Bu, kaçıncı eski; bu, kaçıncı yeni? Adamlar, yeni dedikleri zaman, hakîkî şiirin katlini ilân etmişlerdi zâten!..Çünkü; hangisi olursa olsun, bir fikir akımı geldiği zaman, diğerini kökünden kazımayı hedef edinmez.
Fikir, bir başka fikirden faydalanarak gelişir.
Taa 1941’lerde, Garip Önsözü’nde: “Tarihin beğenerek andığı insanlar, daima dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir an’aneyi yıkıp yeni bir an’ane kurarlar” diyorlardı.
Dahası var da, bu kadarı yeter!..Sen, başkasınn “an’anesi” ni yıkacaksın ammâ, seninkine “an’ane” diyeceksin. Ve o yâni seninki, sapasağlam duracak öyle mi?
“Garip” bir zihniyet işte!.,Kendileri böyle söylüyorlar!..
”Dönüm noktası” dedikleri de, Türk şiirinin “uçurum noktasının başlangıcı” olmuş.
Fikir mi?
“Düşünme
Arzu et sade
Bak, böcekler de öyle yapıyor”.
Estetik’ten söz etmeme gerek var mı bilmem!..
Yahya Kemal, “Şiir, nesirden bambaşka bir hüviyettedir. Şiir duygusunu lisan hâline getirinceye kadar yoğurmak, onu çok toplu bir madde hâline sokmak, o kadar ki, mısra güyâ hissin ta kendisi imiş gibi okuyucuya samîmî bir vehim vermek. İşte bunu özlüyorum” der.
Ahmet Hamdi Tanpınar ise: “Şiir bir iç kale san’atıdır. Çünkü dil vasıta olarak değil; malzeme ve nesiç olarak kullanıldığı zaman milletin iç kalesidir. Böyle alınınca, bir milletin insanının, tarihinin, kültürünün ta kendisidir. Köpüğüdür, çiçeğidir, tacıdır” der.
Garipçiler’in tavrıyla, Yahya Kemal veya Tanpınar’ınkini düşündüğümüz zaman, “Nereden nereye?” demekten başka elimizden ne gelir!..
Şahsen, bu “yeni”nin, ne “birincisi”nden, ne de “ikincisi”nden bir şey anlayabildim!..
Şimdilerde ise, ‘yeninin yenisi’ peşinde sürüklenenler o kadar çok ki!...
‘Yeni yeni’ adına ne kıyametler kopuyor. Geçmiş inkâr edildi, ya!.. Geçmişe sünger çekildi, ya!..Kültür tahriple altüst oldu, ya!.. Dilin endâzesi bozuldu, ya!..Fikir, tozlu raflardaki yerinde saydı ve argo, baştâcı edilirken, sözlerdeki nezâket usûlden çıktı, ya!...İşte, yepyeni bir yeni!!!
Öncelikle, millî kültüre dayanmayan san’at ve siyâsetin dâima bocalayamaya mahkûm olduğunu ifade etmeliyim!
Peyami Safa, 1953-1956 yılları arasında yayınladığı “Türk Düşüncesi” adlı fikir ve san’at dergisinde yazdığı “Büyük Soluk Buhranı” (1956) başlıklı makalesinde şöyle der:
“Öyle görünüyor ki, en az çeyrek yüzyıldanberi edebiyata giren nesil, Batıdaki modern san’at cereyanları hakkında çok yanlış bir bilgi ve fikir sahibi olmuştur. Türkçede bu yeni teorileri izah eden bir tek kitap yoktur. Batı kültürünü temelinden kavramamış olanlar bu teorilerin estetik ve psikolojiye bağlı esaslarını bilmezler. Küçük makale ve konferanslardan edindikleri yarım ve yanlış fikirlere kulaktan dolma ve daha yanlış bilgileri de ekleyerek yeniliği kolaylıkla bir görmeye başlamışlardır…Yenilik onlar için basitin, kabanın, kolayın müşterek vasfı olmuştur. Hele buna bir de halk ve köylü için, halk ve köylü ağzı ile yazma kolaylığı eklenirse büyük soluk buhranının başlıca faktörüne parmak basılmış olur, sanırım.”
Değişen ne var ki?
Yeni yeni deyip tutuşanların ‘kendimizden/Doğu’dan/biz’den/Türk şiirinden ne kadar haberleri vardır?!..
Bir çırpıda, estetiği iterek yürünen yolda, ‘güzellik tatmini’ni başka sahalara çekmek san’atın gayesi değildir.
San’atın gaayesi ve hedefi, çevrede/tabiatta ve uzanabilinirse kâinatta vuku bulan her tavrı, zihnî muhakemeyle, belli usûller dâhilinde, âhenk ve zarâfetle kayda geçirmektir.
Elbette ki; herkes, bu âhenkli ve zarîf kayıttan aynı zevki alacak veya onunla huzurlu olacak diye de bir şart yoktur. Fakat; maksat ve hedef budur, bu olmalıdır!..
Netice itibariyle, ‘güzel’; maksadı, faydaya teksif olmuş bir faaliyetin mahsulü değildir. Ancak; meselâ; görünümü çirkin bir tablonun, bir insanın maharetli elleriyle san’at hâline dönüşmesi, bu âhenk ve zarâfeti, insan gönlüne, aklına ve p(i)sikolojisine yakıştırabilir; onu, onlarla hemhâl kılabilir.
Bir şiirde sunulmak istenen her türlü çile, hafakan, acı, taşkınlık, çığlık veya sükûnet, şâirin, kelimelere derin ve şumûllü mânalar yüklemesiyle ve ona, dış kalıbın fevkinde iç âhenk kazandırmasıyla şaha kalkabilir!...
O zaman; okuyucu, o çileyi, o hafakanı, o acıyı, o taşkınlığı, o çığlığı veya o sükûneti benliğinde hisseder. Şiir, odur!..
Fikrî derinlik ve bediî/estetik zarâfet bunu gerektirir. Yoksa; Peyami Safa’nın dediği gibi, sathîlik,“basitin, kabanın ve kolayın müşterek vasfı” olmaya devam eder!..
www.kapsambaher.com-21 MART 2024