Biliyorum, başlıktaki kelime dizilişine, ‘Ne alâka?’ diyenleriniz olacaktır. kkkarannammmünma mmakrük krkü mmrnmasakra kmalürrkaman ümmühandr k i kamen
Evvelce de yazdım ve o yazımın başlığı da “Îdâm-Fâiz-Zinâ ve Kadın”dı.
O yazıma da, şu cümlelerle başlamıştım: “Bu kelimelerin yanyana gelmesini tuhaf karşılamayınız!..Esas düşünülmesi gereken şey, bunları, berâberce kullanmaya niçin ihtiyaç duyduğumdur.
Bir memlekette, olması gereken olmuyor; olmaması gerekenler oluyor ise, orada, fazlaca tartışmaya da gerek yoktur.
Ne mi demek istiyorum?
Gerektiği zaman, muhatapları îdam edilmiyor, buna mukabil yaşaması gerekenler katlediliyor ise; toplumun vicdânını kanatan ve iktisâdî hayatı altüst eden fâize gem vurulmuyor, yaygın hâlde kadınlarımız kocalarına el açar duruma düşürülüyor/mecbûr ediliyor ise; ve yine, âile hayatından başlamak üzere, cemiyet hayatındaki dengeleri değiştiren zinâya geçit veriliyor, başta âile olmak üzere insânî vasıflar yerlebir ediliyor, ahlâk çökertiliyor ise; ‘insan değil de, kadın’, bütün mes’elelerin merkezine çekiliyor ise; bu dört kelime yanyana getirilir.” (Bknz. M. Halistin Kukul, Îdâm-Fâiz-Zinâ ve Kadın, wwwkapsamhaber.com-04.01.2021-09.38)
Şimdilerde, bir başka mevzu dillere dolandı: “Kur’ân’da kandil, şefaat, kazâ namazı, çorap üzerine mesh yapmak, kabir hayatı, mezhepler, vesâire var mı? “ veya “Kur’ân’da filânca filânca şeylerin hiçbiri yok!” gibi görüşler ileri sürülmektedir.
Düşünmek, tefekkür etmek, fikretmek, akletmek elbette ki her sahada gereklidir. Hiç şüphe yoktur ki; her şeyin sahibi Allahü teâlâdır. O’nun emri olmadan; O, “Ol!” demeden hiçbir şeyin yaratılması ve olması mümkün değildir.
Tabiî ki, yüce ve Mukaddes kitabımın Kur’ân-ı Kerîmde ne vardır, ne yoktur bahsine girişilecek olursa, dünyada hiçbir kulun bunun altından kalkması mümkün olamaz.
Hiçbir ‘Anayasa’da, ‘muhtarın vazifeleri’ yazmaz.
Peygamber Efendimizin ‘söz ve davranışları/uygulamaları’, Kur’ân-ı Kerîmin içindedir; ancak, bir çoğu orada yazılı değildir.
Bu ve bu gibi bahislerin ekserisi, zaman içinde, aşağı yukarı hükme bağlanıp açıklığa kavuşturulmuştur. Sözüm; bunların üzerinde düşünülmemesi de değildir. Elbette düşünülsün!..
Ancak; haşa ve haşa, bir takım konuşmacı ilâhiyatçılar, Kur’ân-ı kerîm sanki yeni indirilmiş/indiriliyormuş gibi, kendilerini doğrudan doğruya, Kur’an-ı kerimle muhatap kılıyorlar.
İsteyen, istediği tahlili yapar, istediği gibi konuşur…Ancak!..
Ben, şahsen, bu zatların hiçbirinden, ‘KUR’ÂN-I KERÎM’İN İÇİNDE’ bulunup da uygulanmayan ve kendilerinin de, bir defa olsun sözünü etmedikleri birkaç hususu hatırlatacağım:
Meselâ; ilk olarak, “îdâm’ meselesini alalım. Bakara Sûresinin 178 ve 179’uncu âyet-i kerîmelerinde şöyle buyurulmaktadır: “Ey iman edenler! Kasden öldürülenler için size kısas yapmak farz kılındı.
