sağlasın, isterse en ceberût idâre elinde bulunsun, kat'iyyen emri altına alamaz ve ona boyun büktüremez.
Bu birkaç cümle bile, bir Türk subayının ne kadar hassas, ne kadar millî şuûra ayârlı bir irâdeye sâhip olduğunu, muhakemeyi / düşünmeyi ve insana fayda sağlamayı insânî bir vazîfenin icâbı ve özü olarak görmenin zarâfetini ve fikir asâletini taşıyor.
Demek ki; yazarlık, her şeyden önce " dürüstlük " ister. Yazar olarak Mustafa Önsel, bu samîmî tavırdadır, apaçıktır ve samîmîdir. Fikri hürdür. Beyni hürdür. Vicdânı hürdür. Hiçbir cihete karşı haset, kin ve içten pazarlıklı değildir. Berrak mı berrak bir gönül taşımaktadır.
Mustafa Önsel'in kitabını okuduğum zaman gördüm ki, O'nunla, iki yerde yollarımız kesişmiştir. Birincisi, aynı köydenmişiz. Bizim köyü bilenler bilir ki, tabiî manzarası kadar insanı da güzeldir. Burası, T(ı)rabzon'a bağlı, eskiden Büyük Liman denilen ve Vakfıkebir-Beşikdüzü ve Çarşıbaşı ilçelerini bir baba şefkatiyle kucaklayan hilâl biçimindeki mekânı seyirdedir.
Kendisinin de sözünü ettiği gibi, âilesi Beşikdüzü'nün olduğu kadar Türkiye'nin de mûteber âilelerinden biridir. Dayısı, Eczâcı Hayrettin Kalay, benim kıymetli arkadaşlarımdandır. Mustafa Önsel; dedelerinden bahsederken , bu güne de bir kayıt düşüyor. Diyor ki: " Baba tarafından dedem, nam-ı diğer " Hoca Mustafa " , İstiklâl Savaşı gazisiydi. Yedi yıl askerlik yapmış. Kendi ifadesiyle askerliğini önce Mustafa Kemal Paşa'nın seyisi, daha sonra İsmet Paşa'nın atlı muhabere askeri (kurye) olarak yapmıştı. " ( 2 )
" Dedem ( annemin babası ), nam-ı diğer " Yetim Mehmet " . Çok genç yaşta gittiği askerden dönememiş. Mezar yeri bile belli değil. Kendisine " yetim" lâkabının takılmasının sebebi ise, babası Hasan'ın, iki kardeşiyle birlikte Sarıkamış'ta şehit olmasından dolayıdır. " ( 3 )
Bunlar, birer uydurma hikâye değildir; gerçeğin tâ kendisidir. Benim , anne tarafından dedem olan Derviş Reis oğlu Mustafa Hindistan da, Yemen'de on iki sene askerlik yapmıştır. Onlar, bu mücâdeleleri vermeselerdi, bizim bu günleri yaşamamız mümkün olamazdı.
Mustafa Önsel, bunları lâf olsun diye yazmadı elbette. Bir yere işâret etmek , bir yere işâret koymak istedi. Böyle insanların torunu ve dağ başlarında ömrünün en güzel günlerini geçiren îmânlı bir Türk subayı olarak suçlanışına dikkat çekti.
Tabiî ki, güzel Türkiye'm bu hâle durup dururken gelmedi. Karadeniz'in köylerine dâimâ çıkılır ve köylerinden de dâimâ inilir. Bizim Vardallı Köyü'ne çıkarken de yol boyu çeşmeler vardır. Çıkarken, şu anda yıkılmış olan ilk çeşmenin duvarında, 1978-1979 yıllarında, daha doğrusu 12 Eylül 1980'e kadar " kurdara azadi " yazıyordu. Bizim güzel Türkiye'mizde " esâret " mi vardı da, burada bu iki kelime vardı anlamak mümkün değildi ve değildir. Bunlar, hiçbir salâhiyetli ve mes'ul tarafından silinmiyor/ sildirilmiyor/ sildirilemiyordu? Niçin? Türk târihinin hangi safhasında " esirlik " mevcuttu ( r ) ?