(…) Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki, suç işlemekten sakınırsınız.”
Peygamber Efendimiz de, şöyle buyurmaktadır: “Kim kasden öldürürse, bunun hükmü kısastır.”
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 17. Madde’sinde ise, şöyle denmektedir: “Herkes, yaşama, maddî ve mânevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir”.
Peki, bu bahiste neredeyiz?
CB Erdoğan (2016): “Benim vatandaşım haklı olarak “idam” diyor. Bunun kararını parlamento verir. Ha böyle bir karar gelirse ben onaylarım”.
Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu (TKDF) verilerine göre, “Türkiye’de son on ayda 348 kadın cinâyeti işlendi” (Bknz. HARERLER. COM- 24 Kasım 2023)
Peki; 01 Ağustos 2002 tarihinde kaldırılan ‘îdâm’, Kur’ân’da vardı(r) da, siz, o günden bugüne, bu hususta, Kur’ân’ın hükümleri uygulanmıyor diye tek kelime mi ettiniz?
İşte size, Kur’ân’da bulunan bir hüküm. Ve siz de, Türkiye’nin en gözde/güzide ilâhiyatçılarısınız ve bizi /bu milleti/İslâm ümmetini aydınlatmakla mükellefsiniz. Öyleyse, neredesiniz?
Meselâ; zinâ meselesi!..İsrâ suresinin 32. Ayeti kerimesinde şöyle buyurulmaktadır:” Zinâya yaklaşmayın. Çünkü o, çirkin bir hayâsızlık ve çok kötü bir yoldur. “
Dikkat buyurulsun: ‘yapmayın’ demiyor; “yaklaşmayın” buyruluyor…”Yaklaşmak”; yapmak’tan/icrâ etmek’ten bir evvelki hâldir. Uzak durmak’tır!..
Peki; 2004’te suç olmaktan çıkarılan zinâ’dan niçin kimse söz etmiyor? Tam yirmi sene geçti, bu konuda, ilâhiyatçılar olarak, hangi cümleyi kurdunuz?
Kaldı ki, Erdoğan, 2018’de: “AB istedi zinâ yasağını kaldırdık, yanlış yaptık” demişti ve hâlen de bu durum devam etmektedir.
İşte, size, Kur’ân-ı Kerîm’de bulunup da sustuğunuz ikinci hüküm: Buyrun, konuşun!..
Konuşun ve ilâhiyatçı ilim adamları olarak, Türk milletine ve Türk Devleti’ne karşı uyarıcı vazifenizi yerine getirin!..
Buna bağlı olarak başka bir hususu daha belirtmeliyim: Farâzâ, iki çocuklu bir kadın, çocuklarını ve kocasını bırakıp, iki veya üç çocuklu, karısını terkeden bir erkeğe kaçıyor. Sonra da diyorlar ki; “Efendim, biz imam nikâhıyla, evlendik!!!”
Bu duruma, gerek televizyonlarda ve gerekse “sosyal medya” denilen yayınlarda hiç mi rastlamadınız ki, bu hususta , bir beyanda bulunmuyorsunuz?
Bu zinâcılar (zâniler ve zâniyeler), hiç utanmadan, itirafta bulunurlarken, dînî/İslâmî bir hüküm olan ‘zinâ’nın gayrımeşruluğu hakkında, sessiz kalınması, Kur’ân’a gösterilen ilgisizliğin ispatı olamaz mı?
Zinâ üzre bulunan kişilerin nikâh yaptık deyip, dîni istismarda bulunmalarına cemiyetin her ferdinin karşı olması gerektiği gibi, ilâhiyatçıların ‘başvazife’ olarak, ilk uyarıcılar olmaları gerekmez mi?
Kaldı ki; “Hristiyanların nikâhlarını, kilisede papazlar kıydığı hâlde, papaz nikâhı demiyorlar. Nikâh kıymasını bilen her Müslüman, her yerde, nikâh kıyabilir. Nikâhın câmide olması veya imamın kıyması şart değildir. Doktor kıyarsa, doktor nikâhı, mühendis kıyarsa mühendis nikâhı denmeyeceği gibi, imam kıyınca da, imam nikâhı denmez. Normal adı nikâhtır. Resmî nikâh muamelesiyle karışmaması için, dinî nikâh deniyor. Yoksa nikâh, namaz gibi, dinin bir emridir. Dini namaz veya imam namazı diye bir namaz olmadığı gibi, imam nikâhı da olmaz. Sadece, belediyede yapılan nikâh işlemleriyle karışmaması için, dinî nikâh veya İslâm nikâhı demeli, imam nikâhı dememeli.” (Bknz. www.dinimizislam.com)
Ancak; her şeyden önce, meselemiz, bu gayrı meşru fiillere giden yolların kapanması/kapatılması ve bunlara karşı gerekli tedbirlerin zaman geçirilmeden alınmasıdır.
Meselâ; fâiz meselesi!..Allahü Teâlâ, Kur’ân-ı kerimde, Bakara sûresinin 275. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Allah, ticareti helâl, fâizi haram kılmıştır”.
Fâiz, Devletin resmî makamlarınca her gün artırıldığı hâlde, ilâhiyatçılar, Kur’ân-ı Kerimin içinde bulunan bu hüküm için, niçin, hiçbir ses-sedâ çıkarmazlar?
Tedbir için, niçin, çâreler üretmezsiniz? Bu iş, sâdece iktisatçılara ve siyasetçilere yüklenmiş bir vazife midir?
Sâdece bunlar mı? Hayır!..
Yalan başta olmak üzere, devlet malının korunması, komşuluk hakları, hak gaspı ve uyuşturucu bataklıklarının kurutulması gibi, toplum düzenini sarsacak ve rencide edecek ne kadar gayrımeşru hâl varsa, hepsi ilâhiyatın konusu değil midir?
Deprem, yangın, sel, maden ocağı, t(i)ren kazası gibi, doğrudan doğruya, ilk p(i)lânda ‘tedbiri’ gerektiren hâdiseler karşısındaki ilâhiyatçı suskunluğunu anlamak çok zordur!..
Peki, esas meselelerimiz neymiş?
Kur’ân’da bulunmayan şeyler!..Başka, kandiller, kazâya kalmış namazlar…Başka? Çorap üzerine mesh olur mu? Başka? Şefaat var mı? Başka? Ölüye, definden sonra telkin verilir mi? Başka? Kabir azabı?
Arkadaş; 06 Şubat 2023’te 53.000’in üzerinde insanımız depremde vefât etti, ‘tedbir’ ile ilgili hiçbir nutkunuzu işitmedik!..Kezâ, Soma faciasında; kezâ Çorlu t(i)ren kazasında; yangınlarda, sellerde ve kezâ, Erzincan/İliç’te…
Hâlbuki; Kur’ân-ı kerimde, “tedbirle” ilgili nice âyetler bulunmaktadır.
Nisâ sûresi, 71. âyet meâli:” “Ey iman edenler! Tedbirinizi alın”;
Nisâ sûresi 102. âyet meâli: “Korunma tedbirini alın”;
Tevbe Sûresi 50. âyet meâli: “Sana iyilik dokunursa, bu, onları fenalaştırır, bir musibet isabet edince ise; “Biz önceden tedbirimizi almıştık” derler ve sevinç içinde dönüp giderler.”
Bakara sûresi 195. âyet meâli: “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.”
Tamam! Kadir Gecesi hâriç Kur’ân-ı kerimde, kandil ile ilgili hiçbir beyan yoktur…Peki, Peygamber Efendimizin söz ve uygulamalarına ne denilecektir?!..
Duâ etmenin, ihmâl veya mazeretli olarak kılınamayan namazın telâfisi demek olan, namazı edâ ederek Allahü teâlâdan aff dilemenin, Şanlı Peygamberimize selâm göndermenin ve O’nu övmeye gayret etmenin, Kur’ân’a aykırı hangi yönü vardır?