Türk, asla zulmetmez. Türk; Hakk rızâsı gösterir . Türk; hoşgörülü ve tevâzû sâhibidir. Böyle olmasaydı; ne önünde diz çöken Papa Üçüncü Leon'u kendi elleriyle kaldıran Attilâ'nın önünde bir engel vardı, ne Malazgirt Ovası'nda Romen Diyojen'i yenip esir alan Alparslan'a dur diyebilecek bir beşerî kuvvet vardı. Ve ne de Yunan Ordusu Başkumandanı Nikolaos Trikupis'i esir edip karşısına çıkarttıkları zaman , Mustafa Kemal, onu, savaşı kazanan mağrur bir kumandan edâsıyla değil de, müşfik bir dost edâsıyla karşılardı. Meselâ; Trikupis; yıllar sonra, 91 yaşında iken Atina'da değil de, 2 / 3 Eylül 1922 gecesi , Murat Dağları'nın güneybatısındaki Elmadağ eteklerinde Türk kuvvetlerine teslîm olduğu günlerde 54 yaşında İzmir'de ölüverirdi. Türk, budur işte!..
Ammâ, ne dersek diyelim, gelinen netîce, maalesef, işte bu " inkâr " noktası oldu! Dün, marksist-ateist bölücülerle kolkola gezenler, zamanla, onların emellerini tahakkuk ettirmede en ön safta bulunmuşlar; emellerini gerçekleştirmede ön açmışlardır!
Mustafa Önsel'le yolumuzun kesiştiği ikinci noktaya dönmek istiyorum. Kendisi de bahsediyor ( 4 ), ben, 21 Mayıs 1963 hâdiseleri sebebiyle Kara Harp Okulu'ndan, bir hiç uğruna, ilişiği kesilen öğrencilerden biriyim. Âşık derecesinde sevdiğim ve 1957 yılında, on beş yaşımda girdiğim Askerî Lise'den sonra, çıkarıldığımız 2 Numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi'nde beraat ettiğimiz hâlde, Kara Harp Okulu Yüksek Disiplin Kurulu'nun 26.9. 1963 tarihli ve 1963/2 numaralı kararıyla Kara Harp Okulu'ndan ilişiğimiz kesildi.
Yirmi yaşındaki gençlere uygulanan bu hukuk s(ı)kandalının, - belki daha doğrusu hukuksuzluk vahşetinin - yanında hiçbir fert bulunmadı. Hukuk var idiyse, adâlet neredeydi, hâlâ bilemiyorum! Zamanla, biz de, bunu, " vatan- bayrak - millet - " için diyerek sîneye çektik. Çekiyoruz!.
Mustafa Önsel anlatırken, mes'ele bir cephesiyle, bana o günleri-yılları hatırlattı.
Kara Harp Okulu'nda okumayan, oranın havasını bilemez. Harbiyeli olmayı herkes anlayamaz. Oranın havası, edâsı, nidâsı, sedâsı ve hattâ " vedâsı " da bir başkadır. Meselâ; benim parmağımda iki yüzük vardır. Biri; çok sevdiğim kırkbeş yıllık eşim Cânân Hanım'a, diğeri de Kara Harp Okulu'na âittir. Biri nikâhlım; diğeri de - üniversite okumama ve bu yaşıma rağmen- hâlâ nişânlım'dır. Orası; gaazilik ve şehitlik yolunun kapılarından, feyizli bir kapının ilk basamağıdır.
Dağların tepelerindeki sipsivri kayaları alnına seccâde yapmanın heyecânı orada başlar.
Oradaki; " Vatan sevgisi îmândandır " şuûru içersinde, vatanı, milleti, bayrağı ve insanlık câmiasını sevmenin üstün idrâkini kimse anlayamaz. Bir tarafta insan öldürmek için harp teknikleri, taktiklerini ve s(ı)tratejilerini öğrenecek ve icrâsı için tatbikat yapacaksınız; bir taraftan da "şehitlik ve gaazilik " gibi bir yüce mertebenin mensubu olabilmenin nezâket ve aşkını yaşayacaksınız, işte orası Harbiye'dir.
Türk subayının ve topyekûn Türk askerinin hakîkî mizacına yön veren ve değer kazandıran da bu asîl ruhtur. İlâ-yı kelimetullah uğruna, Türk askerini-topyekûn- Mehmetçik yapan ruh da ,bu ruhtur.
Hiç unutamam; sınıf subaylarımız -ve, zaman zaman da bâzı hocalarımız- bize : " Evlâdım, bu yediğiniz yemeği, biz, evimizde yiyemiyoruz. Bu milletin çoğu da yiyemiyor. Bunun için, ilkönce derslerinize çok çalışmalısınız. Yediğiniz ekmeği helâl ettirmelisiniz!" telkîninde bulunurlardı. Çoğu zaman, gerek Askerî Lise ve gerekse Kara Harp Okulu öğrenciliğimde, geceleyin, yatağa yattığım zamanlarda, kafam hep bu " helâl ettirme" ye takılırdı ve onunla meşgul olurdu. Zihnimde " acaba " lar dolaşırdı: " Acaba, helâl ettirebildim / ettirebiliyor muyum ? " diye. Bu hâl, bende, hâlâ mevcuttur.
Mustafa Önsel, bu durumu şöyle anlatıyor: " Evimizde işlenen en önemli temalardan biri " haram" dı. Hakkın olmayan hiçbir şey alınamazdı. " Haram yiyenden bu bir şekilde çıkar " dı. Evimizde kafamıza kazınan doğru buydu.
Onun için hayatım boyunca akrepten, yılandan çok haramdan korktum. Babam rahmetli vefatından kısa bir süre önce şöyle diyecekti bana: " Oğlum, size bırakacağım en önemli miras haramsız lokmadır. " ( 5 )
Rabb'im, kimleri, nelerle " imtihan " ediyor !
Diyeceğim o ki, gerek Askerî Lise'de ve gerekse Kara Harp Okulu'nda, bize, vatanın müdafaasından, milletin huzurundan, bayrağın hür olarak dalgalanışından, târîhimizin zenginliğinden bahsedilirdi. Hiçbir gün, arsa yahut da ihâle işlerinden söz edilmezdi. Çünkü vatan, arsa değildi.
Bunları söylememin bir sebebi var. Seyyid Ahmet Arvasî diyor ki: " Her peygamberin sevdiği bir meslek vardı. Bunu daha önce de belirtmiştik. Şanlı Peygamberimizin de " sevdiği " ve " kendisi için seçtiği " meslek " askerlik" idi. Yâni, Allah yolunda " cihad etmek ". Bu sebepten olacak, Müslüman-Türkler, kışlalarına " Peygamber Ocağı " derler, askerliği, Şanlı Peygamberimizin mesleği bilirler. " ( 6 )
Tabiî ki, mes'elere daha iyi nüfûz edebilmek için kitabın tamamı bir bütün hâlinde okunmalıdır. Benim yapmaya çalıştığım, sathî kitap tanıtımından ibârettir ki, eserin, çepeçevre târîhî ve ictimâî bir tahlilinin yapılmasının gerekliliğini ve bu hususlarda mühim bir vesîka olduğunu da beyân etmeliyim.
Mustafa Önsel diyor ki: " Mâlûm, bize yapılan komplonun işaret fişeği " Camileri bombalayacaklardı, milletin değerlerini ortadan kaldırmak için darbe yapacaklardı " iddialarıyla atılmıştı.
Bu iddialar üzerinden halk nezdinde linç edilmeye çalışıldık. Peki ama " ben " kimdim ? " Biz " kimdik ? Bu topraklara, gökten zembille inmiş yahut bir başka dünyadan ışınlanmış yabancılar mıydık? Biz başka bir milletin çocukları mıydık ? " ( 7 )
Bu mevzûlar, günlük siyâset içersinde, bâzı kişilere çok yavan gelebilir. Benim, bu tarz bir fikir teâtîsine , sathî bakışlara ve gündelik, gelip geçici fikirlere iltifatım yoktur ve hiç de olmadı. Bir hakikat var ki; Yazar Mustafa Önsel, gerek aile büyükleriyle ve gerekse akrabalarıyla, bu vatanın her zerresine kan, ter, gözyaşı veya mürekkep dökmüş îmânlı ve vatanperver kimselerdi ( r ). Bu hususta, kitabından bâzı bölümler arz ederek, mes'elenin tabiî hâlini göstermek istiyorum. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, bu makalem, bu eserin " tahlili "ne hasredilmediği için, bunları sâdece konu başlıklarıyla nakledeceğim.
Önsel; teröristler, sivrisinekler ve akreplerle mücâdelesini anlattığı: " Yer : İdil/ Cehennem Deresi, Yıl : 1985 " başlıklı bölümde , " Uyumak ölümdü..." dedikten sonra, şöyle devam ediyor:
(. ) Şu anda bilmem hangi şehirde, bilmem hangi meyhânede, bilmem hangi mekânda güçlü ışıklar altında bölgeyle ilgili ahkâm kesenler, kesmeyenler, umursamayanlar, mangalda kül bırakmayanlar geldi aklıma. Gülümsedim. Çünkü ben mutluydum yaşadıklarımdan.
" Para verseler yaşadıklarımı yaşayamazlar " dedim kendi kendime. Annemin söyledikleri geldi aklıma. " Ben seni bu vatan için doğurdum, gerektiğinde ona fedâ olacaksın elbette " deyişini yüreklice. Ne yapalım, biz böyle kodlanmıştık. Ülke için zorluklara katlanmaktan keyif alıyorduk. ( 8 )
Ve yine; " Yer: Midyat/ Doğanyazı Köyü, Yıl: 1985 " başlığını taşıyan bölümde ise şunları söylüyor, Yazar Mustafa Önsel:
" Tek dikili ağacın bulunmadığı, suyun birkaç kilometre ilerdeki kuyudan temin edildiği, o suyun da kurtlu olduğu, elektriğin bulunmadığı bir köydü Doğanyazı.