Nitekim; Seyyid Ahmet Arvasî, “İlm-i Hâl” (Bknz. Burak Yayınları, İstanbul 1997, Sf. 169-170) adlı eserindeki “İslâm’da “Örf ve Âdetlerin” Değeri” başlıklı yazısında şöyle der:
“ İslâm dîni, yalnız “kaide” (norm) koyucu bir din değildir. O, cemiyetlerin tecrübelerine, asırlar içinden süzülüp gelen faydalı ve değerli alışkanlıklarına da ehemmiyet verir; onları ıslâh eder ve geliştirir.
İslâm dîni, kendine aykırı düşmemek kaydıyla cemiyetin “örf” (töre) ve “âdet” (gelenek)lerine riayet etmemizi emreder. Nitekim, yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de: “Örfe uymak” emredilmektedir.” (Bkzn. El-Bakara Sûresi, Âyet: 178)”
Şimdi, sormayalım, düşünelim:
Şanlı Peygamberimiz: “Receb Allah’ın, Şaban Peygamberin ve Ramazan ayı da ümmetimin ayıdır” buyuruyorsa; Receb ayındaki Regaib ve Miraç kandillerinde ‘fazladan’ ibâdet edip Allahü teâlâya niyâz etmenin ne gibi bir mahzuru vardır?
Kezâ ; Şaban ayındaki, Berat kandilinde ve Ramazan-ı şerifteki Kadir gecesinde duâ etmekteki mahzur nedir?
Başımıza gelen bunca felâketi işâret eden ve ‘aklımızı başımıza almamızı emreden” o kadar âyet var ki, hiçbirinden söz edilerek, çâre teklifinde bulunulmuyor.
Meselâ; yukarıda yazdığım deprem, sel, yangın, deniz kabarması, maden ocağında çökme, altın aramada siyanür kullanma gibi, birkaç felâket için dahi, Kur’ân-ı kerimde sözü edilen yâni ‘Kur’ân-ı kerimin içinde bulunup da uygulanmayan’ hiçbir âyetten niçin söz edilmemektedir?
Her sene, haksız yere, yüzlerce kadın/insan öldürülüyor!
Her sene; depremlerde, sellerde, yangınlarda…binlerce insan ölüyor, yaralanıyor, sakat kalıyor!
Her sene; binlerce insan, fâiz pençesinde, borçlanıyor, âile ocağı sönüyor!
Her sene; zinâ sebebiyle, binlerce yuva yıkılıyor; çoluk çocuk, kadın-erkek, hatta nine-dede kahroluyor!..
Her sene; uyuşturucu bataklığında binlerce gencimiz hebâ oluyor!
Peki; “Kur’ân, çok mübârek bir kitaptır, ki sana indirdik. Tâ ki âyetlerini düşünsünler, akılları selim olanlar da öğüt (ibret) alsınlar.” (Sâd, 29)
Diyen, bu mübârek Kur’ân-ı Kerîm, bizim hayatımızın neresindedir, söyler misiniz?
Ormanlarımız yağmalanıp, talan edelip tıraş edilirken, ovalarımıza fezayı delen binalar dikilir tabiatın âhengi altüst edilirken, sizin söyleyecek hiçbir sözünüz olmayacak mı?
Meselâ; “Allah’ın sizi yaratmasında ve yeryüzüne yayıp ürettiği her canlıda, sağlam bilgi edinecek bir zümre için âyetler vardır” (El-Câsiye,4) âyetinde, “siz” denilen ‘biz’ yâni insan; “yeryüzü”ndeki “her canlı”nın “bilgi edinecek zümre” yle irtibatından ve bunların keşfiyle nelere ulaşılabileceğinden niçin söz etmezsiniz?
Meselâ; “Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın/dillerinizin ve benizlerinizin/çehrelerinizin/renklerinizin farklı/çeşitli/değişik oluşundaki” (Rûm, 22) hikmetler hakkında niçin düşündürücü ve “akledici” telkinlerde bulunmazsınız?
“Gökleri ve yerleri yaratması” tâbirindeki cihânşümûl ilmî telkini nasıl kavrayamayız ki, sonsuz gökkubbe, yerüstü ve yeraltı ve deniz dibinin keşfedilmeyi bekleyen misilsiz hazineleri hakkında hangi sözünüz vardır?
Bu âyet-i kerimede işâret buyurulan ‘astronomi/gökbilimi, jeoloji ve geoteknoloji ‘nin neresinden haberliyiz?
“Gökleri ve yerleri yaratması” tâbirindeki ihtişamla, bu sahaların ilmî usûl ve tarzları hakkında niçin görüş beyanımız yoktur?
Meselâ; Kazdağları’nın kazılması, Erzincan İliç’te toprağın zehirlenmesi, Hataylar’ın, Kahramanmaraşlar’ın, İskenderunlar’ın, Malatyalar’ın binalarının yerlebir olması, -haşa- bu “Gökleri ve yeri yaratması…”nın dışında mıdır?
Siyanür’ün; bu “gökleri”n havasını; bu “yerleri”n toprağını suyunu, bitkisini, hayvanını, insanını zehirleyip katletmesi meselesinde hiç mi diyebilecek şeyiniz yoktur?
“Lisânlarınızın” yâni ‘dillerimizin farklı oluşundaki ‘hikmet’ hakkında hangi ilmi tespitlerle çâreler üretilmiştir?
Bilhassa bugün; ilkokuldan hatta anaokulundan üniversiteye kadarki ‘anadil” ve ‘yabancı dil öğrenimi’ hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Öğretim üyeliği yaptığınız fakültelerdeki yabancı dil öğretiminden nasıl memnunsunuz ki, hiçbir ses çıkarma ihtiyacını duymuyorsunuz?
Türkiye’deki okullarda yabancı dil öğrenme başarısı yüzde kaçtır?
Demek ki; lisan meselesi, millî olduğu kadar dinî bir mes’uliyet de taşımaktadır. Kaldı ki, âyet-i kerimede belirtilen ‘benizlerinizin/çehrelerinizin/renklerinizin’ farklı oluşu’ da, ferdî olarak; zekâ, kaabiliyet ve mizaçlarımızın farklılığından hareketle, millî kültür dâirelerinin teşekkülüne kadar uzanan geniş bir sosyolojik saha meydana getirir. Bunun da, sizin sahanızı ilgilendiren hiç mi bir müşterek noktası mevcut değildir?
Kur’ân- ı Kerîm bir hayat kitabıdır. Peki, O, hayatımızın neresindedir, söyler misiniz?
“Gökler ve yerler” yâni kâinat üzerinde niçin ‘bizi/gençliği/insanlığı düşündürmezsiniz?
“Lisânları”mız ve “çehrelerimiz”in farklılığında hangi ‘ferdî ‘ ve ‘beşerî’ hikmet ve ilimler mevcuttur, niçin bu hususlara dikkat çekici sohbetler/konuşmalar/ paneller yapmaz/yaptırmazsınız?
Üniversitelerimizin, dünya üniversitelerinin en gerilerine düştüğünün ‘izahını’ , bu cepheden bakarak niçin anlatmazsınız?
Matematik düşünülmeden, astronomi tecrübeleri kazanılmadan, fizik, kimya, biyoloji tatbikatlarına seferber olunmadan ve bunların laboratuvarları harıl harıl çalıştırılmadan; yabancı dilin, yine tespit edilen ihtiyaca göre, lisan laboratuvarlarında fennî , sosyal, dînî, felsefî, edebî ve bediî ilerlemelere yol açacak şekilde tanziminde niçin rehber olmazsınız?
Demek ki, “ Filânca filânca şeyler, Kur’ân’ın içinde yoktur!” demek, çâre değildir!..
İfade ettiğimiz gibi, elbette, dünyâ ve âhiret hayatımız, bu mübârek Kur’ân-ı Kerîmin içindedir.. . Ferdî-sosyal , maddî –mânevî ve uhrevî bütün çözümler O’ndadır!..
Adamlar, fen’deki buluşlarıyla Kur’ân’a koşuyorlar; biz, elimizdeki hazineyle ‘fen’e yönelemiyoruz ve hâlâ, bâzı ‘ilm-i hâl’ bilgilerini tartışıp duruyoruz.