( . ) Sanıyorum Nisan ayıydı. Aynı zamanda Ramazan ayı içindeydik. Havalar çok sıcak geçiyordu.
O zor şartlarda bile oruç tutmam köylülerin hoşuna gidiyor, beni evlerine iftara çağırıyorlardı. Ben ise yük olmamak adına, birkaç kez tekliflerini geri çevirdim. "( 9 )
Bu vazîfeyi icrâ ettiği sıralarda Mustafa Önsel, henüz yirmi dört yaşında genç bir Türk subayıydı. Henüz daha teğmen rütbesindeydi. Emsâllerinin / akranlarının nerelerde dolaştığı bizi alâkadar eder mi etmez mi onu biz biliriz ammâ, O'nun yaptığı bu vatanî vazîfenin de kadrini bilmeyenlere en azından bir " sitem " hakkımızın olduğunu düşünüyorum.
Bilinmelidir ki, başta hukuk olmak üzere, devlet, mağduru himâye edip korumazsa, orada adâlet yerine cinâyet bulunur. Dünyânın en ilkel kabilesinde ve devletinde hukuk vardır ammâ, teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, insanlığın aradığı ve susadığı tek şey " adâlet" tir.
Türk kadınının, hem bir anne ve hem de eş olarak vefâsı bambaşkadır. Yukarıda, bu mübârek annenin göz yaşartıcı sözlerini naklettikten sonra, Önsel'in, eşi hakkındaki sözleri de bu üstün meziyetin şanlı bir numûnesi olarak kayda geçmelidir diye düşünüyorum.
Önsel, bunu şöyle anlatıyor: " Ve sevgili eşim, en büyük yoldaşım, beni uğurlarken granit gibiydi her zamanki gibi. " Güle güle git, biz hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine inanırız " dedi. " Yolun açık olsun, ben her şeye hazırım " dedi. " ( 10 )
Bu sözler, " sosyete pazarından " satın alınmış, cilâlı kelimelerin tezyîn etti sözler değildir. Onlar; üstün bir ruh hâlinin kendini " ifşâsı" dır ki, bunları herkes söyleyemez.
Hukuk; bir içtimâî ilimdir ve hüküm verirken, nerede durduğumuz ve nereden baktığımız önemlidir. Fakat " adâlet " öyle değildir. Adâlet, sâdece, ne senin durduğun yerden, ne de sâdece filâncanın seyrettiği yerden bakar. O, öyle bir bakar ki, ona, bakmak da demezler. Nüfûz etmek, ciğerini okumak...derler. Bunun " nihâî " olanı da " ilâhî " olanıdır ki, ondan aslâ şüphe etmeyiz ve tıpkı " Granit " Hanımefendi'nin dediği gibi, " Hayr ve şerrin Allah'dan geldiğine îmân ederiz. "
Mustafa Önsel ' in, milletimize dâir nefis bir tespiti var. Diyor ki: " Bu millet, yaradılış kodlarıyla oynanmadığı sürece, yabancı birinin anlayamayacağı kadar iyiliksever ve paylaşmacıydı aslında. " ( 11 )
Tabiî ki, bu tek cümlelik tarifin ( -dili ) geçmişle ifade edilişine de dikkat etmek lâzımdır. Şu ânda, bunu tahlile müsâit değilim!
Ancak, bu demektir ki, bu milletin " yaradılış kodlarıyla " müthiş derecede oynanmaktadır. Bu durum , " Türk Dili'nin Ve Türk Kültürü'nün Kimyâsına Dâir " ( 12 ) başlıklı, geniş muhtevâlı makalemizle de örtüşmektedir.
Türk milletinin " kimyâsı " yla müthiş derecede ve maksatlı olarak oynanmaktadır. Dili tahrip edilmekte, ibâdet mekânlarına " bid'at " lar karıştırılmak istenmekte ; mîmârî'den mûsıkî'ye bu faaliyetler gizli veya alenî bir şekilde sürdürülüp gitmektedir. Yapan başkası, suçlanan başkasıdır. Hiç kimse, kabahate sahip çıkmamaktadır. Fakat cemiyet, günden güne garipleşmeye doğru yürümektedir.
Önsel, " câmi " mes'elesiyle ilgili olarak da şunları söylüyor: " Bize sadece imzasız ve bilgisayar çıktısı halinde bazı listeler gösterilerek, bunları bizim hazırladığımız iddia edildi. Herkes tarafından, bizim adımıza kolaylıkla oluşturulabilecek bu veriler gerekçe olarak gösterilerek tutuklandık. Bu şekilde bir tutuklanma gerekçesi evrensel hukuk kurallarına tamamen aykırıdır.
Biz, bu halkın öz çocuklarıyız. Halkın değerlerine karşı hele de " cami bombalamak " gibi, ancak bir ülkeyi kargaşaya sürüklemek isteyen yabancı gizli servis elemanlarının yapabileceği bu iğrenç ve korkunç eylemleri bizim yapacağımız nasıl düşünülebilir. " ( 13 )
Bunları söyleyen kişi; " Hoca Mustafa" ile " Yetim Mehmet" in dağ başlarında oruç tutan, şehit kanıyla sulanmış bu vatanın her zerresini seccâde yaparak Allahü teâlânın rızâsı için şehitliğe yürüyen torunu; O'na, " Ben, seni bu vatan için doğurdum,gerektiğinde ona fedâ olacaksın elbette " diyen, mübârek Türk anasının ve " Oğlum, benim size bırakacağım en önemli miras haramsız lokmadır " diye nasihatte bulunan şerefli Türk babasının evlâdı ; " Güle güle git, biz hayır ve şerrin Allah'dan geldiğine inanırız " diyerek kahraman eşine omuz veren " Granit irâdeli bir Hanımefendi'nin eşi ve bütün bunların yanında, cesur, bilgili, imanlı ve milliyetçi bir Türk subayıdır.
Bunlardan, anlayabildiğim budur!
Adâlet; umûmî mânâsiyle, ferdî veyâ beşerî vicdânı insâf hudutlarıyla teminde vasıta değil; bunu tahakkukta, kendini bizzat ortaya koyan " vazîfe "dir. Hukuk; adâlet'e yolu veya istikameti işâretleyip çiziyorsa, vazîfe üzerindedir. Ancak; hakîkî netîce " adâlet"in kendisidir. Hukuk'un kendisi, aşlıbaşına adâlet değildir. Öyle olsaydı; dünyânın bunca devletinde uygulanan hukuklar ayrı ayrı olmaz ve olanlar da " adâlet "i sağlardı. Fakat, heyhat ki, heyhat!..
Yüce Rabbimiz, Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor:
" Allah adâlet yapanları sever. " ( Mümtehine, 8 ) ;
" Muhakkak ki, Allah, adâleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emretti. " ( Nahl, 90)
Ve ; " De ki: Rabbim adâleti emretti. Her secde yerinde ( namazda ) , yüzünüzü kıble tarafına çevirin. Dinde Allah için ihlâslı kimseler olarak Allah'a ibâdet edin. İlkin sizi o yarattığı gibi, yine ona döneceksiniz. " ( A'raf-29 )
" Hayır ve şerrin Allah'dan geldiğine " inanırız.
Hangi şeyin, bizim için daha iyi olduğunu ancak Yüce Rabb'imiz bilir!
Âli ile âdî, ulvî ile suflî , elbette ki, huzûr-ı ilâhîde belli olacaktır.
Mustafa Önsel; yazdığı bu eserle, sâdece târihe not düşmemiş, sosyal hayata, târihe ve hukuka dâir de kanaatler ve tespitlerle uyarıcı bir vazîfe yapmıştır.
* OMÜ Em. Öğretim Görevlisi, Şâir ve Yazar
KAYNAK
1. Mustafa Önsel, Beşiktaş'ta Sırtlan Pususu, Kaynak Yayınları, 3. Basım, İstanbul 2013, sy. 21
2. a.,g.,e., sy. 142
3. a.,g.,e., sy. 143
4. a.,g.,e., sy. 202
5. a.,g.,e., sy. 142
6. Seyyid Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, Burak Yayınevi, İstanbul 1997, sy. 374
7. Mustafa Önsel, Beşiktaş'ta Sırtlan Pususu, 3. Basım, İstanbul 2013, sy. 22
8. a.,g.,e., sy. 111-112
9. a.,g.,e., sy. 124-126
10. a.,g.,e., sy. 95
11. a.,g.,e., sy.198
12. M. Hâlistin Kukul, Türk Dili'nin Ve Türk Kültürü'nün Kimyâsı'na Dâir, Erciyes Dergisi, Ekim 2012, sy. 6-17
13. Mustafa Önsel, Beşiktaş'ta Sırtlan Pususu, 3. Basım, İstanbul 2013, sy. 331